Rüyalarım kayboldu. Uzun süredir onları bulamıyorum. Halbuki eskiden sinemaskop tekmili birden film festivalinde arka arkaya üç film izliyormuşcasına uzun, eğlenceli ve aksiyonlu rüyalar görürdüm. Şimdi nerdeyse beş aydır rüya görmüyorum. Deliricem. Durun yalan atmıyım, geçen gün sabaha karşı bir tane gördüm. Ama pek kısaydı. Olay şu:
Evdeki odaları pansiyon olarak kiraya vermişim. Ev bir hayli kalabalık. Bir sürü insan girip çıkıyor. (Rüya görmenin en eğlenceli tarafı; rüyayı görürken bir yandan da bu gördüklerinizin ne kadar saçma olduğunu düşünüyor olmanız. Bu rüyada ben bir yandan insanlarla konuşuyorum bir yandan da 'yaw ben bu kadar kişiyi bu evin neresine sığdırıcam? Nasıl kiraya vermişim ki bunlara odaları?' diye düşünüp, kalacak insanlara yer planı yapmaya çalışıyorum). Aklımda sürekli 'bu insanlara ne yemek pişireceğim?' sorusu var. Sonra birden kapıdan iki erkek ve bir kadın giriyor. Elleri kolları bir sürü askıya asılı gömlek dolu. Benim şaşkın bakışlarımı görüp; 'Biz çok uzun süre kalıcaz burada. Temelliyiz!' diyor erkeklerden bir tanesi. Benim afalladığımı ve ağzımda 'ama'ları gevelediğimi görünce, 'yemekten sonra konuşucağız zaten!' diyor bilmiş bilmiş. Adama çok sinir oluyorum. Sonra koskocaman bir yemek masasının etrafında görüyorum bu insanları. Hepsine yemekleri dağıtıyorum ve o esnada dağıttığım yemeğin arkasından pilav ya da makarna yapmadığımı farkediyorum. 'Eyvah, sadece bu yemekle doymayacak bu insanlar!' diyorum. O sırada çok alakasız bir şekilde öğrencim, Y.M. beliriveriyor arkamda. 'Hocam, bizim okulun orada çok güzel nohut pilav yapılıyor, gidip alayım mı?' diyor. 'Evet, evet! çok iyi olur, hemen git' diyorum. Tam o pilavları getiriyor, ben de sofraya getireceğim ve tabaklara dağıtacağım, bir bakıyorum, sofrada o gıcık olduğum adamdan başka bir iki kişi kalmış. Ağzım açık bakakalıyorum ve saat çalıyor.
En son gördüğüm bu işte. Beş koca aydır gördüğüm rüya bu. Nereye gitti rüyalarım, bilmiyorum ama ben onları özledim. Geceleri çok renksiz geçmeye başladı.
24 Mayıs 2012 Perşembe
23 Mayıs 2012 Çarşamba
ofis mofis
Ofis mofis hikaye bana aksiyon lazım. İçimde bir Indiana Jones var coşmak istiyor. Okul bitti. Öğrencilere finallerini oldular, tatillerine başladılar. Bize öyle mi ya? Nerdeeeee. Hoca dediğin hele de üniversite hocası ise çalışır; yaz demeeez kış demeeeez ha babam çalışır. İlim irfan yuvasıyız sonuçta. Neyse velhasılı kelam, bize tatil henüz ufuk çizgisi bile değil. (Sahi yaw Haziran 25'e ne kaldı? Karpuz kabuğu suya düşer mi o zaman kadar bilmem ama bir karga suya düşecek kesin).
Demem o ki yaz programına geçtik. Bu hafta itibariyle günlük rutinim ofiste bilgisayar karşısında materyal hazırlama ve teee Amerika'dan üşenmeyip, topraklarımıza gelmiş, bir rivayete göre Hristiyanlığı yayma sevdasındaki geç ergenlere Türkçe öğretmek şeklinde düzenlendi.
Ofis havası bana göre değil. Bir saatten sonra afakanlar basıyor. Bilgisayar ekranı gözümün önünde büyüyor, daralıyor, harfler kargacık burgacık oluyor ve benim midem bulanmaya başlıyor. Zaten bilgisayarla aram hiç iyi değil, böyle olunca daha da birbirimizden nefret ediyoruz. İçim sıkılıyor. Uzun süre bir yerde tıkılı kalıp, bilgisayara bakmak hiç bana göre değil.
Gönül sokaklarda dolaşmak istiyor, güneş tenimi yaksın, rüzgar yüzüme vursun istiyorum. Tamam yine iş icabı olayım sokaklarda ama yeter ki dışarda olayım. İnsanlar geçsin önümden, onlara kesik atayım, kıyafetlerini süzeyim; 'Bızımla değılsın!' diyeyim içimden. Vapura bineyim, arkada açık havada oturayım rüzgarı yiyeyim, boğazlarım şişsin. Telefonum hiç susmasın, 'o bankaya şu kadar yatır, bu bankadan şunu çek. Olmuyorsa koy götüne! Aaaaa o siparişler yetişmez, iki gün önceden söyleselerdi' diyeyim. Yaaa işte böyle şeyler istiyorum, havada güzel güzel kuşlar öterken ben şu aptal ofiste tıkılıp mofis işleri yapmak istemiyoruuuummmmm.
Demem o ki yaz programına geçtik. Bu hafta itibariyle günlük rutinim ofiste bilgisayar karşısında materyal hazırlama ve teee Amerika'dan üşenmeyip, topraklarımıza gelmiş, bir rivayete göre Hristiyanlığı yayma sevdasındaki geç ergenlere Türkçe öğretmek şeklinde düzenlendi.
Ofis havası bana göre değil. Bir saatten sonra afakanlar basıyor. Bilgisayar ekranı gözümün önünde büyüyor, daralıyor, harfler kargacık burgacık oluyor ve benim midem bulanmaya başlıyor. Zaten bilgisayarla aram hiç iyi değil, böyle olunca daha da birbirimizden nefret ediyoruz. İçim sıkılıyor. Uzun süre bir yerde tıkılı kalıp, bilgisayara bakmak hiç bana göre değil.
Gönül sokaklarda dolaşmak istiyor, güneş tenimi yaksın, rüzgar yüzüme vursun istiyorum. Tamam yine iş icabı olayım sokaklarda ama yeter ki dışarda olayım. İnsanlar geçsin önümden, onlara kesik atayım, kıyafetlerini süzeyim; 'Bızımla değılsın!' diyeyim içimden. Vapura bineyim, arkada açık havada oturayım rüzgarı yiyeyim, boğazlarım şişsin. Telefonum hiç susmasın, 'o bankaya şu kadar yatır, bu bankadan şunu çek. Olmuyorsa koy götüne! Aaaaa o siparişler yetişmez, iki gün önceden söyleselerdi' diyeyim. Yaaa işte böyle şeyler istiyorum, havada güzel güzel kuşlar öterken ben şu aptal ofiste tıkılıp mofis işleri yapmak istemiyoruuuummmmm.
18 Mayıs 2012 Cuma
prototip
Şu Facebook olayından pek hazetmiyorum. Bana biraz temaşa alanı gibi geliyor. Sevgilisi olanın sevgilisiyle mıç mıç fotolarını yayınlayıp "bim bam bom çok şükür dostlar benim de artık bir sevgilim var!" ya da çocuğu olanın ise modern anlamda "hadi bakalım çocuğum dostlara pipini göster!" havasında fotoların yayınlandığı veya saçma sapan kedi, köpek, düşen insan, hoplayan kız, atan tutan adam videolarının paylaşıldığı valla ne idüğü belirsiz, haaaa bir de nerden sizi buldukları belli olmayan tiplerin kaytan bıyığını buran kabadayılar misali "tanışabilir miyiz?" yanaşması yaptıkları sosyal mecra. Genelde bu mecrada midem bulandığından, nadiren girip milletin ahvaline, neler yaptıklarına bakıyorum. bir de kazıkçı astroloğumun verdiği gezegen retroları ya da güneşin gezegenlere yaptığı açı bilgilerini okuyup, halime yanıyorum. Geçenlerde evde can sıkıntısıyla pineklerken (Sanırım bütün dahiler canları sıkılınca birşey icat ediyorlar. Can sıkıntısı iyi birşey galiba), "şu facebooku açayım da gözüm günlüm şenlensin" dedim. Baktım bir sürü anneler günü fotosu ya da büyüyen çocuklarla gidilen piknik alanı fotosu. Hepsine tek tek baktım. Tanıdığım bildiğim çocukların ne kadar büyüdüğüne şöyle bir göz gezdirdim. Aniden tanıdığım insanların ne kadar adam adam ya da kadın kadın olduklarını farkettim. Hayattaki bütün klasik basamakları sırasıyla başarı ile çıkmışlardı. Hepsi üniversiteden mezun olmuş, iş bulmuşlar, akabinde evlenmişler ve çoluk çocuk sahibi olmuşlardı. Ne güzel herşey yolunda onlar için. Vallahi kıskanmıyorum. Aksine gıpta ediyorum. Yalpalamadıkları, herşeyi olması gerekene göre yaptıkları için. Bundan sonra onlar için önemli olan ne? Çocuğun iyi bir okula gitmesi, sağlıkla, mutlulukla büyümesi, okulundan mezun olması, terfi etmek, yeni bir araba, ev üstüne ev almak vs. vs. Hepsi resimlerde mutlulukla gülümsüyor. Eşler birbirini seviyor. Bu işin sırrı ne ola ki? Onlar ne yaptılar da yalpalamadılar şu hayatta acep? Doğru ata oynamayı nasıl becerdiler hep? ya da Allah doğru atları ve doğru zamanı, doğru şansı niye onların karşına çıkardı ki? Peki ya biz yalpalayanlar niye yalpaladık ki? Niye ayağımızın altındaki zemin kaygan? Yoksa böyle prototip olamadığımız için ezik miyiz la biz?
Etiketler:
hayat mamak meseleleri,
Huysuz şirin,
Ve melankoli
17 Mayıs 2012 Perşembe
röntgen
Pazartesi akşamı cnbc-e'de Matrix'i izledim. Kaç sene oldu bu film çekileli ama hala kendimize hep aynı soruyu soruyoruz: çemberin içinde miyiz yoksa dışında mı? hangisi iyi? Hiçbirimiz bulamadık bu sorunun cevabını. Belki de bir cevap yok ya da herkesin cevabı kendine ve hayatını verdiği cevaba göre şekillendiriyor.
Yıllar önce izlediğim bu filmi tekrar izlerken bir yandan aynı soruyu tekrar tekrar kendime sordum bir yandan da ajanların, Neo'yu ve diğer asileri yakalayabilmek için aniden etraftaki kişilerin kimliğine bürünmelerini izlemek aklıma birşeyi düşürdü.
Filmde ajanlar, bir anda su gibi karşılarındaki kişilerin yerine geçip onların görünümlerinin altına saklanıp asileri kovalıyorlar. Ben de keşke bunu yapabilseydim. Ajan falan kovalamak değil niyetim sadece karşımdaki kişilerin röntgenini çekmek istiyorum çünkü bu günlerde herkesin birden fazla maskesi olduğuna ve kimsenin yüzde yüz dürüst olmadığına fena halde kafayı takmış durumdayım. Nasıl gökyüzü ya da yeryüzü yedi katsa insan da yedi katlı. Bizim gördüğümüz bir katın yüzde biri bile değil belki. Herkes konuşurken ya da hayatın içinde görece normal davranırken ne kadar dürüst acaba? Karşısındakinin yüzüne gülerken acaba içinden "allah seni kahretsin" diyor mu? Yoksa "canım cicim"lerin içi ne kadar dolu? İnsanın ağzı gerçekten dudaklarından ve içinden döküleni mi yansıtıyor yoksa ağız ve beyin birbirinden bağımsız mı çalışıyor? Bunları bilmek istiyorum. Karşımdakinin içine girip damarlarında, kaslarında, beyin hücrelerinde, kanında kısacası vücudunun her hücresinde dolaşmak istiyorum. Benliğinin yedi katının tozunu attırmak istiyorum. Ne elde edeceğim herşeyi bütün çıplaklığıyla görünce ne olacak bilmiyorum. Belki herşeye yeni baştan başlayacağım o kişilerle. Çok kandırıkçı çıkarlarsa gemiden atılan fazla yükler gibi onları da hayatımdan atacağım. Belki de gördüklerim onun samimiyetine yenilecek ve "boşver yahu" diyeceğim "ben seni olduğun gibi seviyorum", o kişileri daha da çok seveceğim. İş ki içlerine girebileyim.
Yıllar önce izlediğim bu filmi tekrar izlerken bir yandan aynı soruyu tekrar tekrar kendime sordum bir yandan da ajanların, Neo'yu ve diğer asileri yakalayabilmek için aniden etraftaki kişilerin kimliğine bürünmelerini izlemek aklıma birşeyi düşürdü.
Filmde ajanlar, bir anda su gibi karşılarındaki kişilerin yerine geçip onların görünümlerinin altına saklanıp asileri kovalıyorlar. Ben de keşke bunu yapabilseydim. Ajan falan kovalamak değil niyetim sadece karşımdaki kişilerin röntgenini çekmek istiyorum çünkü bu günlerde herkesin birden fazla maskesi olduğuna ve kimsenin yüzde yüz dürüst olmadığına fena halde kafayı takmış durumdayım. Nasıl gökyüzü ya da yeryüzü yedi katsa insan da yedi katlı. Bizim gördüğümüz bir katın yüzde biri bile değil belki. Herkes konuşurken ya da hayatın içinde görece normal davranırken ne kadar dürüst acaba? Karşısındakinin yüzüne gülerken acaba içinden "allah seni kahretsin" diyor mu? Yoksa "canım cicim"lerin içi ne kadar dolu? İnsanın ağzı gerçekten dudaklarından ve içinden döküleni mi yansıtıyor yoksa ağız ve beyin birbirinden bağımsız mı çalışıyor? Bunları bilmek istiyorum. Karşımdakinin içine girip damarlarında, kaslarında, beyin hücrelerinde, kanında kısacası vücudunun her hücresinde dolaşmak istiyorum. Benliğinin yedi katının tozunu attırmak istiyorum. Ne elde edeceğim herşeyi bütün çıplaklığıyla görünce ne olacak bilmiyorum. Belki herşeye yeni baştan başlayacağım o kişilerle. Çok kandırıkçı çıkarlarsa gemiden atılan fazla yükler gibi onları da hayatımdan atacağım. Belki de gördüklerim onun samimiyetine yenilecek ve "boşver yahu" diyeceğim "ben seni olduğun gibi seviyorum", o kişileri daha da çok seveceğim. İş ki içlerine girebileyim.
14 Mayıs 2012 Pazartesi
vasiyet
Hayat bu ne zaman neyin olacağını önceden kestirmek pek mümkün değil malümunuz. Bugün varsın yarın pat yoksun. Bir varmış bir yokmuş boşuna dememiş atalarımız.
Dün gece aniden, iç organlarım yer değiştirmeye kadar verdi. Midemle kalbim yerlerinden memnun oladığını beyan etti, bağırsaklarım memnuniyetsizliklerini kasılarak belli etmeye karar verdiler ve tüm bu hayhuyun içinde çıkan kocaman bir gaz bulutu bana uzun süreli bir gaz sancısı yaşattı. Önce "gazdır geçer" diye kendimi avutmaya çalıştıysam da, iç piyasaya sürülen, siyanürlü tavuklar aklıma gelip, kesin siyanürden zehirlendiğime ve iç organlarımın patladığına kanaat getirdim. Gecenin bir vakti bir yandan kasılarak bir yandan da "organlarım patlarsa acaba nasıl ses çıkarırlar?" diye bekleyerek yattığım koltukta, tavana bakarken insanların arada vasiyetlerini yazmaları gerektiği aklıma geldi. Evet, insanlar ara ara vasiyetlerini yazmalılar. Ömürleri yeterse her beş yıllık periodlarda arkalarında kalacak kişilere sevgilerini, kalan malk mülkün dağıtımında neyi arzu ettiklerini bir kenara çiziktirmeliler. Böylece hem kendilerinin gözü açık gitmez hem de geride kalanlar ne yapacaklarını bilirler.
Şimdi ne yalan söyleyeyim babam aniden ölüverdiğinde geride bize bir vasiyetname bıraktığını düşünmüş, uzun bir süre annemin bu vasiyetnameyi bulup, filmlerde olduğu gibi bizi noter huzurunda babamın yazdıklarının okunmasına davet edeceğini beklemiştim. Kaç yıl oldu daha bir tık yok. Ya babam iyi bir yere sakladı vasiyetnamesini ya da annem hiçbirşey bulamadı. Tabii babamın böyle birşey bırakmamış olması da kuvvetle muhtemel. Ama işin açıkçası babamın bizim için birşeyler çiziktirmesini isterdim. Yok öyle şu malım şuna, arabam buna gibilerinden şeyler değil de bizimle ilgili neler düşündüğünü bir yerlere yazsın isterdim.
"Karga kızım, sen bir baltaya sap olamadın. Paranı har vurup harman savurdun, yaşlılıkta işin zor. Aklını başına devşir ve ne olursun evlenip durma!" gibilerinden birşeylerin yazıldığı kağıt parçaları bir yerlerden çıksın dilerdim. Zira babam asla duygularını belli eden bir tip değildi.
Neyse ben ilk beş yıllık period hakkımı kullanıp ilk vasiyetimi yazıyorum. Şu anda öyle arkamda bırakınca aklımın kalacağı tek şey kedilerim. Onları tabii ki anneme bırakırım. En az benim kadar onlara iyi bakacağına eminim. Gerçi Kara kızım ilk başlarda ev değişikliğinden dolayı arıza çıkarsa da kısa sürede kendine uyuyacak iyi bir köşe bulur. Misket Fettah Can efendi oğlum ise zaten vakur ve kalendermeşrep olduğundan bir sorun çıkarmaz. Yalnız annemin kedi tüylerine alışması lazım. Bana gelince bile ilk başlarda pek bir homur homurdanıyor tüyler yüzünden. E ne yapalım artık benim anıma katlanır.
Kediler dışında evdeki eşyalarımın ve giysilerin falan filan bir önemi yok, ihtiyaç sahibi olanlar alsın. Yalnız yatağın altında günlükler var, onları Sndrfknella'ya söylemeli, hemen yaksın. İsterse önce okusun, sonra yaksın. Günlüklerin yanında resimler de var, geçmişten kalan, lüzumsuz kişilerle, boşuna geçen günleri gösteren, onları da yaksın. To do listim'e ekleyeyim de unutmadan söyleyeyim, Sndrfknella'ya.
Arabam da satılsın, annem zaten kullanmıyor araba. Eline de çok bir para geçmez ama yine de birazını bankaya koysun, ihtiyacı olan birşeye harcar. Belki de yazlıktaki eşyaları değiştirir. Kalan bir miktarı ile de begonvil fidesi alsın ve yazlığın bahçesine benim için diksin. Her sene istiyorum dikmek ama bir türlü denk gelmiyor.
Asıl vasiyet edeceğim önemli şeye geldi sıra. Valla geride kalanlar, allem etsin kallem etsinler, beni yaktırsınlar. İstemem ben öyle yerin yedi kat altında, klostrofobik ortamda yatmayı. Üstüm başım kirlenecek. En temizi, bir kibrit, püf! geriye kalan bir avuç kül. Ben zaten küçücüğüm, külüm de az olur benim. Neyse
-burası önemli!- kalanlar bizim yazlığa gitsinler, eğer yaz ise değilse yazı beklesinler, yaz ise benim yüzmeyi sevdiğim saatte akşam yedi civarı deniz süt liman olduğunda, kayığa atlayıp, denizin ortasına kadar gelip, küllerimin bir kısmını oraya bıraksınlar. Diğer bir kısmını ise boğaza bakan bir erguvan ağacının dibine gömsünler.
Te Alahım, bak sen şu ani gelen gazın bana düşündürdüklerine ya mide kanaması falan geçirseydim ne olacaktı acep.
Dün gece aniden, iç organlarım yer değiştirmeye kadar verdi. Midemle kalbim yerlerinden memnun oladığını beyan etti, bağırsaklarım memnuniyetsizliklerini kasılarak belli etmeye karar verdiler ve tüm bu hayhuyun içinde çıkan kocaman bir gaz bulutu bana uzun süreli bir gaz sancısı yaşattı. Önce "gazdır geçer" diye kendimi avutmaya çalıştıysam da, iç piyasaya sürülen, siyanürlü tavuklar aklıma gelip, kesin siyanürden zehirlendiğime ve iç organlarımın patladığına kanaat getirdim. Gecenin bir vakti bir yandan kasılarak bir yandan da "organlarım patlarsa acaba nasıl ses çıkarırlar?" diye bekleyerek yattığım koltukta, tavana bakarken insanların arada vasiyetlerini yazmaları gerektiği aklıma geldi. Evet, insanlar ara ara vasiyetlerini yazmalılar. Ömürleri yeterse her beş yıllık periodlarda arkalarında kalacak kişilere sevgilerini, kalan malk mülkün dağıtımında neyi arzu ettiklerini bir kenara çiziktirmeliler. Böylece hem kendilerinin gözü açık gitmez hem de geride kalanlar ne yapacaklarını bilirler.
Şimdi ne yalan söyleyeyim babam aniden ölüverdiğinde geride bize bir vasiyetname bıraktığını düşünmüş, uzun bir süre annemin bu vasiyetnameyi bulup, filmlerde olduğu gibi bizi noter huzurunda babamın yazdıklarının okunmasına davet edeceğini beklemiştim. Kaç yıl oldu daha bir tık yok. Ya babam iyi bir yere sakladı vasiyetnamesini ya da annem hiçbirşey bulamadı. Tabii babamın böyle birşey bırakmamış olması da kuvvetle muhtemel. Ama işin açıkçası babamın bizim için birşeyler çiziktirmesini isterdim. Yok öyle şu malım şuna, arabam buna gibilerinden şeyler değil de bizimle ilgili neler düşündüğünü bir yerlere yazsın isterdim.
"Karga kızım, sen bir baltaya sap olamadın. Paranı har vurup harman savurdun, yaşlılıkta işin zor. Aklını başına devşir ve ne olursun evlenip durma!" gibilerinden birşeylerin yazıldığı kağıt parçaları bir yerlerden çıksın dilerdim. Zira babam asla duygularını belli eden bir tip değildi.
Neyse ben ilk beş yıllık period hakkımı kullanıp ilk vasiyetimi yazıyorum. Şu anda öyle arkamda bırakınca aklımın kalacağı tek şey kedilerim. Onları tabii ki anneme bırakırım. En az benim kadar onlara iyi bakacağına eminim. Gerçi Kara kızım ilk başlarda ev değişikliğinden dolayı arıza çıkarsa da kısa sürede kendine uyuyacak iyi bir köşe bulur. Misket Fettah Can efendi oğlum ise zaten vakur ve kalendermeşrep olduğundan bir sorun çıkarmaz. Yalnız annemin kedi tüylerine alışması lazım. Bana gelince bile ilk başlarda pek bir homur homurdanıyor tüyler yüzünden. E ne yapalım artık benim anıma katlanır.
Kediler dışında evdeki eşyalarımın ve giysilerin falan filan bir önemi yok, ihtiyaç sahibi olanlar alsın. Yalnız yatağın altında günlükler var, onları Sndrfknella'ya söylemeli, hemen yaksın. İsterse önce okusun, sonra yaksın. Günlüklerin yanında resimler de var, geçmişten kalan, lüzumsuz kişilerle, boşuna geçen günleri gösteren, onları da yaksın. To do listim'e ekleyeyim de unutmadan söyleyeyim, Sndrfknella'ya.
Arabam da satılsın, annem zaten kullanmıyor araba. Eline de çok bir para geçmez ama yine de birazını bankaya koysun, ihtiyacı olan birşeye harcar. Belki de yazlıktaki eşyaları değiştirir. Kalan bir miktarı ile de begonvil fidesi alsın ve yazlığın bahçesine benim için diksin. Her sene istiyorum dikmek ama bir türlü denk gelmiyor.
Asıl vasiyet edeceğim önemli şeye geldi sıra. Valla geride kalanlar, allem etsin kallem etsinler, beni yaktırsınlar. İstemem ben öyle yerin yedi kat altında, klostrofobik ortamda yatmayı. Üstüm başım kirlenecek. En temizi, bir kibrit, püf! geriye kalan bir avuç kül. Ben zaten küçücüğüm, külüm de az olur benim. Neyse
-burası önemli!- kalanlar bizim yazlığa gitsinler, eğer yaz ise değilse yazı beklesinler, yaz ise benim yüzmeyi sevdiğim saatte akşam yedi civarı deniz süt liman olduğunda, kayığa atlayıp, denizin ortasına kadar gelip, küllerimin bir kısmını oraya bıraksınlar. Diğer bir kısmını ise boğaza bakan bir erguvan ağacının dibine gömsünler.
Te Alahım, bak sen şu ani gelen gazın bana düşündürdüklerine ya mide kanaması falan geçirseydim ne olacaktı acep.
11 Mayıs 2012 Cuma
yeni nesil hanım kızlarımız
Hep diyorum ya zaman acımasız bir hızla geçiyor. Ne zaman olmuş ya da oluyor bilemeden, bir bakmışız hiçbirşey eskisi gibi değil. Durun hemen telaşa kapılmayın yine bayık "ah zaman çabucak geçiyor, ben ne zaman yaşlandım" yazısı yazmayacağım. Allah'a şükür, henüz daha kaz ayaklarının oluşma safhasındayım, Mevla'dan geçme faslına gelmedim.
Neyse konumuz günümüz genç kızları. Bilmem farkettiniz mi, son dönem yeni yetme kızlarımız pek bir külhanbeyi. Bundan beş on sene sonra değil dayak atan beyler, dayak yiyen beylerin haberlerini gazetelerde okuyacağız gibi geliyor. Öyle bir konuşuyorlar ki sanırsınız, minibüs caddesinde minibüs şöforü birer Nebahat Abla bunlar (Hoş canım Nebahat Abla bile leydi kalır bunların yanında).
"Bana bak, ....tırtma birandan. Hemen aşağıya iniyorsunuz, yokuşun altında sizi bekliyoruz. Gelin hemen!!!!"
"Lan, oğlum! Dedik sana dimi hoca yok yazacak diye."
"Gerizekalı, o.... çocuğu, niye benim kitaplarımı getirmedin?"
"Lan, çek kafanı, tahtayı göremiyorum!"
Bunlar birebir tanık olduğum konuşmalar. Bir de bu konuşmaları, sigara paketini ortaya erkek gibi sertçe atan, kollarını yanlara doğru aça aça yürüyen, sandalyede kollarını geriye doğru atıp dayı dayı oturan hanım!!! kızlarımızın görüntüleriyle birleştirin. Hoş değil!
Son yıllarda gerek görsel gerek yazılı medyada verilmeye çalışılan, kariyer yapan, çocuk yapan, güçlü kadın imajında bir yerlerde hata yapıldı sanırım. Güçlü olmak, kendini ezdirmemek, erkeğin yanında ezik! kalmamak demek, böyle davranmak demek değil bence. Ya anlatılmak istenilen tam anlatılmadı ya da ebeveynler mi yoksa hanım kızlarımız mı kim olduğunu bilmiyorum, birileri verilen kodlamaları yanlış anladılar. Kadın olmanın ötesinde güçlü, ayaklarının üstüne basan, etrafında olup bitene hakim, sorgulayan, okuyan, farkındalığının farkında olan birey olmakla, erkek gibi davranarak, sigara içerek, içkinin dibine vurarak, yanlış yerlerde yanlış hareketlerde bulunarak, ulu orta küfür ederek, külhanbeyivari tavırlarla yürüyerek kendini ezdirmeyen, ezik!! olmayan birey hali karıştı. Ha ben zamanında içkinin dibine vurmadım mı, küfür etmedim mi? Yaptım hepsini. Deli gibi sarhoş da oldum küfür de ettim ama hepsinde bir sınır vardı. Ne lisedeyken ne de üniversiteyken erkek arkadaşlarımızla konuşmalarımızda hal ve tavırlarımızda bir sınır vardı. Hareketlerimize dikkat eder, nerde nasıl davranmamız gerektiğini ölçüp biçerdik. Hanım hanımcıkmıydık? Yoo, ne hanım hanımcıktık, ne de ezik. Sadece yerimizin bilincindeydik.
Ahlak bekçiliği yapmak değil, niyetim. Sonuçta herkes gençken bazı şeylerin kontrolünü kaçırıyor. Bu genç olmanın gereği ve genç olmak gerçekten dünyanın en güzel şeyi ama herşeyin bir yolu yordamı var. Benim anlatmak istediğim bu. Karşılaştığım böyle külhanbeyi genç kızlara dilim döndüğünce ve bazen yeri geldiğinde gayet açık ve net bazı şeyleri karıştırdıklarını söylüyorum ama bütün söylediklerim bir kulaklarından giriyor ötekinden çıkıyor. Son moda ebeveynlik gereği kendini ezdirmeyen, hakkını arayan, dayak yemeyen evlat mantığının çöküşü yukarda anlattığım hanım kızlarımızın ahval ve şeraitleri. Biz orta yaşlılara düşense ağzımız bir karış açık geleceğimizi emanet!! edeceğimiz gençlere bakakalmak.
Neyse konumuz günümüz genç kızları. Bilmem farkettiniz mi, son dönem yeni yetme kızlarımız pek bir külhanbeyi. Bundan beş on sene sonra değil dayak atan beyler, dayak yiyen beylerin haberlerini gazetelerde okuyacağız gibi geliyor. Öyle bir konuşuyorlar ki sanırsınız, minibüs caddesinde minibüs şöforü birer Nebahat Abla bunlar (Hoş canım Nebahat Abla bile leydi kalır bunların yanında).
"Bana bak, ....tırtma birandan. Hemen aşağıya iniyorsunuz, yokuşun altında sizi bekliyoruz. Gelin hemen!!!!"
"Lan, oğlum! Dedik sana dimi hoca yok yazacak diye."
"Gerizekalı, o.... çocuğu, niye benim kitaplarımı getirmedin?"
"Lan, çek kafanı, tahtayı göremiyorum!"
Bunlar birebir tanık olduğum konuşmalar. Bir de bu konuşmaları, sigara paketini ortaya erkek gibi sertçe atan, kollarını yanlara doğru aça aça yürüyen, sandalyede kollarını geriye doğru atıp dayı dayı oturan hanım!!! kızlarımızın görüntüleriyle birleştirin. Hoş değil!
Son yıllarda gerek görsel gerek yazılı medyada verilmeye çalışılan, kariyer yapan, çocuk yapan, güçlü kadın imajında bir yerlerde hata yapıldı sanırım. Güçlü olmak, kendini ezdirmemek, erkeğin yanında ezik! kalmamak demek, böyle davranmak demek değil bence. Ya anlatılmak istenilen tam anlatılmadı ya da ebeveynler mi yoksa hanım kızlarımız mı kim olduğunu bilmiyorum, birileri verilen kodlamaları yanlış anladılar. Kadın olmanın ötesinde güçlü, ayaklarının üstüne basan, etrafında olup bitene hakim, sorgulayan, okuyan, farkındalığının farkında olan birey olmakla, erkek gibi davranarak, sigara içerek, içkinin dibine vurarak, yanlış yerlerde yanlış hareketlerde bulunarak, ulu orta küfür ederek, külhanbeyivari tavırlarla yürüyerek kendini ezdirmeyen, ezik!! olmayan birey hali karıştı. Ha ben zamanında içkinin dibine vurmadım mı, küfür etmedim mi? Yaptım hepsini. Deli gibi sarhoş da oldum küfür de ettim ama hepsinde bir sınır vardı. Ne lisedeyken ne de üniversiteyken erkek arkadaşlarımızla konuşmalarımızda hal ve tavırlarımızda bir sınır vardı. Hareketlerimize dikkat eder, nerde nasıl davranmamız gerektiğini ölçüp biçerdik. Hanım hanımcıkmıydık? Yoo, ne hanım hanımcıktık, ne de ezik. Sadece yerimizin bilincindeydik.
Ahlak bekçiliği yapmak değil, niyetim. Sonuçta herkes gençken bazı şeylerin kontrolünü kaçırıyor. Bu genç olmanın gereği ve genç olmak gerçekten dünyanın en güzel şeyi ama herşeyin bir yolu yordamı var. Benim anlatmak istediğim bu. Karşılaştığım böyle külhanbeyi genç kızlara dilim döndüğünce ve bazen yeri geldiğinde gayet açık ve net bazı şeyleri karıştırdıklarını söylüyorum ama bütün söylediklerim bir kulaklarından giriyor ötekinden çıkıyor. Son moda ebeveynlik gereği kendini ezdirmeyen, hakkını arayan, dayak yemeyen evlat mantığının çöküşü yukarda anlattığım hanım kızlarımızın ahval ve şeraitleri. Biz orta yaşlılara düşense ağzımız bir karış açık geleceğimizi emanet!! edeceğimiz gençlere bakakalmak.
Etiketler:
hayat mamak meseleleri
10 Mayıs 2012 Perşembe
ben daha büyümedim ki
Malum sınav zamanı. Dönem bitti. Koskoca ondört haftayı devirdik gitti. Kışın ara tatil sonrası çalışma takvimini elime aldığımda ufak çaplı bir kalp spazmı geçirmiş, "hadi leyn, bu dönem nasıl geçer?" diye pek bir karalar bağlamıştım. Takvime çarpılar ata ata bir dönemin daha sonuna geldik. Bir grup öğrenci daha bölümlerine gidecek, bir grubu bizimle birkaç dönem daha okuyacak. Buncağızların İngilizceyle arası bozuk ve sanırım hiçbir zamanda iyi olamayacak ama hayat adil değil ne yazık ki. Meslek edinmek için seçtikleri yol ise ne yazık ki tamamen İngilizce bilgisine dayalı. Neyse asıl mesele bu değil.
Bu sabah sınavları bitirmiş ofise dönerken, daha önce hazırlıkta okuttuğum öğrencilerime rastladım. MEZUN OLUYORLARDI!!! Gözlerim yerlerinden fırladı. Yaw daha dün bunlar, ben sınıfa girdiğimde örgü örmüyorlar mıydı. Evet, bunlar garip bir gruptu. Erkek öğrenciler, Kadıköy-Bostancı minibüs hattını işletiyormuşlar da arta kalan zamanlarında okula değil meslek edinmeye, bayan öğretmenleri nasıl sözle sinir ederize gelmiş bir grup minibüs şöförü kılıklı, elleri tespihli, sıranın üstüne vurup "Bitse de gitsek" diye tempo tutan beylerdi. Kızları ise "özgür kız" ayaklarında, ağızlarında koca koca sakızlar, her ay saç modelini ve rengini değiştiren ve evet bir sabah sınıfa girdiğimde ellerinde örgülerle onları görünce "yaw ben hala uyuyorum ve bu da bir rüya galiba" diye düşünmeme yol açan azıcık kendilerini şaşırmış hanım!!!kızlardı. Ben daha dün gibi bunları hatırlarken, ne zaman dört sene geçti de mezun oldu bunlar. Demek bu okulda tam beş seneyi bitirmişler ve mezuniyet hakkı kazanmışlardı. Ölee bakakaldım onlara. Asıl şaşırdığım bu şuursuzların nasıl mezun olduğu değil, o kadar yılın hangi ara geçip gittiğiydi. Ben daha birçok şeyi dün olmuş gibi düşünür ve büyümeyi reddederken, bir zamanlar benim öğrencim olmuş olanlar çoktaaan mezun oluyorlar, evleniyorlar, çoluk çocuğa karışıyorlar.
Bütün bu olan bitene inanamıyorum. Ben daha büyümedim. Benim içim hala onaltı hadi bilemedin yirmialtı. Takvimler ya da matematik hesaplamalar aksini söylese de ben hala nerde ne muzurluk var onun peşindeyim. Hala sırtıma çantamı atıp dere tepe dümdüz yürüyebileceğimi ve hiç yorulmayacağımı düşünüyorum. Hala giyim kuşamım bile kırk yaşına yaklaşmışlar gibi değil. (Var öyle arkadaşlarım kırkına geliyor ama görsen en az elli dersin. Elleri kolları altın bilezikli, popo göbek yerinde, gülerken hepsi ayrı oynuyor, çocukları boylarına yaklaşmış, yanyana yürürken nerdeyse beni de kızları sanacaklar (vallahi abartmıyorum), konuşmarı falan öyle büyük büyük.) Belki de ben hala büyümediğimden, yılların nasıl geçip gittiğini anlamıyorum. Zaman içimde durmuş ama gerçekte akıp gidiyor. Ve ben zamanın bu hızına karşı ne yapacağımı bilemiyorum.
Bu sabah sınavları bitirmiş ofise dönerken, daha önce hazırlıkta okuttuğum öğrencilerime rastladım. MEZUN OLUYORLARDI!!! Gözlerim yerlerinden fırladı. Yaw daha dün bunlar, ben sınıfa girdiğimde örgü örmüyorlar mıydı. Evet, bunlar garip bir gruptu. Erkek öğrenciler, Kadıköy-Bostancı minibüs hattını işletiyormuşlar da arta kalan zamanlarında okula değil meslek edinmeye, bayan öğretmenleri nasıl sözle sinir ederize gelmiş bir grup minibüs şöförü kılıklı, elleri tespihli, sıranın üstüne vurup "Bitse de gitsek" diye tempo tutan beylerdi. Kızları ise "özgür kız" ayaklarında, ağızlarında koca koca sakızlar, her ay saç modelini ve rengini değiştiren ve evet bir sabah sınıfa girdiğimde ellerinde örgülerle onları görünce "yaw ben hala uyuyorum ve bu da bir rüya galiba" diye düşünmeme yol açan azıcık kendilerini şaşırmış hanım!!!kızlardı. Ben daha dün gibi bunları hatırlarken, ne zaman dört sene geçti de mezun oldu bunlar. Demek bu okulda tam beş seneyi bitirmişler ve mezuniyet hakkı kazanmışlardı. Ölee bakakaldım onlara. Asıl şaşırdığım bu şuursuzların nasıl mezun olduğu değil, o kadar yılın hangi ara geçip gittiğiydi. Ben daha birçok şeyi dün olmuş gibi düşünür ve büyümeyi reddederken, bir zamanlar benim öğrencim olmuş olanlar çoktaaan mezun oluyorlar, evleniyorlar, çoluk çocuğa karışıyorlar.
Bütün bu olan bitene inanamıyorum. Ben daha büyümedim. Benim içim hala onaltı hadi bilemedin yirmialtı. Takvimler ya da matematik hesaplamalar aksini söylese de ben hala nerde ne muzurluk var onun peşindeyim. Hala sırtıma çantamı atıp dere tepe dümdüz yürüyebileceğimi ve hiç yorulmayacağımı düşünüyorum. Hala giyim kuşamım bile kırk yaşına yaklaşmışlar gibi değil. (Var öyle arkadaşlarım kırkına geliyor ama görsen en az elli dersin. Elleri kolları altın bilezikli, popo göbek yerinde, gülerken hepsi ayrı oynuyor, çocukları boylarına yaklaşmış, yanyana yürürken nerdeyse beni de kızları sanacaklar (vallahi abartmıyorum), konuşmarı falan öyle büyük büyük.) Belki de ben hala büyümediğimden, yılların nasıl geçip gittiğini anlamıyorum. Zaman içimde durmuş ama gerçekte akıp gidiyor. Ve ben zamanın bu hızına karşı ne yapacağımı bilemiyorum.
Etiketler:
hayat mamak meseleleri
7 Mayıs 2012 Pazartesi
insan olmaktan sıkıldım
Çok sıkıldım...insan olmaktan, insani şeyler hissetmekten, ota boka püsüre endişelenmekten, etrafta olan biten türlü saçmalıklara çare bulamamaktan, tesadüfen bulduğum bazı bilgileri teyit ettirememekten veya o bilgilerin nedenlerini nasıllarını öğrenememekten, kapalı kutuları açamamaktan, açık kutuları kapatamamaktan, "kilo alıyorum, yazlık kışlık yapamadım, hoş yapsam da ne olacak?" diye endişe etmekten, hergün hergün iş adı altında kendi kendime konuştuğum bir yere gidip gelmekten, oraya gitmezsem yapacak başka şeyim olmamasından, kafamdaki birçok bilinmezin cevabını bulamamaktan, geleceğin belirsizliğinden ya da bir gelecek olup olmamasından, endişe ediyor olmaktan, hiçbir şeye "koy götüne" diyememekten, endişelerimin boğazımı sıkmasını engelleyememekten, kara bahtım kör talihimden kısacası ben benden sıkıldım. Yine yeni yeniden ben kendimden sıkıldım. Sanırım periodik birşey bu ama bu sefer ciddi mi ne anlamadım. Bunu anlamaya çalışmaktan bile sıkıldım.
Etiketler:
hayat mamak meseleleri,
Ve melankoli
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)