30 Haziran 2010 Çarşamba

tatil durağı no.1

E yağmurlar bastırıp Kasım'ı andıran bir Haziran yaşanınca, tatile gelinmesine rağmen evde oturulup durunca ama evde oturmanında bir sınırı varsa çareyi çevre yerlere gezi yapmakta bulduk. Zaten niyet vardı ama kalmalı denize girmeli bir plan yapılmıştı. Hava mualefeti "günü birlik gezi" tipine izin verdi. İlk sefer Assos'a oldu. Benim oldum olası pek sevdiğim, sessiz, sakin, tam kafa dinlenecek, sahilde uzanıp ipodda müzik dinlerken kitap okunacak kısacası benim ideal tatil anlayışımla birebir örtüşen bir mekandır Assos. Gerçi burada da kapitalizmin ayak seslerini fazlasıyla duyduk (oteller sahilden çalıp ön cephelerini genişletmiş ve güzelim sahile kocaman iskeleler ve şezlong, kocaman yastık kombinasyonuna girmişler) ama yine de burası bir şekilde bakirliğini koruyor.
Hedef balık yemekti ve oyumuzu Grand Hotel Assos'un restorantından yana kullandık. Pek öyle aç olmadığımızdan anne ile sevgili bir çuprayı paylaştı, ben de anneanne ile on adet tekiri. Donald Sutherland'a benzeyen otelin sahibi ya da restaurant şefi bilemedim şimdi önce masayı mezelerle donattı.


Biz etrafa bakına bakına mezelerimizi yedik. Doğruya doğru mezelerde öyle "aman da aman bu nasıl şeymiş böyle" diyeceğimiz bir durum olmadı. Ahtapot salatasının tadı tuzu yerinde, kalamarlar ise idare ederdi. Kalamar için Bozcaada'yı tek geçerim. Deniz börülcesinin ise en güzeli "annemin elinin değdiği". Pazardan aldıklarımız daha taze dolayısıyla daha lezzetliydi. Mezelerin ardından balıklar geldi. Onlarda da pek bir numara yoktu. Çupra oldukça büyük geldi ve masada "deniz mi çiftlik mi" diye bir dalgalanma oldu. Zira bize deniz olduğu söylenmişti ama tadanlar çiftlik olduğu konusunda ortak bir karara vardılar. Kısacası normal bir balık lokantasında ne varsa burada da o vardı. Ekstra bir numarayla karşılaşmadık anlayacağınız. Bir dahaki sefere diğer lokantaları da denemeli.
Yemeğin arkasından anneannem, "meşhur dondurma, Özal'ın dondurması, televizyona çıkan dondurma" diye diye naklen yayın yapan dondurmacının mamülünü tatmak isteyince elimizde koca koca külahlarla yağan yağmurun ve serin havanın altında titreye titreye dondurmaları test ettik orta not verdik. Ali usta nerde bu nerde!

Sonuçta yediğimiz içtiğimiz bizim olsun, arkamızda yağmur altında bir Assos, beslediğim iki kedi ve bir martı kaldı.

tatil matil






Normalinde ne olur? Yaz gelince deniz, kum, güneş tatili yapılır di mi? Ama Satürn'nün etkisindeki Terazi burcu Kargası yapsa yapsa yazın muson tatili yapar. Satürn yine yaptı yapacağını önceki hafta ortalığı kavuran güneş ışınları, mola vermek için benim tatile gittiğim o değerli altı günü buldular ve yerlerini musonları aratmayan yağmurlara bıraktılar. Yirmi senedir gittiğim "anne pansiyonun" mekanı Altınoluk'ta sadece bir kere böyle yağmur yağdığını görmüştüm ama bu sene tam beş gün tepemizden aşağıya kovayla su boşalttı yüce yalebbi ( bu bir satürn + şakacı yalebbi ortak prodüksiyonu). Tabii bu yağan yağmurlar bana gittikçe genişleyen şabrel ve buna ek olarak iki iskele dubasını andıran bacaklar/baldırlar olarak geri döndü. Annem zaten hiç çıkmadığı mutfağına yağmurlar ve yeni damat faktörlerinden dolayı daha bir gömüldü, gömüldükçe döktürdü, benim içimdeki kötü, tembel uyuşuk ses coştu "ye bebeeem nasılsa denizde yüzer ortayı bulursun" diye bas bas bağırdı, ben önüme geleni hüplettim. Hatta bir seferinde güzelim kızarmış Manyas peynirini "çok tuzlu" bulan sevgili, tabağındaki iri peynir parçasını geri iade ederken ben havada kapıp, "ziyan olmasın" bahanesi ile mideye yollayınca, herkes iştahıma "maşallahı" çekti (maşallah da şimdi gel de bana sor, işten çık koş basık spor salonuna).  
Bütün bu ye iç yan gel yat Osmanlık tatilinde, yaptığımız tek aktivite iki gün yüzmek dışında akşamları çarşıya yürümek oldu. Ama bu yürüyüşler bırak fiziksel faydayı ruhumu da zedeledi. Zira on onbeş sene öncesine kadar bakir, şirin bir Ege sahil kasabası iken bir anda "buralarda oksijen pek fazla, Alplerden sonra dünya ikincisi" gibi inanılmaz bir kampanya ile İstanbul'a pazarlanan bu yer şimdi tam bir kitsch mekan olmuş.




"Belediyeler nasıl beldelerini mahvederler?" konulu bir tez çalışması yapılacaksa eğer buna en iyi örnek olarak burası verilir. Nasıl cahil ve aptal belediye başkanları tarafından parsel parsel satılan zeytinlikler, biçimsiz çirkin, ruhsuz yazlıklara dönüştürülür, belediye nasıl tonla parayı alır ve hiç hizmet sunmaz veya sahiller bütün halkın iken nasıl bir gecede nerden geldiği belli olmayan kişilerce çay bahçesine, gözlemeciye dönüştürülür ve yirmi senedir elinizi kolunuzu sallaya sallaya oturup güneşlendiğiniz sahilde yabancı konumuna düşürülürsünüz bunları hepsi tekmili birden burada.
Eskiden ben yeni yetme gençken şimdi 80'lerden kalma iğrenç bir diskoya dönüştürülmüş Antik Bar diye bir mekana gitmeye can atardık. Bahçesinde yaşlı zeytin ağaçlarının olduğu taştan duvarları olan çok hoş, o zamanlar için havalı bir mekandı. Öğleden sonra güneş batarken bahçesine masalar konur hafiften içkiler yudumlanırdı. Şimdi oranın esamesi bile okunmuyor. Karşına açılmış türkü bar ile yarışırcasına orasına burasına çirkin pimapenler koymuşlar, gecekonduya benzemiş.
Ama tüm bunların ötesinde beni en çok sinirlendiren, bütün bu anlamsızlığa kişiliksizliğe tüy diken ise çarşının ortasına açılmış olan koskocaman Mado oldu. Görünce ağzım açık kaldı. Üstüne iki beden büyük gömlek giymiş kadın gibi sırıtıyordu çarşının ortasında. Yirmi yıldır dişleriyle tırnaklarıyla ayakta kalmaya çalışan belde dondurmacılarına yapılacak en büyük kötülüktür bu. Gerçi benim dondurmacıya sorunca "olsun ya, bize birşey olmaz, onun müşterisi ayrı bizimki ayrı" diyerek mütevazı davrandı ya da bana karşı kuyruğu dik tutmaya çalıştı orasını bilemem. Bir dahaki gidişimde durumu görücez.


Sonuç; bizim oralar hızla dibe vurmakta hatta vurmuş da ağlayanı yok. Alaçatı, Bozcaada bunca yıl değişmeden ama bir şekilde modernliği de içinde eriterek bugünün en fazla yerli yabancı turist çeken yerleri iken bizim Altınoluk'un olan tüm potansiyeli cahil belediye başkanlarının buldozerlerinin altında yok olmuş.

29 Haziran 2010 Salı

kürkçü dükkanı part 2

Sayılı gün hele de tatilse çabuk bitermiş. Lafta yapılan tatil bitti. Ofisteyim şimdi. Masaya bilgisayara kısacası ortama uyum sağlamaya çalışıyorum. Uyum sürecinin sonunda tatil anılarımı belgelerle yayınlamaya başlayacağım. Bekleyin anacım.

19 Haziran 2010 Cumartesi

beni gidi atölye kargası beni


Normal insanlar eğer ertesi gün tatile gideceklerse ne yapar? Bavullarını hazırlar, eksik gedik tamamlar, hazırladıkları listeyi çentiklerle doldururlar di mi? Ama ya benim gibi havai bir karga ne yapar? Kurabiye atölyesine gider. Daha ortada bavul yokken, ilgi alaka bekleyen kediler ve gelmesini sabırsızlıkla bekleyen bir koca varken kafası bir karış yukarda karga erken emeklilik hesapları içersinde kendini bir atölyede bulur. Evet bugün tüm günümü burda geçirdim. Çok şey öğrendim, bir o kadar da eğlendim. Biraz pratikle elim çabukluk kazanacak ve daha doğru dürüst şeyler çıkarabileceğim. Didem Akben'e ve yardımcısına çok teşekkürler.
Ne kadan!!!! yetenekli olduğumunda ispatları aşağıda. Bir gün yemeğe de bekleriz.



Benim favorim bu melekler oldu. Çok şirin gözüktiler gözüme. Yeme de yanında yat bu meleklerin.

Yarın evlililik yıldönümümüz. 1. yılın şerefine bu kurabiyeler.


Bunlarda "Ekin hanım" serisinin ürünleri.


Bu şeker hanım ve bey de sevgili ile ben.  

18 Haziran 2010 Cuma

genç werther'in acısı

Daha Haziran'dayken "el insaf" sıcaklarının bastırmasına dayanamazken üstüne ofiste olmak  belli bir saati ofis koltuğunda geçirmek benim bünyede "Genç Werther Acısı" sendromu yarattı. Hele hele bir de tez denen şeyle uğraşmak zorunda kalmak. Hissettiklerimi tarif edemiyorum bilen bilir. Bilmeyenler bilenlere sorsun. Beyninin damarlarının büzüşmesi gibi bir his işte. Neyse yaptığım (ya da yaptığımı sandığım) okumalar esnasında karşıma bir şiir çıktı. Hoşuma gitti bu acılı, sancılı duruma iyi bir ilaç olur dedim, buyrun okuyun:

Napalım yoksulsak
Kafama kakmasan olmaz mı?
Sen şusun sen busun,
Bunca yıl geçip gitti
Diye tartaklamasana.
Bu acı laflardan
Ne geçecek eline?
Yıka şu hamsileri
Ben de şarabı dökeyim.
Çırılçıplak, zilzurna,
Bak, biz yatakta
Ne zenginiz.

Şairi bilinmiyor ama amca çözmüş olayı "takma kafana tokadan başka birşey, ye, iç, eğlen".

16 Haziran 2010 Çarşamba

biri tutmuş, biri pişirmiş, biri de "hani bana, hani bana" demiş

Artık geri sayım başladı. Ekin hanım'ın gelmesine iki ya da üç hafta var. Bana verdiği sözü tutarsa önümüzdeki hafta ben -tabii o ve annesi için de- denizde cıp cıp yaparken gelmeyecek. Hem doktor amca da demiş "pek rahat, gelesi yok". Bence de azıcık dursun. Hep beraber karşılayalım istiyorum onu ama kendi bilir tabii. Neyse bugün annesi ve anneannesi ile birlikte minik hanım'ın "Hoşgeldin Ekin" şekerlerini yaptık.

Bu sektör almış başını gitmiş. Ulu, bilge insan H. teyze, vefalı komşusu Sıdıka hanım ile yapmış olduğu 1.,2. ve 3. Eminönü seferlerinden inanılmaz şeylerle dönmüş. E.'ciğimin istediği şeyleri ve hatta daha fazlasını yüklenip gelmiş. Gerçekten oldukça pratik ve insanın bilindik pastanelerin oldukça pahalı bebek şekerlemeleri yerine kendi zevkine göre konuklarına ikram etmek için hazırlayabileceği pek orijinal şeyler bunlar.


Ben pek beğendim. E.'ciğimin istediği gibi kimine çikolata kimine renkli şekerler koyduk. Kimini tülden minik bohçalar halinde orjinal kurdelelerle bağladık kimini pembe beyaz keselerin içinde hazır hale getirdik. Ekin'nin annesinin son birkaç rötuşu olacak bunlarla ilgili. Ondan sonra bütün hazırlıklar tamamlanmış, herkes onu bekler olacak.

Sağlıkla, mutlulukla ve hayat şansıyla gelsin inşallah Ekin kız. Şansı güzel, aklı güzel bir hanım olsun. Annesini, babasını hiç üzmesin, hep beraber mutlu yaşasınlar. Biz de çıkalım kerevetine.

15 Haziran 2010 Salı

toplu dünya

Sidane'nin Matterrazzi'ye o meşhur kafayı atışını bundan tam dört sene önce bir kır lokantasında pideleri lüpletirken izlemiştim. Şu "zaman" inanılmaz birşey, yaşlandıkça daha iyi anlıyorsun onun ne menem birşey olduğunu. O zamandan beri dört koca sene geçmiş. Neyse ağlak, depresif, sıkıcı, boğucu bir yazı yazmak niyetinde değilim. Asıl mesele futbol şimdi.
Bu dünya kupasında henüz İngiltere ve -ne alaka futbolla- Amerika maçını izledim. Daha herkes ısınma turlarında sanki. Benim izlediğim maçta İngiltere pek nerde olduğunu farkında değilmiş gibiydi. Hani Dünya Kupasında değil de atıyorum Liverpool'da mahalle maçı yapıyordu abiler. Öyle bir formsuzluk, motivasyonsuzluk. Bir de herhalde ABD'yi çıtır çerez gördüler, pek sallamadılar, ondan olsa gerek bu zevksiz oyun. Ama ABD'de İngilizler'in file bekçisi Green'nin eline şükretsin. Atıverdi kaleye, oldu sana bir gol.
Arada diğer maçlara da bakarım. İndirdim fikstürü netten astım buzdolabının kapağına. Çeyrek finalleri bekliyorum. Favorim? Belli değil Arjantin ve Brezilya arasında gidip geliyorum. Bakalım ne olacak. Ama bu dnya kupasına asıl damgayı vuvuzelalar vurdu. Herkes nefret eidyor, haklılarda. Maç izlerken sanki stad hopörlerinin önünde sivrisinekler toplu geçit yapıyor. Öyle bir uğultu. Ne tezahüratları duyabiliyorsun ne de başka birşeyi. Bizi televizyon karşısında bu kadar rahatsız ediyorsa stadda nasıldır düşünemiyorum.
Evet bence de vuvuzela yasaklansın.

11 Haziran 2010 Cuma

şişirilirken elden kaçan balon sendromu

Geçen gün ofiste -herkes çalışmaktan bunaldığından olsa gerek- emekliliğimize ne kadar kaldığını öğrenme sevdası baş gösterdi. Girdik internetten ssk.gov.tr'ye, baktık, daha ne kadar köleliğe devam etmeye mahkumuz öğrendik. Bende şafak 1150 yani yaklaşık dört senecik daha "aman ağam canım ağam" durumu söz konusu. Ondan sonra yaşımı doldurmayı beklemem lazım ki o biraz uzun. Yaklaşık 20 sene. Neyse netteki sayfadan bu emeklilik vs. durumlarına bakarken adımın yanında yazan 3 2 1 gibi sayılar dikkatimi çekti. "Acep bunlar nedir?" diye sorunca arkadaşım "hani eskiden ssk primleri 3 aylık periodlarda yatıyordu ya onlar" dedi. "Haaaa öyle miydi dedim?". Zira ben hiiiçbir zaman bu tip konularda ne nedir ne zaman ne ödenir ilgilenmemişimdir. Bilmem yani primmiş mirimmiş, ne kadardır neyden kesinti olmuş. Her ay bankaya yatana bakarım "Allah bereket versin" der çatır çatır yerim paramı. Ama bazı insanlar bordro insanı. Alıyorlar bordrolarını "hmmm hmmmm hmmm burdan şu kesilmiş, bu ay şu yatmış" diye çatır çatır okuyorlar. Bana o rakamlar Çince gibi geliyor, hiçbir şey anlamıyorum. Olur da biri feveran edip "aman da bu ay hata olmuş, şu kadar eksik yatmış" derse bende bordromu alıp "Kardeş benimkine de bakar mısın? Eksiklik var mı?"diye yandan yandan yengeç misali sokulup baktırıyorum.
Özeniyorum ben bu insanlara. Bunlar hayatta ne yaptığını bilen insanlar. Bunlar her zaman ne istediklerini bilmişlerdir. "Ben şunu okuyacağım sonra bu alanda master yapıp sonra da üç beş sene sonra şurada Ceo falan olucam" diyen insanlardır bunlar ya da "ben şu kadar sene çalışıcam sonra da şu hobimle uğraşıcam"diyenlerdir bunlar. Gözleri açıktır, hedeflerine ulaşmak için önlerine gelen aşamaları geçerler başarıyla, hayatta hiçbir şey gözlerinden kaçmaz. Hayatta boşa vakit geçirmezler. Ama ben öyle miyim? Ne gezer!!! Benim şişirilirken elden kaçırılıp pırrrttttt diye sesler çıkara çıkara havada bir sağa bir sola doğru uçan balondan ya da başı kesik tavuktan hiçbir farkım yok. Anlamsızca yalpalıyorum. Öyle bir "hebele hübele" durumum söz konusu. İnsanın iki sene önceki fikirleri ile şimdikiler bu kadar farklı olur mu? Yapmak istediği şeyler üç beş sene içinde farklılaşır mı? Bilinç aydınlaması böööle herkeslere geç gelen bir şey midir yoksa genlerimde bir Karadenizlilik durumu mu vardır acep? Bu şişirilirken elden kaçan balon sendromundan ne zaman kurtulacağım? Bilen varsa beri gelsin.

10 Haziran 2010 Perşembe

meliaam canım cigerim


Sırayla girdiler hayatıma... Önce Süper Baba, sonra İkinci Bahar şimdi de Canım Ailem. Bu üç diziyi seyrederken hep öyle mahallelerde, öyle koskocaman ailelerin içinde, en ufak bir sıkıntında sana yardım etmek için deli divane olan insanların arasında yaşamak istedim. O zamanlar okuldan gelince Nihat'ın kahvesinde oturup denizi seyretmeyi ya da Ali Haydar ve Hanım'ın mutfağında meze yapmayı hayal ettim. Şimdi de bir Meliha ablam olsaydı keşke diyorum. Şöyle sıkılınca gitsem "ablam" desem o da "ha gülüm söyle"dese, cumbada çekirdek çitleyip, akşam evin önünde otursak. Hayatta tek derdimiz, Pamuk'a kurabiye Ağa'ya Ali Nazik pişirmek ya da Fıtnat'ı nasıl sinir etsek diye düşünmek olsa.
Meliham canım cigerim, hayallerime yeni şeyler ekleyerek veda etti gitti. Gerçekleşmeyecek bile olsa hayal etmesi güzel şeyler bıraktı ardında, diğerleri gibi.

8 Haziran 2010 Salı

an

Aldığımız nefesi o an alıyoruz, attığımız adımı o an atıyoruz, her gün yürüdüğümüz o yolları her yeni gün bir daha bir daha geçerken aslında o an için yeni baştan atıyoruz. Günün birinde bir an bir karar veriyoruz, o an bunun aldığımız en doğru karar olduğunu düşünüp, rahatlıyoruz. Aradan günler, aylar, yıllar geçiyor o an aldığın kararın aslında belki de hiçte doğru bir karar olmadığı b seçeneğinin daha iyi olduğu bir anda kafana dank ediveriyor. Öylesine hiç hesaplamadan, oturup düşünmeden, hapşırık gibi bir anda kafanda birşeyler aydınlanıveriyor, anlıyorsun. Sonrasında bir şekilde kendince o b seçeneğine dönmeye çabalıyorsun. Kalbin, aklın, ruhun b seçeneği ile dolup taşıyor. B seçeneğinin kombinasyonlarını yapıyorsun kendi kendine. Ama o an bu kombinasyonları kendi kendine yaptığının ya da kendi kendine o b seçeneğine dönmeye çalıştığının farkında değilsin. Hep o b seçeneği var sanıyorsun. Böyle günleri, ayları, yılları geçiriyorsun. Günün birinde b seçeneği ile karşı karşıya kalıverince bir an aslında o b seçeneğinin hiç varolmadığını hissediyorsun. Önündeki boşluğun aslında cam olduğunu anlayan bir sinek gibi, o an kafana dank ediveriyor. Hapşırık gibi birden geliveren aydınlık kafanı berraklaştırıyor. Yalnızsın.... Senin dönmeye çalıştığın yerden o b seçeneği çoktan ayrılmış.

raining cats and dogs

Heeey yukardaki amca ne oluyoruz? Nedir bu ya? Bu havanın durumu nolcek? Geçen hafta yumurta pişirten Ağustos sıcağında kavruluyorken bu hafta musonlar rotasını mı şaşırdı ne? Bu hafta yağmur, bütün sene yağmayıpta birikmiş gibi tepemize tepemize akmakta. İnsan, "Yüzyıllık Yalnızlık"ta yıllarca durmadan yağarak Macando kasabasını bitiren yağmurlar mı geldi acaba diye düşünmeden edemiyor. Durmadan yağıyor. Ara ara yavaşlıyor sonra bütün hıncıyla sanki tepedeki amca kovalarla suyu aşağıya boşaltıyor.
Her sabah kestirme olsun trafiğe takılmayayım diyerek kullandığım yol, bu sabah sel bastığı için tıkalıydı. Bütün yolu tekrar gerisin geri döndüm. Sabah sabah zaten berbat olan trafikte bir nevi işkence oldu bu benim için.
Biz insanoğluna yaranılmıyo di mi yalebbim? Yağsa da yağmasa da mıdırlanıyoruz.
Neyse konuyu elde bir fincan çayla, pencereden yağan yağmura bakarak ve evde pijamalarla oturma hayali kurarak, günün anlam ve önemine uygun şu güzel deyişimizle kapatayım.
"Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız güzel olsun."


4 Haziran 2010 Cuma

açık seçik ifade edeyim

Bunu şurdan gayet açık seçik ifade edeyim; hamile değilim arkadaşlar.
Gerçi olsam fena olmayacak amma henüz bir icraat vuku bulmuş değil.
Ol sebebten dünkü hop hop hoplama isteğim bir bebiş değil idi.
Sevinçli, "acaba mı?"lı telefon ve maillerinize burda da cevap yazayım istedim.
Amma velakin niyetimiz baki. Hatta ve hatta önümüzdeki birkaç ay / sene içinde bir bebişin ailemize katılması hiiiiiçççççç fırsatçı bir insan olmama rağmen aile bütçemiz için önem arzetmekte. Zira geçen gün E.'cimle yaptığımız bebek alışverişinde gördüğüm fiyatlardan gözlerim yuvalarından uğradı. Bebe marketlerde en ucuz şeyin fiyatı 30 TL. Tırnak makası 30TL, göğüs ucu çıkarma makinası 30 TL, pişik kremi 40TL., fanfinifon bilmemnesi 80TL. Bu fiyatların içinde en kızdığım küvetlerin fiyatı oldu. Bildiğin Erenköy pazarı işi plastik küvet 30TL iken onun leylek gibi duran dengesiz ayağı 80TL. Satış görevlisi kız fiyatı söyleyince bendeki klasik "ohaaaa" nidası çıkıverdi. Evet biliyorum çok kabayım ama ne bu ya? Bildiğin çamaşır askısı gibi birşeyi ayak diye satıyorlar. Hayır bir de hem sağlam değil hem de yer kaplayan birşey. Neyse sonradan kral banyosu gibi konforlu, kullanışlı ve sağlam bir küveti normal fiyatından oldukça ucuza bulduk, aldıkta rahatladık.

Bu sene çevremde doğum çok. Yapıyorum şimdiden listeyi. Eltiden araba koltuğu, ana kucağı, ofisteki arkadaştan bebek telsizi, steril aleti, E.'cimden Allah ne verdiyse. Birkaç sponsor bulursam da doğum masraflarını ve bebek odasını hallettim mi tamamdır bu iş!!!!

3 Haziran 2010 Perşembe

hop hop hoplayasım var


Şu an var ya avazım çıktığı kadar bağırıp,
Parmak uçlarımda dans edesim hop hop hoplayasım var.
İçim kıpır kıpır sevinçten,
Böle Balerina cif gibi hissediyorum kendimi,
Uçasım konasım var.
"Hayat güzel şey di mi yaw!" diyorum.
Bunu düşünürken kendi kendimi gülümserken buluyorum. 
Ofisin dışındaki çimlere yatıp yuvarlanasım var.

"Ah ulan hayat ah! Sen ne oyuncaklısın, bir üzüp bir sevindiriyosun.
İşte bu yüzden senden kolayca vazgeçilmiyor.

1 Haziran 2010 Salı

yaz başı



Biraz önce ofisten dışarı çıktım
İnanılmaz sıcak... yumurta pişirilecek cinsten
Yaz gelmiş belli
Bakalım nasıl bir yaz olacak?
Bekliyoruz heyecanla
Resimdeki gibi parendeler attıran bir yaz olsun inşallah maşallah