30 Eylül 2010 Perşembe

soruyorum size

Bugün Eylül'ün son günü....Bir seneyi daha devirmek üzereyiz. Ekim, Kasım ve Aralık kaldı yani üç ay sonra al sana yeni bir yıl. Yaw ne kadar sinir bozucu. Saatler, günler, aylar son sürat ilerliyor ve ben bunun gerçekten farkında değildim yani tamam farkındaydım da bu kadar hızlı geçip gittiğini, kafamda taptaze durdukları için geçen ay olduğunu sandığım olayların veya meselelerin üstünden aslında bir ila beş yıl geçtiğini karşımdakilerin "ooooo o filanca senedeydi" demelerinden anlıyorum. Bir de daha çok kısa bir süre (bakın yine aynı şey benim için çok kısa bir süre önce olduğunu sandığım bu olayın üzerinden altı yedi sene geçmiş) önce üçüncü beşinci sınıfta bıraktığım öğrencilerimin artık koskocaman birer adam ya da hanım olduklarını meşhur paylaşım sitesindeki resimlerini görünce anlıyorum. Oysa ben her sabah kalkıyorum aynaya bakınca hep aynı yüzü görüyorum. Yıllardır bu yüz aynı, pek birşey değişmedi ya da değişti ve hatta ben oldukça yaşlandım da gözüme perdemi indi de ben yaşlandığımı göremiyorum acaba? Yoksa bir sabah kalktığımda kendimi Benjamin Button gibi birden yaşlanmış mı görücem? Şimdi soruyorum bilenlere bende mi bir anormallik var yoksa herkes mi aynı şekilde hissediyor?

29 Eylül 2010 Çarşamba

sertaç mortaç'a sevgilerimle

Sevgili Sertaç Mortaç,
Sizin, göbekten siyah Marmara Birlik sele zeytini yemeli klibinizle Türk pop müzik piyasasına bomba gibi düştüğünüz dönemde benim bıyıklarım henüz terlemekte, daha iple filan kuaförlerde aldırmamaktaydım. İnce telli küt kesim saçlarınız ve sağa sola salladığınz kafanızla bende herhangi bir hayranlık uyandırmadınız bunu baştan söyleyeyim. Hatta sanırım önceleri kimselerde hayranlık uyandırmadınız zira uzun bir süre sizin kadın mı erkek mi yoksa ne olduğunuz konuşulmuştu gayet açık seçik hatırlıyorum.
Ben büyüdüm, siz de büyüdünüz. Bir nevi birlikte yaşlandık denilebilir. Hayatımın her döneminde bir şarkınızla arkada fon oluşturdunuz. Yıllardır hep aynı  melodi ve birbirininin benzeri sözlerle o kadar çok şarkı yaptınız ki ben ancak klip çekerseniz ve ben bunlara kazara televizyonda denk gelirsem anladım şarkınızın yeni olduğunu. Aksi takdirde şarkılarınızın yeni olup olmadığını hiç ama hiç anlamıyorum çünkü hepsinde istisnasız "rrrrrrrrrrr"lerle dolu nakaratlar ve bizim lisede yazdığımız "sepet sepet yumurta sakın beni unutma" gibi kafiyeli sözler var. Kabul ezberlemesi kolay da abicim o kadar yıl geçti, azıcık değiştir artık kendini ve lütfen o yılan dansını da değiştir. Bu aralar yeni albümünün son iki klibi oynuyor televizyonlarda; "poşet" ve "mikrop". O kadar yaratıcı sözleri var ki gözlerim yaşarıyor (hayır sevinçten değil sinirden).

Ben ne sana taparım ne seni ararım ne trip atarım

Sen ne beni oyala ne omuz ovala işime bakarım
Ben o nazı çekemem günaha giremem kötü söz edemem
Aşk bu kızıl ötesi yaralı müzesi hareket edemem
Acılarım heveste güneş açar aheste bir kapalı kafesteyim
Topu topu bi deste ara sıra bi besle iki nota bir besteyim
Seni çöpe atacağım poşete yazık
Bi sigara yakacağım ateşe yazık
Aşk gidene acımak mı?
Bu yükü taşımak mı?
Yarayı kaşımak mı?
Sor iyisi çıkacak mı?
İçime akacak mı?
Ve güneş açacak mı?

Yıllardır hep aynı şey. Giden kadına posta koyma durumu. "Git leyn ne yaparsan yap umrumda değil, sen zaten hiçbirşeye değmezdin" havaları. Zaten sizden sonra pop müzikte kimse gidenin ardından ağlamadı. Herkesde "beni istemeyeni ben hiç istemem hali". Aferim size. Böyle devam edin. Sanırım siz yeni tür arabesksiniz. Yok aşağılamıyorum. Aslında sizinki büyük başarı. Şu koca ülkede kim kaportacılıktan böyle tanınan bir şarkıcılığa giden yolu başarabilir. Ancak Brezilya dizilerinde olacak birşey olmuş sizin hayatınızda. Tekrar aferim.
Ha son olarak Allah aşkına dansçılarınızı değiştirin. Ne öyle dans etmek! Sanki arkadan birileri elektrik veriyormuş gibi tir tir titriyorlar dans etmek yerine. Hele o pek beğendiğinizi düşündüğüm kızıl uzun saçlı mavi gözlü koca dudaklı dansçınızı acilen değiştirin. Geceleri rüyalarıma giriyor öcü niyetine.
Benden bu kadar. Bugün koşu bandında sizin yeni!!! klibinizi görüp sinirlerim zıplayınca içimden size yazmak geldi. Artık yaşlandık, diyorum ki şöyle gün yüzü ile sizden farklı birşeyler dinleyebilecek miyiz acaba? Ne dersiniz sevgili Mortaç?


Serdar Ortac - Poset
Yükleyen teknikerozcan. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.

28 Eylül 2010 Salı

kara böcek ve ben / sonbahar notları 1

Baktım annem arızaya bağladı bu aralar, digital günlüğüne eskisi gibi her gün her gün not düşmüyor ben girdim devreye. Zaten küçüklüğümden beri annemin bilgisayarında ben de birşeyler döktürmek isterdim de bir türlü fırsat olmazdı şimdi fırsat bu fırsat ben aldım elime sazı.


Çook sıcak geçen günlerin ardından limonata tadında bir havanın keyfini sürüyoruz kara böcek arkadaşım / sevgilim / herşeyim  Kara ve ben. Sabah annem işe gidinceye kadar balkon keyfi yapıyoruz. Bıraksalar akşama kadar balkonda takılırız ama annem düşeriz falan diye korkuyor, işe giderken bizi içeri sokuyor. Evde de bütün gün yapacak pek birşey olmuyor. Canım çok sıkılırsa Kara'yı kovalıyorum evin içinde. Azıcık hareket oluyor. Onun dışında annemin işten dönmesini bekliyoruz. Eve gelince mutlaka bana sıkı sıkı sarılıyor. Sanırım beni çok özlüyor. Aslında böyle sıkı sıkı sarılmasını pek sevmiyorum ama işin ucunda o lezzetli ıslak mamalardan olduğu için pek sesimi çıkarmıyorum. Aslında annem vermeyecek o mamalardan bana, malum kilo problemim var. Yazın sıcaktan tüylerle birlikte bir iki gramcık da vermiştim sanki ama yine aldım galiba. Cumartesi veteriner Hande'ye gidecekmişiz. Annem telefonda koulurken duydum. O güne kadar saklanacak bir yer bulmam lazım ama ne zaman saklanmaya kalksam koca popomu bir yerlere sığdıramadığım için annem hemen buluyor beni. Zaten bulduğunda da hemen "koca popolu gel buraya" diye eğleniyor benle. Evet koca popoluyum ne olcek? Yiyiyorum işte sefam olsun! Bir balkon bir de yemek keyfim var onu da kaybedemem valla. Bu yazı böyle havadan sudan oldu. Bu seferlik böyle olsun. Kara ile maceralarımızı burdan anlatmaya devam edicem, beni okuyun. Hatta followerslara da kaydedin kendinizi.

22 Eylül 2010 Çarşamba

ruhumla tek başına

Ben: Sevgili ruhum, otur karşıma da konuşalım biraz!
Ruhum: Noldu?
Ben: Valla asıl benim sana sormam lazım. Noldu?
Ruhum: Biliyorsun bu aralar herşey ağır geliyor, üstüme üstüme geliyor. Canım sıkılıyor.
Ben: Senin canın sıkılıyor sonra beni sıkıyorsun.
Ruhum: Biliyorum.
Ben: Bu böyle gitmez ama biliyosun di mi? Hep mutsuz hep mutsuz. Biraz herşeyi abartmıyor musun? Neden oluruna bırakmıyorsun? Ne olacaksa olmayacak mı zaten?
Ruhum: Öyle, doğru diyosun. Ben de sürekli kendime aynı şeyleri söylüyorum. Mutlu olmak ve şükretmek için çok neden var diyorum ama sonra bu iki saat sürüyor. İki saat sonra yine unutup eskisi gibi düşünmeye başlıyorum.
Ben: Bak bu iş ciddi! Ya sen bu tutumunu değiştireceksin ya da ben seni terkedicem. Anlıyor musun? Daralttın içimi yahu! Valla aşağıda beden bir gün isyan edecek haberin olsun. Bak hiç uçuk çıkmazdı şimdi sıkıntıdan ucukluyosun. Nedir bu kardeşim böyle? Bana kastın mı var?
Ruhum: Yok ya bilerek yapmıyorum.
Ben: Akıllan diye gittim bir sürü kitap aldım sana. Şu Aykut Oğut ne güzel yazmış. Hani deneyecektin orda yazanları?
Ruhum: Deneyeceğim.
Ben: Ne zaman? Bugün yarın ömür geçiyor. Senin yüzünden iyice uyuz, nemrut, vıdı vıdıcı biri oldum çıktım yahu! Değişmeyeceksen bırak beni! Ben başka bir ruh istiyorum. Ya da adam ol değiş! Sal kardeşim herşeyi çayıra!
Ruhum: Öyle mi diyosun! Gerçekten değişmeye çalışıyorum!
Ben: Çalışma dene! Herşeyden önce şükret sahip olduklarına! Böyle bir hayatı olamayanlar var!
Ruhum: Tamam söz sana yapmıyacağım bir daha öyle kötü kötü şeyler. Aklına getirmeyeceğim olumsuz şeyler. Tamam mı? Affettin mi beni?
Ben: Valla bu kaçıncı söz verişin ama severim seni. Bu yüzden sana bir şans daha. Bak gözüm üstünde, bir daha beni sıkarsan külahları değişiriz haberin olsun.
Ruhum: Tamam! söz!
Ben: Bak görüyorum parmaklarını çapraz yapıyosun! Yalandan söz verme!

15 Eylül 2010 Çarşamba

içim karanlık

Size de olur mu hiç? Şöyle sular seller gibi ağlasam der misiniz? Benim böyle ağlayasım var, şöyle dolu dolu gözyaşlarımı fışkırta fışkırta ağlamak geliyor içimden. Nedensiz öylesine içimden geliyor! Böyle hakkıyla ağlasam yıkayacağım herşeyi, tertemiz olacak gibi geliyor. Ama çıkmıyor gözyaşları biraz uyumak isteyip de uyuyamamak, oturmak isteyip de oturamamak gibi işte. İçim karanlık bu aralar, sonbahardan mı ne? Geçer...bu da geçer..Güneş açar yeniden. Öyle olmalı di mi?

of pof afra tafra

Pazartesiden beri hem evde hem de işte yoğun bir tempo hüküm sürmekte. Cuma'ya kadar da belli bir miktar parayı bulursam (kredi alıp alamayacağıma karar vermeye çalışıyorum) hayallerime doğru yelken açmaya başlayacağım. Düşünmekten yine sivilce çıkardım. Amaaan hayat bu aralar bana afra tafra of pof işte.

13 Eylül 2010 Pazartesi

kış programı

İlkokuldaki hayat bilgisi kitabında bir bölüm vardı. Eğer yanlış hatırlamıyorsam adı "Kışa Hazırlık" idi. Bütün ünite boyunca kışa nasıl hazırlanıldığı anlatılırdı. Tarhanalar yapılır, ev badana yaptırılır ve temizlenir, diğer eksikler giderilirdi. "Ben de bu haftasonu tarhanamı, eriştemi, temizliğimi yaptım evimi kışa hazırladım" diye bir cümle yazmak isterdim buraya ancak henüz bu cümlenin tarhanalı ve erişteli kısmını annemden karşılıladığım için sadece evin temizlenmesi kısmı benim. Bu sefer gerçekten kış temizliği gibi oldu. Koltuk kılıfları yıkandı, yaz başında kalkan halılar serildi, dolaplar temizlendi ve ilk etap verilecekler verildi. Dün de bütün bu hazırlıklara destek verircesine hava iyice serinledi, şakır şakır yağmur yağdı. Valla özlemişim yağmuru hiiiç şikayetim olmadı.
Kısacası artık akşam sekizde hava kararır, bütün referandum, basket maçı, bayram seyran tantanası geçip gitmiş ve televizyonlar da yeni yayın dönemine başlamışken kış programı bugün itibariyle startı verdi. Hadi hayırlısı....

10 Eylül 2010 Cuma

yazlık bayram


En kısa sürede Diyanet İşlerine dilekçe yazıp, bayramların kışa çekilmesi ve hatta sabitlenmesi konusunda bir referandum talep edeceğim. Olmuyor azizim böyle... Yaz günü oruç ardından da bayram olmuyor. Bu işin uhreviliği kışın gidiyor. Kış gelecek ramazan olacak, üşümüş geleceksin sokaktan mis gibi çorba kokacak, sen top pardon ezan vakti için dakika sayacaksın, annen lezzetli bir sürü kış yemeği yapmış olacak, sonra top patlayacak oruç açılacak hurma zeytin mideye indirilecek, çorba içilecek bütün bunların ardından çay keyfi gelecek. Televizyonda bir ay boyunca uhrevi programlar yayınlanacak vs. vs. bütün bunlar kışın gidiyor ama bu işler yaza denk gelince olmuyor. Ben bu sene ramazandan hiçbir şey anlamadım. Hiiiç öle uhrevi bir havaymış, oruçmuş, iftarmış sarmadı. Ardından gelen bayram ise hiç bayram gibi değil(di). Hani bööle bitmek bilmeyen upuzun cumartesi ve pazar, hormonlu bir haftasonu. Bu bayram bir yerlere gitmediğimizden mi aile eşrafı ziyareti yapmadığımızdan mı yoksa yeteri kadar şerbetli tatlı yemediğimizden mi nedir bu bayram bayram gibi gelmedi. Neyse umudum yarınlarda! Yaptığım kaba bir hesaba göre on yıl sonra bayramlar kışa denk gelecek. Belki Diyanet İşleri de benimle aynı fikirde olur da erkenden kışa çekeriz bayramları kimbilir. Geç de olsa herkese sevdikleriyle mutlu, huzurlu nice bayramlar!!!!

7 Eylül 2010 Salı

360 derece istanbul

Herhalde İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) kurulduğu günden bu yana bu kadar çok insandan hiç bu kadar küfür yememiştir. Neden mi? Okuyun öğreneceksiniz.
Herşey bir sene önce sıcak bir yaz günü okuldaki S.'nin "Allah seneye Eylül'de U2 geliyormuş" feryadı ile başladı. Aylarca biletlerin satışa çıkmasını bekledik. Sonunda biletlerimize kavuştuk ve konser zamanı için geri sayıma başladık. Konser günü yaklaştıkça bir yandan sevinçten yerimizde duramaz olduk bir yandan da "Ulan o olimpiyat stadına nasıl gidicez? hadi gittik diyelim oradan nasıl çıkıcaz?" sorularına haritalar üzerinde saatlerce çalışarak cevaplar bulmaya çalıştık. Zira bir kısım İstanbullu için olimpiyat stadı demek "orda bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür" kıvamında bir yer. Gitmesi zor çıkması daha bir zor bir yer. Sonuçta yapılan etüdler ve alınan gerilla eğitiminden sonra A,B,C planlarının uygulanmasına karar verildi. Okuldan S&S ile Söğütlüçeşme metrobüs durağında buluşmak için sözleşildi. Sevgilim süslenip püslenmekten bir türlü hızlı hareket edemediği için evden çıkışımız ve S&S ile buluşmamız azıcık rötarlı gerçekleşti. Burada ben biraz araya reklam alıp bu şehr-i İstanbul'a metrobüs kazığında emeği geçenlerin nazik popolarını tekmelemek istiyorum. Zira "yüzyılın taşıma aracı" diye lanse edilip İstanbul trafiğinin -şeritlerini azaltmak suretiyle- içine eden zihniyet bütün İstanbul halkını kandırmış. METROBÜS BİLDİĞİN İŞKENCE!!!!! Eğer ilk duraktan bindiyseniz sorun yok, ara duraklarda binerseniz hamile inersiniz o kadar sıkışık, balık istifi bir durum. Bunların yanında IETT'lerde in cin çift kale maçta.

(hain şoförün otobüsü)
Neyse uzun süreli bir metrobüs çilesinden sonra Yenibosna'ya geldik ve bu konser için konulmuş belediye otobüslerine bindik. 15 dakika süreceği söylenen bu yol için bizden 6'şar lira istediler, söylene söylene paraları bayıldık ve asıl macera burada başladı. Şimdi sorarım size hanginiz 15 dakika süreceği söylenen yolu 1 saat 15 dakikada aldınız? Dün biz -İETT otobüsünün içindeki yirmi otuz kişi- yolu bilmeyen otobüs şoförünün gazabına uğrayıp bu şerefe!!! nail olduk. Yenibosna'nın bütün arka sokaklarını, Starcity diye bir alışveriş merkezinin önünü, Başakşehir diye bir yerin içini siz diyin iki, ben diyeyim dört kez turladık. Bir şekilde doğru yolu buluruz herhalde diye sabredip sesini çıkarmayan yolcular, ufukta gördükleri olimpiyat stadına bir türlü ulaşmayı beceremeyince dayanamayıp "hışştt hooop şoför nörüyoon!!!" şeklinde hönkürdediler. Otobüs içinde minnak bir ayaklanma çıktı, şoförün iyice eli ayağına dolandı, "ya allah dalıyorum kafama esen herhangi bir yola ne olursa olsun!" düşüncesi ile bodoslama kafasına göre gitmeye başladı. Ben bir ara ömrümün kalan yarısını uzayda yörüngeden çıkmış uydular misali başıboş ne yaptığımızı bilmeden Yenibosna ara sokaklarında dolanıp duracağımızı, "bir otobüs dolusu yolcu olimpiyat stadına gitmek için yola çıktı ve bir daha kendilerinden haber alınamadı" haberleri ile bir şehir efsanesine döneceğimizi düşünüp "acaba kanal d ile canlı bağlantı yapsam helikopterle gelip çekim yaparlar mı?" ihtimalini bile gözden geçirdim. Sonunda allah, kendini bilmeden direksiyon sallayan şoföre de bize de acıdı doğru yolu bulduk ve stada ulaştık. 6'şar liraların karlığını da tepe tepe aldık. Ama eziyet bitmedi. Şimdiki aşamada biletimizde yazan girişi bulmamız gerekiyordu. Bunun içinde stad etrafında minnak bir tavaf gerçekleştirip, stadın nerdeyse tüm çevresini yürüyerek katedince edim ki "konserine de stadına da!".
Girişi bulduk bulmasına da herkes burda! Giriş kapısını değil görmek ulaşmak bile mümkün değil. Millet yapışmış birbirine mitoz bölünmeye uğramadan önceki amip şeklinde hareket ediyor. Bir ara herkesin koluna "numaralar yazmışlar numarası olmayanları almıyorlar!" şeklinde bir dedikodu dalgasına kendini kaptıran sevgili "durun ben bir koşu öğreneyim neymiş bu numara işi" diye dellense de "Dur ayrılma yamacımdan! Sürüden ayrılanı kurt kapar. Dağ başı burası zaten, sonra Müge Anlı'ya çıkıp 'en son olimpiyat stadında numero alcem diye getti sonra göremedim gayri hayatımın minnak odununu' şeklinde ağlatcen mi beni" diye çemkirince kaldı zaten bir süre sonra da içeri girebildik.

Amaniiin bir görseniz ne kocaman stad öle. Ama bildiğin uğultulu tepeler. Stadı inşa eden ülkemin güzide mimar ve mühendisleri rüzgarın geldiği yönü hesaplamayıp tribünleri esen tarafı engelleyecek şekilde değil de aksi yöne koydukları için yel stadın bir köşesinden girip öbür köşesinden çıkmaktaydı. Yanıma aldığın bilumum ceket, hırka, yağmurluk ve çorap az geldi. Utanmasam stadın bir köşeciğinde ateş yakıp sucuk kızartacaktım. Bizim biletimiz stadın içi olduğu için konser başlamadan açlığımızı ve susuzluğumuzu giderdik tam rahat ve sahneyi görebileceğimiz bir yere sotelenecekken yağmur tepemize indi. Açıkta kaçacak yer yok sıçana dönmek üzereyiz. Sevgilinin şahin bakışları tribünlere çıkan aralık bir kapıyı görünce tribünlere sızdık. Kendimize rahat ve kuru bir yer bulduk.

Saat 10 gibi Bono abi önderliğinde U2 arz-ı endam etti ve muhteşem şarkıları ile kulaklarımızın pasını alırken bütün yorgunluğumuzu da alıp götürdüler. Biz tribünden diğer seyirciler saha içinden hep bir ağızdan Bono'ya eşlik ettik ( In the name of Love'da Nehir düştü aklıma, belki cennete kadar gitmiştir Bono'nun sesi dedim). Konserin her dakikası ve o inanılmaz sahne gerçekten görülmeye değerdi. Ama beni en çok seyircilerin ellerini havaya kaldırıp hep birlikte aynı anda tempo tuttukları anki görüntü etkiledi. Bütün eller ve kollar aynı anda hareket ediyor, sağa sola sallanıyor. Herkesin aynı şekilde aynı ruh halini paylaşmasının görüntüsüydü o! Bono şarkılarını söylerken bir ara "şimdi Zufu'yu sahneye davet ediyorum!" diyince herkes birbirine "kim ola Zufu?" diye sorup durdu. Meğer Zülfü Livaneli'ymiş. 50 bin kişi Bono'yu "yiğidim aslanım burda yatıyor"u söyleyerek şaşırttı.
Artık vakit dönüş vakti ve yeni bir işkence zamanıydı. U2'nün ikinci bisi başlarken sahayı terkettik çünkü eğer çıkışı bekleseydik sabaha karşı belki evde olabilirdik. Yine uzun bir otobüs, metrobüs eziyetinden sonra 00:17'de başlayan dönüş yolculuğu bitip yatağıma girebildiğimde saat 3'ü gösteriyordu.
Valla U2 360 derece turunu dünya çapında atarken biz de kendi çapımızda 360 derece İstanbul turu attık.

5 Eylül 2010 Pazar

allaam sana geliyorum

Günlerdir hatta aylardır beklediğim yağmurlar başlamış ben yağmur altında dolanıp ıslanacağım yerde koskocaman bir spor salonunda yaklaşık dört saattir oturmakta ve yeni kayıt olacak bebelerin bana uğramasını beklemekteyim. Afakanlar soldan sağdan gelmekte ve güzelim pazar gününün değerli saatlerini beni burada oturtarak harcatanlara bildiğim ve dahi kendi üretimim olan bir sürü küfrü içimden ve dışımdan savurtup durmaktayım. Allahtan bu internet denen şey var da elimden bir cinayet çıkmıyor. Ulan Bill Gates aferim leyn! sen olmasan niceydi halim. Bu kayıt davası bana koskocaman bir kitabı bitirtti ama kitap okuma da bir yere kadar. Şimdi burada oturup (bir de yine her zamanki gibi şans yok bende fotokopi makinasının yanındaki masada oturduğum için) sıkıntıdan bir kişinin fotokopilerini çekince herkes beni fotokopici sandı, eline bir kağıt parçası tutuşturan "ehi öhö eki eki!!!! şey bir fotokopi alsak" demeye başladı. "Leyn ben fotokopici değil hocayım hocaaa!" diye çemkiricem ama bakalım o şanslı kim olacak. Saatlerimizin 15:50'yi gösterdiği şu an itibariyle buradaki cezamın bitmesine yaklaşık 70 dakika kalmış. Ama yandaki sekreteri ayarlayabilirsem ben 16:30 gibi topuklarım gibi geliyor. Saatlerimiz 15:52...Az kaldı allaam sana geliyorum.

mutlaka ama mutlaka

Ejderha Dövmeli Kız


Son iki haftadır Lisbeth Salander ve Mikael Blomkvist'le yatıp kalkıyorum. Evet okuduysanız anladınız. Önce Ejderha Dövmeli Kız ardından da Ateşle Oynayan Kız'ı iki haftada tuvalet, yatak, ofis, kayıt masası, yemek masası gibi bilumum yerlerde elimden bırakamadan okuyup bitirdim. Herbiri birer tuğla kalınlığında olan bu kitaplar benim şimdiye kadar okuduğum en akıcı, sürükleyici ve zekice yazılmış polisiye romanlar. Yazar Stieg Larsson, bir üçleme olarak düşünmüş bu kitapları. Yazar üçünü de yazıp bitirmiş ancak çok genç yaşta öldüğü için serinin başka kitaplarla devam ettirilmesi ya da Lisbeth gibi orjinal başka bir karakterin yaratılması maalesef artık mümkün değil. Türkiye'de şu anda serinin iki kitabı yayınlanmış bulunmakta ve umarım üçüncüsü de çok yakında basılır. Zira iki haftadır olayların içinde yaşıyormuşcasına kendimi kaybederek okuduğum kitapların ikincisi öyle bir yerde bitti ki üçüncü kitabı sabırsızlıkla bekliyorum (aaaa ne salağım belki Remzi'de üçüncüsünün ingilizcesi vardır,gidip bakmalı).
Kitaplardaki olayları anlatmayacağım merak edenler internetten bu hizmeti alırlar ama bana güvenin gerçekten nefes nefese kalacağınız, elinizden bırakamayacağınız, okurken içinde kaybolacağınız ve şaşkınlıktan "hadi be!" nidaları atacağınız olaylar var. İşin en güzel tarafı ise bütün olayların çok sıkı bir kurgu ile birbirine bağlanması.
Okurken bu kitapların kesin filmi çekilir demiştim ve bugün gazetelerde filmin çekildiğini ve 17 Eylül'de sinemalarda gösterime gireceğini okuyup üstüme bir de fragmanı izleyince daha da bir heyecanlandım. Ancak ben okurken yakışıklı gazeteci Mikael Blomkvist'i George Clooney, Lisbeth'i de kendim olarak hayal ettiğimden midir nedir filmin oyuncularını görünce az buçuk hayal kırıklığına uğradım. O Mikael Blomkvist ne öyle! Patates suratlı. Hiiiiçte yakışıklı değil. Porsük birşey. Aslında kitapta oldukça fit birisinden bahsediliyor. Neyse yine de bu romanları sinemada görmek güzel. Ancak gönül isterdi ki yazar Stieg Larsson'da kitaplarının başarısını görsün filmin kastında yapımcı ve yönetmene fikirler versin. Bilmem belki bir yerlerden bütün bu olan biteni görüyor ve gururla purosunu tüttürüyordur.
Stieg Larsson'un anısına ve sıradan günlerinize heyecan katmak için kitapları mutlaka ama mutlaka alın, her ne kadar George ve ben oynamasak da filmi izleyin.

4 Eylül 2010 Cumartesi

babama mektup 3

Sevgili Babacığım,
Bugün tam bir sene oldu. Bir senedir yoksun yanımızda. Sen gittiğinden beri hem pek çok şey değişti hem de hiçbirşey değişmedi. Annem sana daha önce de anlattığım gibi belki biraz daha az ürkek ama kanadı kolu kırılmış gibi. Konuşuyor gülüyor da içten değil. Gözleri dalıp gidiyor bir yerlere. Biraz özlem daha çok da pişmanlık dolu içi. Senin olduğun zamanlarda yapamadıklarınıza ya da yapmadıklarına hayıflanıyor gibi. Kardeşim genel olarak iyi ama daha da içine kapanık, sinik oldu. Zaten hiçbirşeyini anlatmazdı iyice haberimiz yok ne yapıp ettiğinden. Valla dürüst olmak gerekirse senin gitmen onu nasıl etkilediğini daha hala çözemedim. Dedim ya anlatmıyor hiçbirşey.
Ben mi? Ben freni tutmayan araba gibi yokuştan aşağıya olanca hızımla gidiyorum. Ne zaman bir yere toslayacağım bilinmez ama sanırım tosladığımda fena olacak. Neyse yazarım sana haberin olur, merak etme. Sen gittiğinden beri içimdeki o sıkıntı hiç geçmedi. Aksine her geçen gün arttı çünkü seni çok özlüyorum. "Babama gidiyorum, babamla konuştum" ya da "baba" diye seslenen birini görünce/duyunca çok kıskanıyorum/bozuluyorum. Cep telefonumda hala cep numaran kayıtlı herhalde ben ölene kadar silinmez o numara. Bir süre önce yolda giderken bir adam gördüm. Aynı senin boylarda saçları da seninkilere benziyordu üstüne üstlük bir de senin montunun benzeri bir mont giymiş. Sen sandım, nasıl heyecenlandım anlatamam. Bir süre adamın arkasından gittim sen misin acaba diye. Gözlerimle gördüm orada yattığını ama hani belki ölmemişsindir, çıkmışsındır mezarından ve bizi biraz üzmek için oyun yapmışsındır sandım. Sonra adamın yüzünü gördüm gerisi hayalkırıklığı. Bir de başka birini gördüm arabada onu da sen sandım. Bu zamanlarda içim nasıl bir an mutlulukla doluyor bir bilsen. Biran ferahlıyorum.
İşte böyle babacığım, bomboş yapayalnız koskoca bir yıl geçti. Eğer bizi bir yerden izliyorsan sen söylemden ben sana söyleyeyim "Evet sen bize demiştin. Seni hiçbir zaman dinlemediğim ve sana hep karşı çıktığım için pişmanım". Sana daha iyi şeyler en azından bir torun müjdesi yazmak isterdim ama maalesef bu safer değil. Umarım diğer mektupta daha güzel şeyler yazarım.
Tekrar görüşünceye kadar hasretle ellerinden öper, kocaman kucaklarım sevgili babacığım.
Akılsız kızın Karga'dan sevgilerle.....

3 Eylül 2010 Cuma

anne,baba,üniversite adayı bebe ve kayıt serüveni



Yukarıya attığım başlığın kahramanlarının ben olmasını çok isterdim ama ne yazık ki değilim. Okumakla çalışmakla işim olmasaydı ve biraz kastırsaydım şu anda üniversite çağına gelmiş kazık kadar bir bebem olur du ama heyhat kader bana fasulye tanesi kadar bir bebeyi bile çok gördüğünden şimdi elin bebelerine uzaktan bakıyoruz.
Neyse konumuz bu değil. Şimdi benim alnımda "lüzumsuz işlerle ilgili enayi" yazısı yazdığından (bu yazıyı ben göremiyorum ama karşımdakiler görüyor) okulumuzun bu dönemki kayıtlarında maaalesef görevliyim. Hal böyle olunca mesaimin bir kısmını yerin yedi kat altındaki bir kapı girişinde gelen veli ve öğrencilere gerekli bilgileri vermekle ve bol bol anne, baba ve üniversiteye yeni gelen "çömez, gözü açılmamış, parlak (freshman adı bundan geliyor)" bebeleri izlemekle geçiyor. Bu üniversiteye kayıt olayı başlı başına bir olay. Bir sürü belge vs. tamamlamak gerekiyor ama bunlar tamamlansa bile kayıt bürosuna geldiğinizde bir çeşit devlet dairesi tutumuna maruz kalıyorsunuz. "Bu masada bölüm kaydına, o masada öğrenci belgesine, şu masada mali onaya, eksi birde yurt kaydına, eksi ikide hazırlık masasına gideceksiniz" denilen, zaten ceplerinden çıkan tl'lerin şoku içindeki veliler iyice dumura uğruyor ve kafaları bir dünya, sersem tavuklar gibi oradan oraya dolaşıp duruyorlar. Genel görüntü ise şöyle; babalar önde (klasik babaysa el çaltası koltuğunun altında yok modern babaysa formların olduğu dosya elinde ve güneş gözlüğü tepesinde ama mafyozo babaysa takım elbisesinde göbeğini taşıra taşıra elini kolunu sallaya sallaya) yürüyor, anneler babanın iki bilemedin beş adım gerisinden (varsa küçük kardeşi elinden değil bileğinden sürükleyerek) koşturmakla yürümek arasında bir nevi dans ederek sekmekte, çömez bebe ise "ulan üniversite dedikleri bu muymuş, ne işim var burada, offff allahım ne karmaşa, sabahtan beri bunların (anne+babanın) peşinde dolanmaktan bıktım bitse de gitsek" yüz ifadesiyle ayaklarını sürüye sürüye gelmekte. Anneyle babaların heyecanını maalesef çocuklarında gözlemleyemedim. Hep bıkkın, sıkkın bir yüzle dolanmaktalar ama annelerle babalar o kadar hevesliler ki hani "çocuğunuz zahmet etmesin siz buyrun okuyun" dense hiç itiraz etmeyecekler. Bu onlara doldurulması için uzattığım formlara atmaca misali atlamalarından belli. Doldurması için öğrenciye formu uzattığımda hemen (genelllikle) anneler hooop formun üzerine atılıyor, kalemi çocuğun elinden kapıp başlıyor soruları yanıtlamaya. "Çocuğunuz üniversite öğrencisi bırakın formunu kendisi doldursun" diye formu almaya kalkınca sanki cüzdanını istemişim gibi bir yüzle bana bakıp formun üstünü koluyla kapatıp "oğlum çok heyecanlı yanlış yazar!" diyip doldurmaya devam ediyorlar. Bir de şu model çömez bebeler var; ev telefonunu, cep telefonunu, ev adresini bilmeyen bebeler. O zaman hemen anneleri "Aaaaa Berke Can Hay Allah! Oğlum, yaz, söylüyorum numarayı!" diyip bilgiler anneler tarafından dikte ettirilmekte ama bilgiler Berke Can'nın bir kulağından girip bir kulağından çıkmakta.
Valla anne değilim çocuk büyütmekle ilgili ahkam kesmem doğru değil ama 13 senelik hocalık kariyerimdeki gözlemlerime dayanarak şu kespiti yapmak istiyorum. Bence üniversite çağı/ dönemi anne babanın çocuk yetiştirmekteki başarısını gösteren en önemli zaman. Dışarıdan gözlemleyen biri olarak gelen çocuklara baktığım zaman anne babanın çocuğa ne verdiğini ya da veremediğini gayet iyi görüyorsun. Çocuğu ezmişler mi haddinden fazla özgür bırakmışlar mı yoksa hiç ama hiç ilgilenmeyip ya da tam tersi bunaltacak kadar sıkarak/müdahele ederek karakterinin oluşmasına/oluşmamasına neden olmuşlar mı anlıyorum. Bazı anne, baba, bebe gruplarını gördüğümde oturup ağlamak geliyor içimden bazılarına da imreniyorum. Keşke benim de böyle boyumu geçen akıllı ne yaptığını bilen bir bebem olsaydı diyorum. Sonuçta demem o ki anne babalar hevesli bebeler azıcık alık, üniversite kapısı bu aralar pek bulanık.

1 Eylül 2010 Çarşamba

façalı karga


Artık benim de bir izim var. Hani polisiye film ya da romanlarda olur ya, polis kurbanın tanıdıklarına sorar "belirgin bir yara izi ya da doğum lekesi var mı?" diye. Eğer o kişiyi iyi tanıyorsanız dersiniz, "poposunun üstünde doğum lekesi, omzunda tırmık izi, kalçasında gül dikeninin izi" falan falan. İşte ben de bunların arasına girdim bugün. Tövbe tövbe günün birinde cesedim bulunursa diyecekler "var mıydı bir yerinde belirgin bir iz?". Ben cevabı vereyim size: "Sırtında 2mm'lik folikül kisti izi, sağ ayak bileğinde de doğum lekesi, sol diz kabağının üstünde de voleybol antremanı izi var!" dersiniz.
Öğleden sonra beşteydi doktorla randevum. Ben gittim dört buçukta. Sigortanın provizyon beklemesi vs. derken oldu beş buçuk. Doktor "gel" dedi "acilde kesicem seni". Yattım acilde sedyenin üstüne yüzü koyun. Şimdi bu noktada size tavsiyem böyle operasyonel olaylara girecekseniz gözlerinizi ya tavana dikin ya da kapayın. Benim gibi ameliyathanenin ya da operasyon yapılacak odanın her tarafını pür dikkat incelerseniz içiniz bir fena oluyor. Plastik eldivenler, şırıngalar, bistüriler, yeşil örtüler, sargı bezleri, alkoller, batikonlar, makaslar, pensler vs. vs. içinizi bir hoş ediyor. Yat adam gibi di mi ne bakıyon sağa sola. Doktor şırıngaya uyuşturucu iğneyi çekiyorsa ne izliyorsun di mi? Ama yok "merak kediyi öldürür" işte. Ben dört gözle izledim. Şırınganın havası alındı doktor derin bir nefes al dedi dört beş kez kistin etrafına batırdı iğneyi. Ben de cahil bir karga olarak şöyle dedim. "Omuriliğime falan değmez di mi bu iğne?" (Hayır canım da tatlıdır benim). Kadın bıyık altından güldü, "Merak etmeyin omuriliğiniz çok derinde!". Aldın mı cevabını? Bi sus di mi? Ama yok ben devam ediyorum, çeneme vurdu.

K: "Peki nasıl anlayacağız uyuştuğunu?"
D: Hissediyor musunuz?
K: Neyi?
D: Size iğne batırıyorum şu anda?
K: Ha! Tamam olmuş o zaman!
( Bir süre geçer, doktor bastırıp durmakta kisti çıkarmaya çalışmaktadır)

K: Çıktı mı?
D: Hayır!
K: Peki çıkanı görebilir miyim?
D: Tamam!
(On saniye sonra)
K: Çıktı mı?
D: Birazdan!
(Biraz bekler karga dayanamaz!)
K: Çıktı mı?
D: Hayır! Biraz daha açsam daha rahat çıkardı ama estetik açıdan iyi olmaz diye çekindim.
K: Olsun olsun çekinmeyin! Biraz façamız olsun, birşey olmaz!
D: ?????
(İkinci on saniyenin sonunda)
K: Böyle operasyonlar yaparken ne hissediyorsunuz? Ay hastanın canı acıyacak falan diye düşünüyor musunuz?
D: Ben daha önce çocuk cerrahisindeydim bu hiç birşey!!!!
K: Hmmmm!!!! (Çok da anladım!)
D: Geçmiş olsun nur topu gibi bir folikül kistiniz oldu!
K: Ay bakayım! Hmm pek de tipsizmiş! (Tipli kist nasıl oluyor henüz görmedim)

İşte böyle sanırım doktor çenemin bu kadar düşebileceğini tahmin etmedi. Etse bayıltırdı beni eminim. Tek dikişi çaktı! Artık yara izimi gösterecek sırtı açık elbiseler giyebilirim hehehehe!!!!

Herşey bir saat içinde halloldu! Bütün bu tantananın en güzel tarafı ise muhteşem komşum Ekmekçikızın yaptığı tavuk suyuna şehriye çorbasıydı. Eve gelince getirdi. Pek lezizdi doğrusu.
Ellerine sağlık komşum!

şimdi haberler


 Günaydın sayın dinleyiciler! Burası blogspot.com fm'den yayın yapan Karga Radyo'yu dinliyorsunuz! Bugün 01 Eylül 2010 Çarşamba ! Şimdi haberler!

* Bugün hava soğudu. Birbuçuk aya yakın bir süredir mevsim normallerinin kat kat üstünde seyreden hava sıcaklığı bugün yerini serin ve bulutlu bir havaya bıraktı. Bu durum tüm yurtta ve dış temsilciliklerde törenlerle kutlandı. Atlet ve çorap giyinilebilecek kıvamda seyreden serin ve yer yer yağışlı havanın şimdilik üç gün devam etmesi dileniyor.

* Dün itibariyle iş başı yapmış ve son iznini de kullanmış olan Gamlı Baykuş, "yaz bitti sayılır artık yeni döneme motive olmalı ve yapılacakları bitirmeliyiz. Önümüzdeki maçlara bakıp elimizden gelen en iyi performansı sergileyeceğiz. Yılın ilk çeyreğine ait bütçe ve planlamaları yapıp, gelecek yıla ait yatırımları arttırmayı hedefliyoruz" diye konuştu.

* Sabah saat 8:15 Pendik-Yalova feribotu ile Bursa'ya giden Gamlı Baykuş'un sevgilisinin birkaç gün içersinde Bursa'dan kesin dönüş yapacağı bekleniyor. Son iki gündür beklenmeyen gelişmeler yaşayan bay S. Bursa'da yapacağı çeşitli görüşmelerine İstanbul'da da devam etmeyi planlıyor.

* Bugün saat beşte minik bir operasyon geçirecek olan ünlü aşçı Gamlı Baykuş'un basın sözcüsü, "baş aşçının sırtında bir süredir gittikçe büyüyen bir kist bulunmaktaydı. Doktoru ile yaptığı görüşme sonunda alınmasına karar verildi. Kısa sürecek minik bir operasyon. Kendisi heyecanlı değil, morali yerinde" dedi. Ayrıca Gamlı Baykuş'un basın sözcüsü operasyon sonrası bir basın toplantısı düzenleneceğini ve baş aşçının durumu hakkında sevenlerinin haberdar edileceğini de belirtti.

* Yaz döneminde aldığı fazla kilolarla başı dertte olan hanımlar sonbahar ile birlikte bilumum spor salonlarının ve diyetisyenlerin yolunu tuttu. Son günlerin en gözde diyetlerinden bir olmaya aday "İclal Aydın Diyeti", Gamlı Baykuş ve arkadaşları tarafından denemeye alınmış bulunmakta. Sonuçlar en kısa zamanda medya ile paylaşılacak.

Haberleri dinlediniz. Gelişmeler ile pek yakında yine huzurlarınızda olacağız.