20 Eylül 2007 Perşembe

harika cumartesi





Cumartesi planım hazırdı... Dersten sonra eve gelecek etli fasulye pişirecek, uzun zaman önce Zeliş'ciğim içini bir güzel tarumar ettiği büfenin içindeki eşyalar yerleştirilecekti. Herşey planladığım gibi gidiyordu; etleri yumuşasın diye ocağın üzerine koymuştum, hafiften kendilerini bırakmaya, soğanlarla kanka olmaya hazırlanıyorlardı taa ki telefonum çalana kadar. Telefonum eğer "Passione"yi çalıyorsa bu E'cim arıyo demektir. Evet arayan oydu; "Hadi giyin bakalım santralistanbul'a gidiyoruz" dedi. Kem küm etler büfe falan dedim ama fikir çok güzeldi etlerde akşamı bekleyebilirdi. "Tamam bir saate kadar sendeyim" dedim. Yıldırım hızıyla hazırlandım. Ben, K ve E üçümüz "çılgın şöför" K'nın arabasıyla oldukça hızlı bir şekilde ( Ramazan'ın iyi yönü- trafik yoktu ) Silahtarağa'daydık.
Silahtarağa Elektrik Santralı Osmanlı Devleti'nin tüm İstanbul'a hizmet veren, kent ölçekli ilk elektrik santralıymış. Haliç'in bittiği Kağıthane ve Alibeyköy derelerinin ağzında kurulmuş santral 1914'den 1952 yılına kadar İstanbul'a tek başına elektrik sağlamış. Daha sonra kapasitesi giderek azalmış ve 18 Mart 1983'te elektrik üretimine son verilmiş. Santral toplam 118.000 metrekarelik bir alana yayılmaktaymış. Şimdi Mayıs 2004'te Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne tahsis edilen bu alan korunarak santralistanbul'a dönüştürülmüş.
Oldukça değişik bir mekan yarattıklarını söylemeliyim. Makine daireleri korunarak dönüştürülmüş ve Enerji Müzesi haline getirilmiş. Bu müzede türbün-jeneratör grupları, kontrol odası, atölye no:4, enerji oyun alanı, atölye çalışmaları, rehberli geziler ve film gösterimleri, seminerler ve sergiler var. Biz E'cimle ( K'nın acil bir işi çıktığı için gezimizde bizi yalnız bıraktı ) önce "Modern ve Ötesi" isimli sergiyi gezdik. Türkiye'deki modern sanatın 50 yıllık gelişimine tanık olduk. Birbirinden değişik heykelleri, resimleri gördük ve bir kez daha gerçek sanata ve sanatçıya hayran hayran dolaştık sergide. Daha sonra 1'nolu makine dairesine geçip kontrol odasını gezdik.
Bu alan sanki Hollywood film platosuna benziyordu. Kontrol odası koskocaman bir yer ve bir sürü enteresan makineyle dolu. İnsan her an bir yerden çılgın bir bilim adamının çıkacağını sanıyor. Konrol odasından enerji oyun alanına geçtik. Kendi elektriğimizi oluşturduk, yağmurun sesini dinledik, manyetik heykeller yaptık. Oldukça eğlenceli olduğunu söylemeliyim.
Eeee bu kadar dolaştıktan sonra acıktık. Veee "Otto Santral"de aldık soluğu. Geçen cumartesi ilk günleriydi. Bir pizza ve salata söyledik; salata geldi ama pizza için bir 45 dakka bekledik. Tamam yeni açılmışlardı eleman sıkıntısı vardı ama azıcık sipariş sırası takip etselerdi iyi olurdu. E'cimle garsona asabiyet yaptık ancak öyle bir pizza geldi ki bütün gerginliğimiz yokoldu, gömüldük pizzaya.
Asıl sürpriz beni tuvalette bekliyordu. Hayatımda gördüğüm en orjinal tuvalet "Otto Santral"in tuvaleti herhalde. Tuvalet bölmelerinin kapakları "Frigadaire" buzdolabı kapağı şeklinde yapılmış. Sanki buzdolabına giriyorsunuz :)))) .
Santralistanbul eskinin bozulmadan yeniyle birleştirilip nasıl işlevsel hale getirilebileceğinin güzel bir örneği bence. Şu anda hala birçok çalışma devam ediyor, inşaat bazı yerlerde hala bitmemiş ama sanırım özellikle bahar aylarında ailecek veya arkadaşlarla güzel, sanatsal bir gün geçirmek için oldukça ideal.
Buradan ayrıca E'cime bu harika gün için tekrar çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın canımcım.

12 Eylül 2007 Çarşamba

Reklamları izlediniz !!!

Ben çok televizyon izleyen biri değilimdir. Bazen sıkıntıdan kanallar arasında zaplarken bütün dizilerin gelecek haftaki bölümlerini gösteren fragmanları izlerken neler olup bittiğini anladığım için dizi mizi izlemem. E Türk dizilerinin sonu başından belli o yüzden ne diye vakit kaybedeyim. Ama bu aralar reklamlara taktım. Bazılarını seyretmek gerçekten çok zevkli. Mesela Milupa'nın reklamı; gelmiş geçmiş en iyi rock grubu olan Queen'in şarkısı eşliğinde o ne güzel bebekler ne şirin çocuklar. Çok iyi düşünülmüş bir reklam. Ayrıca nedense bütün araba reklamları çok güzel şarkılar ve görüntüler eşliğinde öyle bir sunuluyor ki şeytan diyor atla arabaya git yenisiyle değiştir gel.

En iyisi ben top 10 reklam listemi yazayım buraya bakalım sizde bunları beğeniyor musunuz ?

1. Coca cola Ramazan reklamı

2. Milupa "We 're the champions"

3. Turkcell SuperLig

4. Citroen danseden araba

5. Bütün VW reklamları

6. Nokia "Can'ın kahkahaları

7. Bir Bis Krem versem

8. Sütaş ayran çalkala ( Herkes dans ediyor ya o reklam, inekli olan değil )

9. Renault Clio

10. Schwepps gazoz reklamı



En iyiler olurda en kötüler olmaz mı? İşte en kötüler top 10'u (şimdilik top 4- listemiz genişleyecek ) :

1. Tan Sağtürk ve Coffeemate

2. Mehmet Günsür Rejoice

3. Tutku reklamı uzaydaki tipler

4. Ebru Akelli Pantenne reklamı





Aaaa bunları yazarken eski reklamlar aklıma geldi. Kartopu yünlerinin reklamını hatırlamayanınız var mı ? "Şişştt şişşştttt gördün mü? Kartopu alıp ördün mü ?" ya da kumsalda koşan bronz tenli beyaz mayolu incecik kadın yani "Delial bronzlaşmak için ideal" . Pekiii
" Kıskanç bayanlar eşinize Eros giydirmeyin" bunu hatırlamayan var mı?.

Evet reklamları izlediniz :)))) !!!!!!

6 Eylül 2007 Perşembe

Biricik


( Bu akşam biraz edebiyat parçaladım bakalım olmuş mu ? )

Duşun altında dakikalarca dikildi. Saçlarını, vücudunu köpürttükçe köpürttü. Ne kadar çok sabunlanır, vücudu sabundan görünmezse o kadar temizlendiğini, arındığını hissediyordu. Şampuanı saçlarına boca edip,hırçın hareketlerle sanki derisini kazımak istermişçesine saç diplerinde parmaklarını gezdirdi. Sabun bütün gözeneklerine nüfuz etsin istiyordu. Duş başlığından çıkıp vücudunda akıp giden suyun sabunu arıtışını, bıraktığı izleri, delikten yok oluşunu seyretmek hoşuna gidiyordu. Herşey; sıkıntılar, belirsizlikler, kötü duygular, o delikte yok oluyormuş gibi geliyordu ona. Her sabah temizleniyor, herşeye yeni bir başlangıç yapıyor, bir sonraki arınma ayinine kadar kendini bir parça huzurlu hissediyordu.
Aynada saçlarını tararken gittikçe artan kırışıklıklarına takıldı gözü. İnsan, aynada kendine bakmadıkça ya da eski resimler bir çekmeceden fırlayıp hatırlatmadıkça zamanın geçtiğini anlamıyordu. Hala kendini yirmilerinde, herşeyi başarmaya gücü yetermiş, dilediklerini gerçekleştirmeye zamanı varmış, hala hiçbirşey için geç değilmiş gibi hissediyordu. Ama zaman sinsiydi, acımasızdı, kendini farkettirmeden içten içe yol alıyor kişinin zayıf bir anında beklenmedik bir şekilde vurup can acıtıyor, aslında çok geç olduğunu vakit kalmadığını gösteriveriyordu.
Bugün yapacaklarını geçirdi aklından. Bakkala, manava uğrayıp akşamki ziyafet için birşeyler alacaktı. Bugün Biricik’in günüydü. Herşey güzel olmalı, hiçbirşey eksik olmamalıydı. Her ikisi içinde bu kısacık zaman o kadar önemliydi ki birşeyler ters gitsin istemiyordu. Kafasında planladığı gibi tıkır tıkır yürüsündü herşey. Giysi dolabını açıp çiçekli kısa kollu elbisesini giydi, ıslak saçlarını toplayıp minik bir çantanın içine gerekli ıvır zıvırı doldurup dışarı çıktı.
Apartmanın ağır demir kapısını açar açmaz güneş ışıkları gözünü aldı. Gün çoktan öğleyi bulmuş, komşu kadınlar sabah işlerini bitirip kahvelerini içmişler, tatlı bir rehavet içinde camdan sokağı seyredip, günlük dedikodularını yapıyorlardı. Derin bir nefes alıp, temiz havayı içine çekti. İçini bir huzur kapladı. Kısacık bir mutluluk anı, dudaklarına bir tebessüm yayıldı.
Hava o kadar sıcaktı ki sanki adımlarını atamıyor, olduğu yerde duruyormuş gibi geliyordu. Bazen rüyalarında kendini çok acelesi varmış, bir yere yetişmesi gerekiyormuş da bir türlü oraya gidemiyormuş sanki ayakları çimento dolu birer tenekeye saplanmışlarda onları kaldıramıyormuş gibi sıkıntıda gördüğü olurdu. İşte şimdi aynen öyle hissediyordu. “Dur sakin ol” dedi kendi kendine. “Daha vakit var, yetiştirirsin herşeyi. Fazla lafı uzatmasına izin verme, işini gör, çık. Fasulye pişerken pilavı ıslatır bir ara pişirirsin. Sıcak sıcak gelsin masaya.”
Kafasını kaldırdığında mavi boyalı eve geldiğini farketti. İçiyle tezat huzur veren bir mavisi vardı bu eski evin. İki üç basamaktan sonra önünde dikildiği kocaman kapının ziline uzandı. Kısa bir bekleyişten sonra çok tanıdık bir yüz kapıyı açtı. Ne bir günaydın ne bir merhaba dedi karşısındaki. “Seninki biraz bekletecek. Akşam olay çıkmış. Yeni gelenin ifadesini alıyor” dedi iriyarı kadın bezgin bezgin.
Onunkinin - Faça Rıza derler- odasına giden koridoru birlik arkalı önlü geçtiler. Kadın onun dinleyip dinlemediğine aldırmadan anlatmaya devam ediyordu, “Rıza dün kumarda kaybetmiş, üstüne bu kızda sorun çıkarınca delirdi. Dün geceden beri zor tutuyorum. İki saattir içerde tutuyor kızı. Dışarı çıkınca ne halde olacak bilmem.” Odanın önüne gelince bir koltuğa oturdu, kadında konsolun önündeki paketten bir sigara alıp pencerenin pervazına yaslandı. Derin bir nefes çekip sanki dumanla birlikte bütün sıkıntıları gidecekmiş gibi uzun uzun üfledi.
Paniklemeye başlıyordu, Rıza gerçekten kızdıysa kurtuluş yoktu. Yapılabilecek en büyük hataydı onu kızdırmak. Yıllar içinde öğrendiği en önemli şeydi bu; “Rıza’yı kızdırma.”
Kafasını duvara yasladı. Karşısındaki resmi belki defalarca görmüştü ama hiçbir zaman bu kadar dikkatli incelememişti. Rıza’nın evine hiç yakışmayan ama kimbilir kimden kumar borcu karşılığı aldığı bir resimdi. “İşte benim hayatımın özeti” diye düşündü. İki kişiliğin tek bedende birleştiği bir hayat. Odanın birindeki kadın oturmuş eğlendireceği adamı bekleyen, unutulmaz geceler vaad eden, arsız, çıldırtıcı, ayıp nedir bilmeyen bu yüzden de Rıza’nın en has müşterilerinin aradığı, kıymetli gözde. Diğeri ise her gecenin sabahında sanki hiçbirşey yaşanmamış gibi uyanan farklı, mazbut, içine kapanık, yorgun, sakin kadın. Kim inanırdı ki onun iki hayatı olduğuna; her zaman halini hatırını soran laz bakkal mı, söküğünü yırtığını diktirdiği terzi mi yoksa karşı dairedeki arada sırada sabah kahvesine gittiği yaşlı teyze mi ? Herşeye bir gün düzelecek umuduyla katlanıyordu. Resimdeki beyaz kapının ardında olduğunu düşündüğü yeni hayat için, biriciği için dayanıyordu onca adama, onların pis yılışık gülüşlerine.
“Güzelim çok mu beklettim seni ?” diyen Rıza’nın sesiyle kendine geldi. “Biliyorum acelen vardır ama kafasız bir kaltakla uğraştım. Karı bana dün gece pahalıya mal oldu. Ama dersini verdik gerizekalıya. Bu hır gürün içinde zarfını unuttum sanma. Al bakalım. Bir hafta kızınla iyice dinlen” derken belini sıkı sıkı kavradı. “Gel seni geçireyim.”
Kapı kapanınca ferahladığını hissetti. Herşey bitmiş geride kalmış gibi geldi. Ayakları hafiflemişti yere değmiyordu sanki.

Eylül'de gel



Eh yine günler geçti bir Eylül daha başladı. Çocukken yaz tatili bitmek bilmezdi sıkıntıdan patlardık okul açılsa diye dört gözle beklerdik. Şimdi bir bakıyorum Eylül, bir bakıyorum Ocak, bir bakıyorum Haziran hayır dünyamı daha hızlı dönmeye başladı yoksa büyümek bu muymuş?
Ben bir yılbaşında bir de Eylül'de okul açılırken şöyle bir temizlik yaparım evde de kafada da... Gereksiz şeyler atılır çöpe,çekmeceler düzenlenir, çalışma masası düzenlenir, yeni döneme seneye hazırlarım kendimi. Şöyle bir geriye döner hesap yaparım kendi kendimle... Bakalım bu senenin bilançosu neymiş;

* Yeni işe başladım
* Zeliş girdi hayatıma
* Bir sürü hoş, keyifli insanlar tanıdım
* Çok yeni ama umarım hayatımdan hiç çıkmyacak bir dostum oldu
* Mastera başlıyorum
* Hala İstanbul'da gezmediğim bir dolu yer var
* Eski aşkları çöpe attım
* Daha pozitif olmayı öğrendim
* Mustafa Sandal konseri...Kafamın üstünde patlayan havai fişekler...
* Örgü işini biraz ilerlettim
* Hala okumam gereken bir dolu kitap var
* Güzel üç hafta tatil yaptım

Eylül bilançosu şimdilik böyle... Fena değil gibi...