28 Şubat 2010 Pazar

v for Tarkan


Eh Allah'ın sopası yok. Kaderde, şıkıdım şıkıdım oynarken, polis merkezinde sekiz saat sorguda kalmak da varmış. Tarkan'da kokainden yakalanan ünlüler kervanına katıldı. Ama tabii güzide ülkemizde yaygın bir uygulama olan "ye kürküm ye" uygulaması sayesinde, polis merkezindeki saatlerini nezarette değil, beşinci katta bir odada tost yiyip, kendi şarkıları eşliğinde bilgisayarda oyun oynayarak geçirmekteymiş. Oh ne ala Mualla!!!!

Ben girsem ne şarkısı dinleteceksiniz sayın polisler? Ne biçim ayrıcalıktır bu. Yediği halt iyi birşeymiş gibi "panik atak" olduğu gerekçesi ile nezarete konulmamış. Sıradan vatandaşları, hasta profesörleri ve daha birçok değerli bilim adamını, gazete yazarını, düşünürü dandirik nedenlerle hapishane koğuşlarında sürüm sürüm süründürürken, tek meziyeti birbirinin benzeri şarkıları eşliğinde kıvırtmak olan gay mi, biseksüel mi, aseksüel mi yoksa hetero mu olduğuna karar verememiş, zamanının "yürü ya kulum" şanslısı, günümüzün bilumum çilek, şile bezi, yoğurt festivali "mega starı" Tarkan ağbimiz, Vatan caddesindeki polis merkezinin beşinci katında el bebek gül bebek ağırlanıyor.

Gel de şimdi adalete, yargıya, polise, devlete güven, düzene baş kaldırma!

Merak ediyorum bu ülkede bir gün "V for Vendetta" gibi bir olay yaşanacak mı ya da yaşandığını ben görebilecek miyim?

çok güldük ağlamayalım


Eyvah eyvah cumartesi çok güldük ağlamayalım....
Cumartesi akşamı anneyle sinema kaçamağı yaptık. "Nasılsa evde bekleyenimiz, eve gelecek olan, eteğimizden çeken yok, hadi sinemaya gidelim" dedik. Annem televizyonda fragmanlarını gördükçe "Bu Eyvah eyvah fena bir filme benzemiyor, gitsek mi?" diye ufaktan gitme isteğinin sinyallerini çakmıştı, hadi dedim kırmayalım, gidelim. Zira ben Türk filmlerini evde vcd, dvd kiralama yöntemi ile izlemeyi daha sağlıklı buluyorum. Nedense Türk filmlerine karşı önyargım var. Evet bir ay önce Cem Yılmaz'ı da gidip seyrettim sinemada ama o biraz "şimdi herkes konuşacak, filmi izlemenin bir espirisi kalmayacak, bari gideyim, olaydan haberim olsun" önlemiydi. Neyse girizgah çok uzun oldu, sadede geliyorum.
Evet "Eyvah eyvah" hoş bir film ve evet çok güldüm(k). Suadiye sineması saat 19:00 matinesine gittik, çok dolu değildi salon ve bu da sanırım birçok kişi için samimi bir ortam duygusu vermiş olacak ki, herkes rahat rahat güldü. Gülerken "hırk hırk" diye ses çıkaranlarda bu samimi ortamda rahat rahat "hırk hırk"ladılar. Arkalarda oturan bir iki seyirci kendini evinde sanıp esprileri kendi kendilerine tekrar edip, gülmekten katıldılar ve sanırım koltuklarından düştüler.

Konu bildik Türk filmi konusu; fakir ama gururlu müzisyen, Trakyalı genç, babasını bulmak için İstanbul'a gider ve başına gelmedik kalmaz. Konusu itibarı ile ööööle büyük bir iddiası yok filmin, zaten filmde de hiçbir şey uzatılmıyor, babayı bulma, mafya ile karşılaşma vs. herşey çok çabuk derlenip toparlanmış, "offf yine ne bayat espiriler" demiyorsunuz. Filmde yer alan espriler çok hoş ve komik.

Karakterlere gelince; Demet Akbağ'ın oynadığı Firüzan bana aynı Mükremin Abi'deki Züleyhayı hatırlattı. Demet Akbağ, bu rolde hiç zorlanmamış bence. Yıllardır oynadığı Züleyha'yı biraz Demet Akalın ve Seda Sayan'la çırpmış ortaya Firüzan çıkmış. Onun oyunculuğu çooook değişik gelmedi. Eğer Züleyha'yı hatırlıyorsanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Ata Demirer'de muhtelif dizilerde ve filmlerde oynadığı saf, ağzı açık, iyi niyetli genç delikanlı rolünü tekrarlamış. Hatta onun sürekli tekrarladığı gözlerini devirip, sağa sola baktığı saf görünme mimikleri bu filmde de bolca var. Kısacası kimse oyunculuk adına ekstra bir şey yapmamış. Ama senaryo, çekimler ve diyaloglar hoş ve eğlenceli. Sıkmadan güle güle iki saat geçirmek için ideal bir film. Ne zaman BKM oyuncuları bir araya gelip bir film yapsa, bende,"ya hadi sıkıldım, bende bir senaryo var, onu çekelim, eğleniriz, sıkıntımız dağılır" hissi uyanıyor, öyle sıcak ve içten filmler yapıyorlar. Aralarındaki samimiyetin filmlerine yansıdığını düşünüyorum.

Ben en çok filmin başındaki deniz sahnesine bayıldım. Eğer izlemeye giderseniz, arkada darbuka çalan çocuğa dikkat edin, bence mimikleri çok komikti.
Ayrıca filmin beni çekmesinin en büyük nedeni de Bozcaada'da çekilmiş olmasıydı. Bayılırım Bozcaada'ya, görünce yine aklıma düştü. Bu yaz istikamet belli oldu.

25 Şubat 2010 Perşembe

şişko patata yarım kilo domata


Yürüyorum.... bir yerden bir ses geliyor....Hışırt hışırt, fısırt fısırt, hışırt fısırt...allah allah yürüyorum diye düşünüyorum. Hadi arabda olsam lastik gaz kaçırıyor diyeceğim ya da balatalara birşey oldu birşey birşeye sürtüyor, yok değil. Kafamı eğdim aşağılara, ses devam ediyor. Paltomun ucunu kaldırıp yürüdüm. Amaniiiiin, meğer o ses bacaklarımın birbirine sürtmesinden dolayı çıkan sesmiş. Kot pantalonun altındaki iki bacak tombulluktan birbirine sürtünce bu hışırt ve fısırt sesini çıkarmaktaymış.

Dingiling dongolong dingiling dongolong..... çanlar çalmaya başladı.

Şimdi ofiste otururken bir türlü masaya yanaşamayışımın sebebini de buldum. Pantalonun üzerinden sarkan göbeğim. Oturunca şöööle elime dolu dolu göbek geldi.

Dingiling dongolong dingiling dongolong.....

Artık hayatımda ilk defa ciddi rejim olayına giriyorum,

Bu hafta pazartesiye kadar izinliyim, ye yiyebildiğin kadar anasını satıyım.

Pazartesi bir dilim ekmek azıcık peynir olayına giriyosun haberin olsun.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Julia'ya Sesleniş


Geriye dönemezsin artık

çünkü hayat hep ileri savurur seni

tıpkı bitimsiz bir uluma gibi.


İnsana özgü neşeyle yaşamalı kızım

ağlayıp durmaktansa

çıkışsız bir duvara karşı.


Köşeye sıkışmış duyacaksın

yitik, kimsesiz duyacaksın kendini

belki hiç doğmamış olmayı dileyeceksin.


Ne diyeceklerinden kuşkum yok sana

bir anlamı olmadığını hayatın

uğursuz bir şey olduğunu söyleyecekler.


O zaman daima anımsa

bir gün seni düşünerek yazdıklarımı

tıpkı şimdi olduğu gibi.


Yalnız bir adam, bir kadın

nedir ki tek başına

bir toz zerresinden başka?


Oysa sana seslenirken ben

bu sözleri yazarken sana

diğer insanlar da var benim aklımda.


Yazgın sende başlayıp sende bitmiyor

geleceğin kendi hayatın

onurun herkesin onuru.


Direnmeni umuyor onlar

neşenle güç vermeni

karışmasını şarkının şarkılarına.


O zaman daima anımsa

bir gün seni düşünerek yazdıklarımı

tıpkı şimdi olduğu gibi.


Ne kendini kaptır, ne dışında kal

ve yarı yolda deme asla

pes ediyorum, benden bu kadar.


Hayat güzel, göreceksin

her şeye karşın nasıl da

seveceksin, dostların olacak.


Sonunda bir bakacaksın ki

iyisiyle kötüsüyle

tüm varlığın olmuş bu dünya.


Bağışla beni, sana başka

ne diyeceğimi bilmediğim için

ama anla lütfen, hala yoldayım ben de.


Ve daima, daima anımsa

bir gün seni düşünerek yazdıklarımı

tıpkı şimdi olduğu gibi.


José Agustın Goytısolo


Bugünlerde elimde "İyi Hayat" var. Gerçekten "hayat, bizim ondan yaptığımız şey" galiba.

22 Şubat 2010 Pazartesi

..........

"Yüzyıllar önce Hindistan'da kralın baş danışmanlığını yapan ve karşılaştığı her olay karşısında ,"Bu iyi oldu, çok iyi oldu," demesiyle nam salan bir bilge yaşarmış.
Günlerden bir gün, ava çıkan kral ormanda dolu dizgin giderken atından düşmüş ve ayağından feci bir şekilde yaralanmış. Doktorlar kralın ayak parmaklarından birinin kesilmesi gerektiğini tartışırlarken, baş danışman her zamanki gibi, "İyi oldu," demekle yetinmiş.
Kral, bunu duyunca çileden çıkmış. "Nasıl böyle bir şey söylersin ki?..." diye bağırmış, "Seni görevinden alıyorum. Yıkıl karşımdan!" Öteki ısrarla, "Bu da iyi oldu," diyerek saraydan ayrılmış.
Aradan aylar geçmiş. Bir parmağı eksik ayağı tamamen iyileşen kral, yeni bir av partisi düzenlemiş. Bu sefer ava kendini iyice kaptırıp eşine nadir rastlanan türden bir kaplanın peşine takılmış ve grubundan ayrılmış. Yağmur çamur, dağ bayır demeden hayvanın izini sürerken, ülke sınırları dışına çıktığını ancak vahşi bir kabilenin tuzağına düştüğünde dehşetle fark etmiş.
Bu kabilenin tuhaf bir geleneği varmış. Yılın belli aylarında aldıkları esirleri, inandıkları tanrılara kurban ederlermiş. Yine öyle bir kurban dönemine denk geldiğinden, bizim kralı bir güzel yıkayıp muhtelif renklere boyadıktan sonra törenle sunağa yatırmışlar. Başına gelenlere inanamayan kral, yaprak gibi titrerken, kabilenin büyücüsü bir elinde çıngırak, diğer elinde palasıyla etrafında dans ediyormuş. Bir ara, kralın ayağına gözü takılınca çıngırağını yere atarak müziği durdurmuş. Kabile reisine dönerek, "Bu adam hasarlı," demiş, "Parmağı eksik bir kurbanı tanrıya sunamayız!"
Büyücü iplerini kesince, kral can havliyle koşmaya başlamış. Sarayına döndükten sonra, eski baş danışmanını yanına çağırmış. "Yine haklıydın," demiş mahçup bir sesle, "Parmağımın kesilmesi iyi bir şeymiş meğer. Yoksa canımdan olacaktım. Peki, seni azlettiğimde bunu iyi olduğunu neden söyledin?"
"Her kötü olayda mutlaka iyi bir şeyler vardır," diye cevap vermiş bilge, "Beni kovmasaydınız, tuzağa düştüğünüz gün büyük bir ihtimalle yanınızda olacaktım. Dolayısıyla da, kurban edilecektim."
"Doğru söyledin, sevgili dostum. Bundan böyle daima yanımda kalacak, bilgeliğinle bana yol göstereceksin," demiş kral. Ve bu da iyi olmuş..."

Eskiden Radikal gazetesinde Işık Menderes'in "Hologram" adlı bir köşesi vardı ve yukarıda yazdığım gibi ilginç öykülere yer verirdi. Ben de bunlardan bir tanesini saklamışım.
Işık Menderes hikayenin sonunda Kuran'daki Bakara suresinin 216. ayetine de yer vermiş: "Hoşlansanız da, hoşlanmasanız da, savaş üzerinize yazılmıştır. Siz bir şeyi çok sevip isteyebilirsiniz. O sizin kötülüğünüzedir. Bir şeyi hiç istemeyip hatta ondan tiksinirsiniz. O sizin hayrınızadır. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
Keşke diyoum bir dizi karakteri olsaydım, en azından sonum bir şekilde belli olur, böyle bilinmezlik içinde kaybolmazdım ya da beğenmediğim sonu değiştirtebilirdim.

20 Şubat 2010 Cumartesi

veda

Bizim maceramız sadece 11 hafta 2 günlükmüş.
Ada / Ali bana sessizce veda etmiş de haberim yokmuş.
Kenarda köşede öylece kalmış, hiç ses etmeden, ben gidiyorum demeden
Kendim göreyim vedalaşayım istemiş, bugünü beklemiş
Bugün hoşçakal dedi bana ve gitti....

18 Şubat 2010 Perşembe

günlere tekir buğusu

Gerçekten artık yetişemiyorum. Akşam tam olayların ne olduğunu anladığımı, bu ülkede ne olup bittiği ile ilgili az buçuk fikrim olduğunu düşünerek yatağa giriyorum, sabah bir kalkıyorum hooop herşey daha da karmaşık bir hal almış. Hani bir Allah'ın kuluda gayet basit bir şekilde böyleyken böyle diye açıklamıyor ki olayı. "HSYK'nın genel yapısına aykırı bu durumun behemehal hemen değiştirilmesine....savcının yaptığı gayet doğrudur.... hayır savcı kendi yetki sınırını aşmıştır....bu bir ikinci Şemdin'li olayıdır...." Eh be kardeşim, ne oldu şimdi? Ben ipin ucunu kaçırdım. Toplayabilene aşkolsun.
Kafada ipin ucu kaçmışken ve aynı esnada mide kazınırken yapılabilecek en iyi şeyi yapmak farzdır her zaman: yiyeceksin arkadaşım. Şöööle tazesinden bir yarım kilo tekiri temizlettireceksin, eve gelip atacaksın kızgın yağa, onlar yağın içinde kıpraşırken, yapacaksın havuçlu mısırlı marul salatasını, kızarmış ekmek ve bir küçük rakı (diyebilmek isterdim ama Ada'ya yasak. Dolayısıyla kuru kuru gider tekirler.).
Eh yukarda filler tepişirken, biz küçük fanilere böyle küçük mutluluklar lazım. Ooooohhhh sefam olsun, yarasın.


17 Şubat 2010 Çarşamba

demonte etmek istiyorum kendimi


Sabah kalktığımda birşey yoktu, servisten inerken de birşey yoktu. Ama ofise gelir gelmez gözlerim ağrımaya başladı. Artık nasıl bir ağrıysa, yuvaları acıyor. Sağa sola çevirirken canım yanıyor. Vücudumun bir yeri ağrıdığı zaman keşke "demonte edilebilen birşey" olsaydım diye aklımdan geçirdiğim çok olmuştur. Başım mı ağrıyor, sök vidaları koy bir kenara o ağrısın dursun sen yedek kafayı tak, neyse işin onu yap ya da ruhun çok mu depresif, aç beynimi çıkar ruhunu veya gir bir kabine şööle bir silkin çıksın ruhun koy bir poşete kaldır rafa, daha eğlenceli başka bir ruh halini seç onu giy. Yazlık / kışlık yapmak gibi. İhtiyacın olduğunda yedekte birkaç parçan olsun. Mesela bugün banyo dolabında bir çift göz olsaydı, şöyle okumaktan, bilgisayar ekranına bakmaktan yorulmamış, dinlenmiş (farklı renkte olurlarsa daha da eğlenceli olur) onları takar çıkardım. Bu yorgun ve bozuk gözleri bir süre tedavülden kaldırırdım.
Aaaaa daha iyi bir fikir geldi aklıma. Evde böle bizi bekleyen yedeklerimiz olsaydı. "Bugün ben yataktan çıkmak istemiyorum. Birinci yedeği göndereyim, o çalışsın" ya da "pazara da gitmek lazım ama kim uğraşacak şimdi, ikinci yedek gitsin halletsin" diyebilsek süper olmaz mıydı?
Hayat daha mı çekilir olurdu ki?

16 Şubat 2010 Salı

yoğurt işkencesi




Bugün ofiste yapacak iş olmayınca, "aslında yapsam iş var da acelesi yok" modu bünyede yaygın olunca, bel bel bilgisayar ekranına bakarken ve bir yandan da yoğurt yiyerek kendime işkence yaparken, günün konusunu buldum; "Yahu bir yoğurt yemek bu kadar mı eziyetli olabilir!"


Sizi bilmem ama ben yoğurdu sadece mantı ile ve köfte, patates yanında severim. Onu dışında kendisi ile seviyeli bir mesafemiz vardır. Öyle "aman Kanlıca'ya gidelim, yoğurt yiyelim, eki eki!" şeklinde biri asla olmadım. Ama şimdi sağlık için ve bebişin yüzü suyu hürmetine oturup bir kase ya da bir minik yoğurt yemem gerekiyor ve bana afakanlar basıyor. Ağzıma attığım her kaşık sanki meşhur pembe öksürük şurubu (Perebron'du adı galiba, ne zaman içsem kusardım küçükken) öyle büyüyor ağzımda, gözlerim yuvalarından fırlıyor yutarken. Kendi kendime bazı teknikler geliştiriyorum bende bu işkencenin daha da az işkence olması için. Bugün muz doğradım içine belki yarın vişne, sonraki gün elma, daha sonraki gün eti çubuk kraker koyarım. Belli mi olur?

15 Şubat 2010 Pazartesi

ramiz dayı geçti buradan

Bazen avuçlarını sıkmayacaksın
Açacaksın avuçları atacaksın içindekileri havaya
Ve bekleyeceksin
Bekleyeceksin ki attıkların
Geri dönsün sana....

14 Şubat 2010 Pazar

karga ekmek yaparsa

Evet bu haftasonu mutfakta geçti. Ben de kendimden geçtim. Hazır gazı almışken durmadım, duramadım, bir de ekmek yapayım dedim. Hazır komşum da ekmek yapmanın ustası iken fırsat bu fırsat bir çekirge edası ile ekmek yapmak için kolları sıvadım. Tabii önce tarifi bulmak lazımdı, ustaya danışıldı. Verdiği tarife bakınca "aaa" dedim "ne kadar kolaymış". İşte acemi olmak böyle birşey; yapmadan herşey kolay ve basit geliyor. Ama kazın ayağının öyle olmadığını mayalı suyu hamura dökünce anladım. Mayalı su ve hamur biraraya gelince tehlikeli birşey oluyormuş. Hamur ellerimi rehin aldı, mümkün değil kurtaramadım. Ellerimi kaldırıyorum, hamurda onlarla beraber geliyor, elleri birbirine sürtüyorum, yok bana mısın demiyor, düzeleceğine daha beter oluyor. Bir ara hamuru pnecereden fırlatıp atmak geldi içimden ama baktım bende onunla beraber uçacağım vazgeçtim. Zar zor un paketine uzandım, koydum unu koydum unu, durum biraz düzelir gibi oldu, biraz da zeytinyağı takviyesi yaptım, eh biraz biraz kurtardım. Ama eller Atlantis'ten gelen adam eli gibi perdeli oldu. Parmaklarımı ayırıyorum, aralarda hamur parçaları, parmaklarla beraber hareket ediyor. Neyse parmak operasyonundan sonra yoğurabildiğim hamuru, yağlanmış tencereye koydum. Bir de dedim ki "allah allah bu kadarcık hamura niye tencere ki". İki saatin sonunda o minnacık hamur olmuş mu sana dağ gibi bir hamur. Tencerenin kapağını açınca tencere "blop!" diye hamur kustu resmen. Baktım oooo herşey yolunda, ukala ukala "oooo" dedim "Ay ne kolaymış ekmek yapmak. Baştaki şu hamur maya olayını yapabildin mi, gerisi kolay". Attım fırına, bekledim pişsin diye. Kızardı ekmekler, azıcık soğumalarını bekledim. Bir heyecan koştum tepsinin başına, bir ısırık, sonuç "at kafana yarılsın" misali taş ekmekler. Dışı had safhada kıtır ve sert olmuş ekmeklerle benim de son derece şişik ekmek egom yerle bir oldu.
Aldım ürünleri çaldım komşumun kapısını, "yav usta" dedim ezik çekirge modu ile "nerde hata yaptım?". Ustam ürünlere şööle bir baktı, birazını ağzına attı "fırın çekirge" dedi "fırının ısısı biraz yüksek gelmiş olabilir. Bir de zeytinyağı ile çok halvet olduysan bu kadar fazla kıtır olmuş olabilir. Ama üzülme daha yolun başındasın, ekmek yolu uzun yoldur. Kuyruğu dik tut, bir dahaki sefere fırının ile konuş, anlaş" dedi, bir de güzel bir yasemin çayı demledi, moral verdi.

Bu olaydan çıkan sonuç, kibirli olmayacaksın, acemi olduğun işte kendine bile ukalalık yapmayacaksın ve çekirge ekmek yapmak "ha deyince olmuyor".

tarif no:1




Julie / karga projesine dün itibariyle başlamış bulunmaktayım ve işte bir numaralı tarif:
Arpacık soğanlı, ıspanaklı tart
Malzemeler:
*6 parça milföy hamuru
*25 g tereyağı
*14 arpacık soğan, soyulmuş
*6 diş sarımsak
*250 g mantar, dörde bölünmüş
*2 çorba kaşığı balsamik sirke
*250 g ıspanak, ince doğranmış
*1 paket labne peyniri
*2 yumurta, hafif çırpılmış
*25 g parmesan peyniri, rendelenmiş
*tuz, karabiber
*çörekotu
*25 cm tart kalıbı
Yapılış:
Fırını 180 dereceye ayarlayın. Milföy hamurlarını sıvıyağ ile yağlanmış tart kalıbına dizin. Üzerini çatalla delerek 15 dakika pişirin. Bir tencerede tereyağını eritin. Soğan, sarımsak ve mantarları içine atın ve 20 dakika pişirin (kapağı kapalı olsun ve ara ara karıştırın). Balsamik sirkeyi ekleyin. Ispanakları yıkayın ve 5 dakika sıcak suda bekletin. Tartı fırından çıkarın. Suyunu süzdüğünüz ıspanakları tartın üzerine yayın. Tuz serpin. Tavadaki soğanlı karışımı ıspanağın üzerine koyun. Labne peyniri, yumurta, parmesan peyniri, tuz ve karabiberi karıştırıp, üzerine dökün. Üstü kızarana kadar 20 dakika pişirin. Çörekotu ile süsleyin.
Sonuç:
Gayet lezzetli, hafif bir yemek yiyeceğinizi söyleyebilirim. Eğer ıspanakları yıkatacak birisini bulabilirseniz bu yemeğin yapılışı gayet kısa ve kolay. Zira ben ıspanakları yıkarken sırtım tutuldu. Yukarıdaki malzemeler ve yapılış kitaptan doğrudan alınmıştır. Ancak bu yemeği yapmış ve tatmış biri olarak, size naçizane birkaç önerim olacak. Dakikalara uyun, gerçekten verilen dakikalarda pişiyor herşey. Sonra soğan, sarımsak ve mantar karışımında ben önce soğanı ve sarımsağı biraz tereyağı ve zeytinyağı karışımının içinde öldürdüm. Verilen miktarda tereyağı kullanmadım, ağır gelecek diye düşündüm. Soğanlar öldükten sonra mantarları ekledim. Ayrıca yukarıda yazan sayıda arpacık soğanı kullanmadım. 10 tane falan kullandım ve dörde böldüm. Soğan tadı gelmedi yerken. Bir dahakine daha çok soğanı bölmeden kullanacağım. Bir de biraz şeker ve salça / domates ekleyin isterseniz, zira bana biraz buruk mantar tadı geldi ki bunu pek sevmem. Şeker ve salça bu tadı kıracak eminim. Ispanakları sıcak suda bekletmek pek akıllıca geldi. Doğradığım ıspanakları biraz tuzla ovdum ama bir tavada biraz öldürülürlersa daha iyi olur kesin. Bende tart kalıbı yok. Oval bir pyrex kullandım. Sonuçta dediğim gibi hafif, değişik ve farklı bir ıspanak yemeği yemiş oldum.
Yemeğiniz piştikten sonra yanına bir bardak bira ve dvd'de iyi bir filmde tavsiye edilir. Ben ne mi içtim? Bir bardak sıkılmış elma suyu ve dvd'de ise "Whatever Works" vardı.

bugün sevgililer günü neşe doluyor insan


Bugün Sevgililer Günü.... yoksa bir sevgiliniz üzülmeyin, daha zaman gelmemiştir.
Varsa aklınızda biri korkmayın arayın, belki bütün gün o da sizden bir telefon beklemiştir.
Yok eğer yanınızdaysa sevdiğiniz, gidin öpün koklayın, sıkıştırın ve o kişiyi neden sevdiğinizi bir kere daha ona söyleyin.
Ona sevginizi söylemek için belki tek şansınızdır kaşırmayın.
Bugün sevgililer günü, gülün oynayın.
Bu sabah içime Mavi Ay'ın Bayan Topestosu kaçtı. Böööle kafiyeli şeyler döktürdüm. Sevgililer Günü kutlaması geç olmasın diyerekten.
Resim Mordillo'nun ama bana hatırlatan Mevsimlerden Roma oldu. Ona da teşekkürlerimi ileteyim buradan.
Bugün yolu sevgiden geçen herkesle birlikte olun, sevgi dostları (vallahi ben yazmadım bunu, hepsi içimden fırlayan Kayahan'nın suçu, ellerimi zorla klavyenin üstünde gezdirdi, bunları yazdırdı).

13 Şubat 2010 Cumartesi

julie / karga projesi


Kadınlar canı sıkılınca ne yapar ?
a. Saçlarını kestirirler
b. Alışveriş yaparlar
c. Kavga çıkarırlar
d. Yemek yerler / yaparlar
e. Hepsi
f. Hiçbiri
Evet benim de uzun zamandır canım sıkılmakta, içim darlanmaktaydı. Saçımı en son yazın kestirmiş ve bir daha saçlarımı kestirmeyeceğime (bunalımda olunca saçlarımı küt tabir edilen şekilde kestiriyorum ve benim için tam bir işkenceye dönüyor, bu saç modeli, sürekli fön vs.) dair kendime söz verdiğimden bu seçeneği geçtim. Alışveriş yapmıyorum çünkü mali durumum son on yılın en iyi aylarını yaşamakta, ayrıca, kredi kartımı şişirip, bir süre sonra kendimi "zevksizlikle" suçlayacağım ve giymediğim için dolapta fazlalık yaratıp, yazlık/kışlık yapma günlerinde beni fena halde strese sokacak kıyafetlerden uzak durmaya çalışmaktayım. Bu seçenekte gitti. E kavga etmekten hoşlanmadığıma göre bana kala kala yemek yapmak kaldı.
Bu hafta bir süredir elimde olan "Julie ve Julia" isimli kitabın filmini izlerken, can sıkıntımı giderecek bir fikir kafamda şimşek gibi çaktı. Ben de Julie gibi her gün olmasa da (o kadar cesaretim yok, henüz) bir yemek kitabından yemekler yapmaya başlamaya karar verdim. Bu kararın üzerine bir de Alex Rovira'nın "İyi Hayat" isimli kitabında okuduğum şu satırlar; "Gerçek şu ki, yaşadıklarımız hoşumuza gitse de gitmese de, elimizde yine onlar vardır. Onlara belirti olarak bakmak, renk ve anlam kazandırmak bize düşer. Ve her şeye karşın, José Agustin Goytisolo'nun, kızına yazdığı şiirde dediği gibi 'insana özgü neşeyle yaşamalı, ağlayıp durmaktansa aşılmaz bir duvara karşı.' Üstelik, varoluşumuzun tüm açmazlarına rağmen sevebilir, umut edebiliriz; kendi onurumuz ve ötekinin onuru için mücadele edebiliriz; yazgımızı çevremizdekilere, sevdiklerimize yararlı olma, onları mutlu etme istemi üzerine inşa edebiliriz." beni gaza getirdi ve soluğu D&R'da aldım. Çoooook uzun süre önce gördüğüm ve almak için bir kenara not ettiğim Gamze Bursa'nın ödüllü "Net 425 g" adlı yemek kitabını görünce "tamam" dedim, "olay" budur. Birkaç akşamdır sayfalarını karıştırdığım bu yemek kitabından bazı tarifler belirledim. Sırasıyla belki hergün belki de iki üç günde bir bunları denemeyi ve sonuçlarını yazmayı tasarladım kafamda.
Kendi kendime "Julie Powell"cılık oynayacağım işte, fena mı?

11 Şubat 2010 Perşembe

ada'ya / ali'ye mektuplar (bir)


Ada'cım ya da Ali'cim,
Şimdi Ada ya da Ali'sin, henüz hangisisin bilmiyorum. Bu da sana ilk mektubum. Bu hafta birlikte onuncu haftamız şeker, sen bir mandalina büyüklüğüne erişmişsin. Gavur hamilelik sitelerinde senin için bu hafta kumquat kıvamında diyorlar ama ben daha seninle hiç konuşmadım. Herhalde içimde bir yerlerde kendi çapında takıldığından ve bana varlığını henüz hiç hissettirmediğinden olsa gerek. Öncelikle bunun için sana teşekkür etmem lazım, midemin bulanmasına, ayılıp bayılmalara yol açmadın. Balık eti kıvamına varmamı sağlaman dışında hiçbir şey yok. Balık eti kıvamını da doğunca halledecekmişsin, sağol.
Ada'cım / Ali'cim, önümüzde daha uzun bir yol var. Fena gitmiyoruz senle, umarım bundan sonrası da iyi olur ve sağlıkla doğarsın. Nasılsın, kime benziyosun çok merak ediyorum. Anneanne, buzdolabının üstüne güzel bir bebek resmi astı, ona bakayımda sen benze diye ama ben yukardaki ibiş bebeğe bakıp duruyorum. Onun gibi ibiş birşey olacaksın galiba. Ama yine de sen yap bir torpil ve bana benze emi, o kadar taşıyorum seni. Huyun suyun nasıl olacak, cır cır ağlayan gazlı bir bebek mi olacaksın yoksa iki emdikten sonra hop uyuyan bir bebek mi olacaksın bilmem. Ama iyi şeyler düşüneyim de iyi olsun di mi. Slogan gibi oldu bu da bu arada, herkes aynı şeyi söylüyor, "iyi düşün iyi olsun". E bende öyle yapayım (Hmmmm!!!! olumlu düşünmenin sesi bu). Sana yazacak daha pekçok şey var ama şimdiden kafanı vır vır şişirmek isteorum, bu bir girizgah olsun.
Keyfine bak, rahat rahat büyü. Hazır yerin daha genişken biraz dolaş, sonra dolaşacak yerin olmuyormuş.
Kocaman öptüm seni.

abidin söyle bana

Abidin söyle bana mutluluk,


üç demet frezya,


renkli makaronlar,


kakaolu süt ve bir dilim kek



veya "amaaaaan" denilebildiğinde içte duyulan ferahlama mıdır?

neşemi kaybettim hükümsüzdür


Bugün Aydan Atlayan Kedi'nin yazdığı gibi "ağızda kalan çay ve nikotin karışımı gibi memnuniyetsizliğin ve ne yapacağını bilemezliğin tadını taşıyor".

Havadan mıdır nedir, sabah zor kalktım. Saatin alarmı çalınca onbeş dakka daha ileriye kurdum, Kara kedi yatakta yanımda mırıl mırıl kalkıp ona mama vermemi bekledi ama "onbeş dakka sonra şeker, biraz daha kestirelim" dedim. Kestirilemedi tabii, gözler kapalı kafaya düşünceler üşüştü.

Sonrası hep aynı zaten. Kalktım, kendime tost yapıp portakal suyu sıktım. Bir bardak sütü ekmekle de çırpacaktım ama vakit olmadı. Giyindim çıktım, işe geldim. Karınca gibi işte sürekli git gel git gel. Yapmasan bu git geli desen var mı daha iyi bir b planım, yok. Bakalım günler daha ne kadar tuzsuz çorba, ekşi kremalı pasta ve şekersiz kek kıvamında geçecek.

9 Şubat 2010 Salı

samuel pepys miyim ne bea?


Bir süredir elimde, "Julie ve Julia" kitabı var. Aslında hemen okunup bitiverecek bir kitap ama elimde sürünüp duruyor işte. Kafamı kurcalayan şeylerden okumaya fırsat bulamıyorum. Ne biçim bahane di mi?
Neyse zaten uzun süreden beri içimi kabartan aşçı olma hayalimi iyice depreştiren bu kitabın bir yerinde Samuel Pepys'ten bahsedilmekte. Samuel Pepys, dokuz yıl boyunca her gün günlük tutan biriymiş. Büyük Londra Yangını gibi döneminin en önemli olaylarını, gittiği oyunları, yediği yemekleri, bulaşıcı hastalıkları, anestezisiz mesane taşı ameliyatlarını herşeyi ama herşeyi yazmış günlüğüne. Julie Powell (kitabın yazarı) Samuel'in bir çeşit proto-blogcu olduğundan bahsetmiş. Gerçekten de bizim şu anda yaptığımız teknolojik günlük tutma biçimi blogunun atası Pepys.
Peki onun kadar herşeyi en ince detayına kadar yazmak ne kadar iyi ne kadar kötü? Kendiniz ile ilgili yazdıklarınız ne kadar mahrem oluyor şu blog camiasında ya da aslında pek o kadar da mahrem olmayan şeylerimi yazıyoruz buraya? Ne kadar kendimiziz yazdıklarımızda? Kişiliğimizin ne kadarının gün ışığına çıkmasına , hiç tanımadığımız ya da tanıdığımız kişilerce bilinmesine razıyız? Benim için burası biraz iç dökme, kafamı boşaltma yeri. Herşeyi yazıyor muyum? Hayır. Daha özel şeyleri eski usul defterlere döküyorum kurşun kalemle.

Günün birinde bu yazdıklarımızı okuyan bazı zatı muhteremler dönemin özellikleri ile ilgili birşeyler bulabilecekler mi? Evet belki. En azından benimkini okuyan olursa 30'unu geçen bir kadının git gellerini öğrenecekleri kesin. Ya sizinkileri okuyanlar neler bulacak ileride?

7 Şubat 2010 Pazar

şaşkın kızın masalı


Bir varmış bir yokmuş uzak diyarların birinde şaşkaloz bir kız yaşarmış. Evet bu kız ciddi anlamda şaşkalozmuş çünkü hep acele edermiş. Bir yere mi gidilecek hemen hazırlanır koştura koştura gidermiş. Biri mi çağırdı hemen önce o atlarmış, bir yere mi gidilecek yine önce o fırlarmış. Hiçbirşeyin önünü arkasını, olurunu olmazını sonrasını düşünmezmiş. Fazlasıyla duyguları ile hareket edermiş. Bir de kim ne derse inanırmış. Herbirşeyini herkeslere anlatır, o herkeslerin verdiği fikirleri can kulağı ile dinler hiiiç kendi içine kulak vermeden, görünür şeyleri görmezden gelerek, o çok fikirlerini önemsediklerinin aslında pek de kafasına yatmayan fikirlerine kendini kaptırıp yine alelacele kararlar verirmiş. Bir süre bu verdiği alelacele kararların etkisi ile kendini çooook mutlu sanıp dururken birden birşey olur, ayakları suya erermiş ama iş işten geçmiş olurmuş. Bir iki kere köprüyü geçerken at değiştirdiği olmuş, aşağıya düşmemiş ama çekirge misali, sonrasında burun üstü fena çakılmış.

Bu kızcağız birde hiç anın tadını çıkarmazmış. Hep yapması gerekenler, gitmesi gereken yerler varmış. Sırtında hep ama hep bir "gerekenler" listesi ile dolaşırmış. "Yahu bırak şunu, as bir kenara" diyenlere de çok kızarmış, onları fena benzetip, kırarmış. Bundan dolayı ne çok şey kaçırmış ne çok şey.

Birgün otururken evinde bir ampul yanmış kafasının içinde. "Aaaaa" demiş "ben ne yapıyorum yahu. Hayatım kocaman bir boşluk. Hiç işe yarar birşey yok. Öleee yaşayıp gidiyorum. Ben ne yapıyorum, içim ne diyor, hiç dinlemiyorum. Kulaklarım ne kadar tıkalıymış, vitesi boşa almışım gidiyorum. Bütün prensler kurbağa olmuş, belki de kurbağa sandıklarım prensti ama gözümdeki at gözlüklerinden göremedim. Vah başıma gelenler!" diye dövünmüş durmuş ama nafile artık ne köprü eski köprüymüş ne de atlar eski at. Birinden inilip birine binmek zormuş, nerdeyse imkansız çünkü köprünün altından çok sular akmış çok.

Bizim şaşkaloz kızda kalakalmış şaşkalozluğu, sağırlığı ve kendini bilmezliği ile. Elinden hayatının sayfalarını boşuna çevirmekten başka bir şey gelmediğinin farkındalığı ile bakakalmış aynaki şaşkın, hüzünlü aksine.


* Ey okuyucu, şimdi sen bunların gerçekle bağlantısını bulmak için kafa patlatırsın. Ben sana gerçeği söyleyeyim. Bu masalda benzerlik kurabileceğiniz kişilerin gerçek kişilerle hiçbir bağlantısı yoktur. Bütün yer ve şahıslar hayal ürünüdür.

4 Şubat 2010 Perşembe

anne olmak bu mudur?


Anne olmak böyle birşey herhalde. İşten geldim, ocakta tencereler fokurduyor, ev mis gibi yemek kokmuş (bugün apartmandaki yemek kokularına bizde katkıda bulunduk). Anne yarın gidiyor ya döktürmüş. Bana yemek yapıp bırakıyor. Geldim başladı saymaya:

-Köftelerin buzlukta, zeytinyağlın yoktu, barbunya pişirdim. Çorba da yaptım. Pilav pişirdim ama cumartesi Gülperi ile yerseniz yenisini yapman gerekir. Dolapta dolmalarda var, önce onları ye sonra pilavı bitir. Biraz daha komposto yapayım ister misin? (istedim pişirdi valla) Bak tavukta kalmasın onu da bitir. Pazar günü poğaça yaparsan, dolaptaki peynirle yağ yeter. Patates koyacaksan içine, haşlayacaksın biliyorsun değil mi?

Bunları söyledi, hızını alamadı eksiklerin hepsini pişirdi. Anne olmak bu demek herhalde.

Nerdeyse bir aydan fazladır beraberiz. Böyle birlikte olmak iyi geldi. İşten gelince beni karşılayacak olmayan Meliha abla'nın yerini almıştı. Şimdi o gidince ev suyu çekilmiş değirmene döner. Eeeee gurbette olunca böyle oluyor. Bir iki ay sonra gelir herhalde, sağlık olsun.

Daha gitmeden özledim.

Valla onun tırnağı olsam gam yemem.

Bir daha ki gelişinde yanında staja başlıyacağım. Söz!!!!

şu telefon gelse


Ararım seni demiş dün mesajda, aramadı. Mesajın sonuna bir de "hoşçakal" eklemiş. Şimdi bu "hoşçakal" iyi anlamda mı yoksa kötü anlamda mı? Bütün gün bekledim çalmadı telefon. Oturdum bakıyorum telefona belki çalar diye. Ne kadar zormuş böyle telefon beklemek! Arasa da bitse, anlasam "hoşçakalın" nasıl bir "hoşçakal" olduğunu!

3 Şubat 2010 Çarşamba

bilmece bulmaca


Sabah işe giderken apartmanda değişik bir koku...Kızarmış ekmek kokusu gibi geldi belki de fırından yeni çıkmış kakaolu bir kek olabilirdi, bilemedim.

Akşamüstü işten geldim. Bu sefer Knor şehriyeli tavuk çorbası kokusu....Ama öyle böyle değil, sanki apartmanın önünde kazan kazan tavuk çorbası pişiriyorlar. Şeytan dedi koklaya koklaya dolaş bütün katları,sabahtan beri mutfaktan çıkmayan kimdir, hangi komşudur bul. Karşı komşum değil, o işteydi bugün biliyorum ama temizlik vardı onda (nerden mi biliyorum? teyze sabah bizim zili çaldı da ordan). Bir ara temizlikçiden şüphelenmedim değil. Komşumun yokluğunda döktürüyor herhalde dedim.

Sonra anneyle dışarı çıktık, döndüğümüzde koku taaa asansörde buldu beni. Pastırmalı birşey, bütün apartman buram buram pastırma kokuyor. Yanında da biber dolması naneli. Bu sefer yapan iyice maharetli olmalı ki bütün apartmanı sarmış, yaptıklarının kokusu. Asansörün içi, her yer pastırma kokuyor.

Kimdir bu kadar hünerli komşum bilemedim? Burnum ve ben araştırmalarımıza devam edicez, kararlıyım apartmanımdaki hamarat divayı bulmak istiyorum.

1 Şubat 2010 Pazartesi

ne yapmalı ne etmeli

Bugün işi biraz kırdım. Zaten yine sinir ettiler (artık iyice biz sizi eşek yerine koyuyoruz diyorlar bugünkü hareketleriyle. Bizde hala oturuyoruz ya orada bize de yuh olsun, kendime de), ben de k.g yaptım ikiyi biraz geçe çıktım. Eski bir arkadaşım gelmişti İzmir'den daha doğrusu eski yavuklum. Aradı beni "görüşelim" dedi görüştük. Kadıköy'e gittim. Hem bulmam gereken bir iki cd vardı onları da hallettik birlikte. E.'cim ilginç bir kişiliktir, nevi şahsına munhasır, onu başka bir yazımda uzun uzun anlatacağım. Konuştuk uzun uzun, yaptıklarını anlattı bana, gurur duydum, helal sana dedim. İçim böle bir hoş eve döndüm.
Eve dönerken terziye uğradım, henüz bol gelen hamile pantalonunun paçaları yapılmıştı onları alırken, televizyonda Beykoz'da zehirlenip öldürülen köpekleri ve de donmuş kardeşinin başında annesiyle yaşayan minik köpeciği gördüm. Kala kaldım.
Birileri bir yerlerde insanlara, çevreye, doğaya birşeyler yapmak için uğraşsınlar, didinsinler diğer yanda ise başka birileri "acaba doğayı, insanları, hayatı nasıl söndürürüm?" diye uğraşsın.
Nasıl mücadele edicem ben bunlarla?
Ada, böyle acımasız saçma sapan bir dünyaya doğacak sırf benim bencilliğimden. İlerde sorar mı acaba bana, "anne, niye ben geldim bu dünyaya diye?"
Birşeyler yapmalı ama ne hiç bilmiyorum.
01.02.2010 yazısı da böyle karamsar oldu. Bugünün ilginçliğine inat.