28 Şubat 2012 Salı

totemci

Uğruna inandığınız bir hareketi yapmak totem yapmakmış. Ofisteki hasta Beşiktaşlı arkadaşımın bana verdiği tanım bu. Mesela kendisi önemli Beşiktaş maçlarını izlemiyor çünkü izlediği an kaybediyorlarmış. Ben de totemci oldum. Hem de uzun bir zamandır. Haftada birkaç kere gittiğim Moda'da yolumun üstündeki sayısal lotocuya totem yapıyorum. Henüz kendisine bunu anlatmadım ama haftanın aynı günü aynı saatte aynı kuponları verip, yüzünde çarpık bir gülüşle makinadan gelecek alkış seslerini dinleyen beni görmekten adam anlamıştır totem yaptığımı ve sanırım içinden "hah benim totemci geliyor!" diyordur.
Artık başka yere kuponlarımı veremiyorum çünkü çok eski bir arkadaşıma benzettiğim bayideki adamı ve camında "bilmem ne tarihli büyük ikramiye bizim bayimizden satılmıştır!" yazısını gördüğümden beri bu bayiiye geliyorum. İnanıyorum uğruna. Her hafta aynı gün ve saatte, bayideki adam ve ben, beş dakika eldeki kuponlara kitleniyoruz. Biliyorum, ikimizde "tebrikler büyük ikremiyeyi kazandınız!" yazısını görmeyi bekliyoruz. Ben kafamda o yazıyı gördüğümde adama neler diyeceğimi bile kurdum. Geçen sene 100TL kazandığımı öğrendiğimde, "neee! hadi ya! ne yapıcam şimdi, nerden alıcam, ne zaman alıcam" diye yaşadığım kısa süreli paniği görüp, "hanfendi buradan alacaksınız nerden olucak" diyerek oldukça cool bir cevap verip beni maymuna döndürdüğünden beri hazırlıklıyım, hele büyük ikramiye bir çıksın, bankoya dirseğimi koyup, saçlarımı şöle sağa sola savurup "eeeeooooo hahaha, cicim daha büyük bir dükkan ister misin? şöle cancanlı tarafından" diye sormayı düşünüyorum.
İki haftadır işler iyi, allah bereket versin altı lirayla haftayı kapatıyoruz. Ben makinadaki alkış seslerini duydukça yüzümdeki fiyonk gülümseme büyüyor gözlerim kocaman açılıyor farkındayım ve ben ööle şeşibeş olunca adamın yüzünde de müstehzi bir gülüş beliriyor. Garibim ben sevinince o da seviniyor. Alt tarafı altı lira ama o altı lira altı binin habercisi. O da ben de biliyoruz bunu.

27 Şubat 2012 Pazartesi

ayran kafalı

Son günlerde şöyle cümleler çok dikkatimi çekmeye başladı:

"Son yıllarda satışına başladığı kendi tasarımı olan dökme tencerelerle dikkati çeken bilmem kim, sekiz yaşından beri mutfakla haşır neşir olduğunu, annesinin mutfakla arası iyi olmadığı için sokaklarda lezzetler keşfetmek için dolaştığını söylüyor. Mutfak ile ilişkim sekiz yaşında başladı diyor"
"Beş yaşımdan beri krem kullanıyorum. O zamanlardan beri güzellik malzemelerine düşkünlüğüm vardı. Beş yaşımda hatırlıyorum, bütün bir tüpü kullanır vücudumu kremlerdim."
"Altı yaşından beri bir gün Oscar törenlerine katılacağımı söylüyordum. Altı yaşımdan beri bunların hayalini kuruyordum ve işte bugün burdayım."

Bu tarz konuşanları duyunca "vaaay be diyorum ben ne ayran kafalıymışım". Ben hiç böle birşeyler dediğimi ya da bırakın dediğimi düşündüğümü bile hatırlamıyorum. Beni yatırsalar psikologların o deri koltuklarına (bu arada benim gittiğim psikolugun deri koltuğu değil, fiskos koltuğu vardı. Eski zaman işi, insanda çay fincanını eline alıp, "yaw ben küçükken!" diye konuşma isteği uyandıranlardan. Demem o ki deri koltuk şehir efsanesi) ve "küçüklüğünüzü anlatın bize!" deseler, benden böyle cümleler çıkmaz. Çıksa çıksa "üç yaşımda kardeşimin doğduğu gün yediğim yeşil piramit çikolataları hatılıyorum, koca bir kese kağıdını bitirmiştim, böyle hom hom hom yedim bitirdim. Kimse de birşey demedi. Ha bir de annemler bir tane gelin bebek almışlar, bana da "bunu kardeşin sana getirmiş dereden" demişlerdi, uzun zaman bebeklerin dereden geldiğini ve bu işin çok karlı olduğunu düşünüp ne kadar çok kardeşim dereden gelirse o kadar çok bebeğim olur hesabı yaptığımı hatırlıyorum" derim.
Yoktu ben de böyle düşünceler, böyle kesin belli yaşlarda insanlar ne düşündüklerimi nasıl hatırlıyorlar bir türlü anlamıyorum. İşin komik tarafı böyle yuvarlak laflar değil, kesin kesin "dokuz yaşında, altı yaşında, beş yaşında" kesin ve net tarihler. Sonunda anladım bendeki ayran kafalılıktan bu bir baltaya sap olamama hali. Durum budur.

25 Şubat 2012 Cumartesi

geçmiş olsun

24 Şubat 2012 Cuma

Saat: 07:00 Saat çalar
(İç ses): Bugün günlerden ne? Pazar? Salı? Çarşamba? Ha tamam yaw Cuma!! Off bugün o gün! Offf hiç yapasım yok!!! Neyse hadi karga kalk! Nereden geldi şimdi 'bu da geçer!" şarkısı aklına?


Saat: 08:00
(İç ses): Ooohhh bir bardak daha çay içeyim. Aman saat de sekiz olmuş. Yok yaw yetişirim, sunum on buçukta zaten, dokuza çeyrek kala okulda olsam, bir fön çektirsem, ofise uğrasam biraz daha baksam söyleyeceklerime sonra da on gibi bölüme çıkarım, projeksiyon aletini al falan anca olur. Tamam ya olur olur! 
(Dış ses) Anne bir bardak daha çay koysana!
Saat: 08:30
(İç ses): Yaw bu elbisenin yandaki fermuarı kapanmıyor. Dur yahu biraz daha hızlı kapatayım. Hah oldu! Şimdi de arkadakini kapatayım. Hay Allah yaw! Kollarım yetişmiyor, ha gayret olacak. Aaaaa yan fermuar yırtıldı. Ay inanmıyorum, gitti fermuar. 
Anneeee! Bi gelsene! Fermuar yırtıldı.
Anne: Ah ah!! Biliyodum bize bozuk fermuarlı elbiseyi sattılar. Ne ileri gidiyodu ne de geri gidiyodu. Gidip iki çift laf söyleyeceğim o kadınlara. Niye beni çağırmadın?
Dış ses: Yaw, arkadaki fermuarı kapatayım derken bir anda attı işte.
Anne: Ee bel kısmı dar geliyor tabii.
(İç ses): Yuh anne yaw!! Ne diye bel kısmı dar gelsin. Ne demek şimdi bu?
(Dış ses): Ne yapıcaz?
Anne: Üstünde dikicem. Dur dikiş kutusunu getireyim.
(Dış ses): Hadi çabuk ama geç kalıcam.
Anne: Canım bugün idare etsin. Hemen dikerim. Sen ipi de at ağzına.
(Dış ses): Ne diye alıyorum ipi ağzıma yaw? Üstümde dikiyorsun diye mi?
(İç ses): Alla alla ne işi var bu bir parça ipliğin ağzımda. yutucam şimdi o olacak! 


Saat 09:15
(iç ses): Yaw geç kalıcam. Offf daha fön çektiricem. Yaw kardeşim bir sıkıştırmayın yahu, ne biçim araba kullanıyosunuz ya. Valla dövücem şimdi ha!! Ama acelem var, başka zaman. 


Saat 09:30
(İç ses) Bu adam saçlarımı ıslatmadı. Bööle fön çekilir mi? Off dayanmayacak şimdi. Aaaaa amma beyazım olmuş. Dur yahu şunlara bir yakından bakayım. 
Kuaför: Hanfendi, bir kıpraşmayın.

Saat 10:00
(iç ses): Aman şu anşante ayakkabılarımı da giyeyim. Yaw karga olalı böyle zulüm görmedim. Böle elbiseler onüç punto topuklular. İnşallah ayağımı burkmam. Aaaa bölümde kimse yok! Allahım yaw bugün benim tez sunumum var. Nerde bu millet nerde bu devlet? Elimde bilgisayar çantası, el çantası, projeksiyon aleti, çikolata çantası. Te allahım sanki kız istemeye gidiyoruz. Ayaklarım patladı bu ayakkabıların içinde. Yaw onbeş dakikadır ellerimdeki yüklerle on üç puntonun üstünde dikiliyorum. Bayılazaaam. 


Saat 10:25
Sınıf arkadaşım: OOoo Karga'cım, bu ne şıklık?
(Dış ses): Valla iyi bak. İlk ve son görüşün. Zira şu iş bitince bu ayakkabıları atıcam.
Sınıf arkadaşım: Şu tezini versen bir bakayım?
(Dış ses): Al, bak fazla var burda.
(iç ses): Tam sırası şimdi. Zaten dinleyecen iki dakka sonra. Dur şurda kafamı toplamaya çalışıyorum. 
Sınıf arkadaşım: Eeee şimdi buraya bir kaynak yazmışsın. Ama metinde yok bu kaynak.
(Dış ses): Okuyup bilgi aldığın ama alıntı yapmadığın kaynakları da koyabiliyorsun kaynakça bölümüne.
Sınıf arkadaşım: Aaaa öyle mi ben öyle bilmiyorum. Peki burdaki kaynak metinde nerde?
(İç ses): Aaaa geliyorlar bana toplu halde! Buna da iyilik yap, gözünü çıkarıyor. Yaw sen kendi tezinde canın ne istiyorsa öyle yap. Bu benim tezim. 
(Dış ses): Valla ben tez yazım klavuzunda böyle gördüm. Danışmanım da birşey demedi bu konuda.
(İç ses): Yaw kızım, sırası mı şimdi. Ben burada üç buçuk atıyorum. Bir de sen jüri kesildin başıma. Allah allah yaptım işte bitti gitti. Bidı bıdı sorma bana soru. 


Saat 11:45
Jüri üyesi tarihçi: Bu tezin ilk yirmi sekiz sayfasını başka biri yazmış diğer geri kalan seksen sayfayı da başkası. Nasıl oluyor böyle birşey? Tezin geri kalanı çok iyiyken bu yirmi sekiz sayfa rezalet. Bu bölümü yırt at, yak. Tarihin derinliklerinde kaybolsun.
Tez danışmanı: N. 'cim, o kadar da değil. Çıkarsın bir yerde dursun.
Jüri üyesi tarihçi: Hayır efendim. Hiçbir yerde kullanmasın, yok etsin. Rezalet, skandeeelll!!!  
(Tarihçi, kaynanalar dizisinin Tijeni gibi tiz çığlıklar atıp, gözlerini devirmektedir. Bu sırada bu tiz çığlıklar karşısında, tam o esnada Karga'nın zihninde...)
(İç ses): Yaaaa bak, biliyodun bu kısmın iyi olmadığını. Çıkar dediler dinlemedin. Yaw bu kadın çok mu kilo almış ne? Amaaaan düzeltme verecekler ya da uzatma. Offf kafamda bitti bu iş benim. Bir daha nasıl oturucam başına. Aaaa bugün yine morlarını giymiş. Mor bir sürü bilezik de takmış. Amma sert çıktı. Hiç beklemiyordum. Fena nakavt oldum. Nasıl duruyorum acaba? Kambur durma! Bir daha kırmızı oje sürmeyeceğim. Ellerimi oynatırken çok dikkatimi çekiyor, hep ellerimi takip ediyorum kafam dağılıyor. Ayy ne diyor? Yakıyım mı? Tamam çıkarıcam bu bölümü de niye sen bu kadar sert çıktın. Acaba ev sahibi ile kavga etti de bende mi çıkarıyor hıncını? öğle yemeğinde ne yesem acaba? Çok karnım acıktı. Çikolatayı boşuna mı aldık acep? Valla bütün paketi yiyeceğim. 
(Dış ses): Tabii hocam, ben biliyordum zaten, bu bölümün aksadığını. Değiştireyim hatta atayım.
(İç ses): Yaw keşke böle istediğimizde moleküllere ayrılsak. Mesele ben şimdi moleküllerime ayrılsam ve burada olmasam ya da yerin dibine gitsem ve çıkmasam, biraz orda takılsam. Offf yerden yere vurdu.
Jüri üyesi tarihçi: Bu yirmisekiz sayfayı at, tezin diğer kalanından çok memnum. Çok şey öğrendim, metodolojisi çok iyi oturmuş, romanlar çok iyi seçilmiş. Ama bu yirmi sekiz sayfa ah bu yirmisekiz sayfa....

Saat 12:15
Tez danışmanı: Karga'cım, biz seni oy birliği ile geçirdik. Ama bu birinci bölümü çıkar. Bu bölümdeki bazı noktaları girişe yedir. Hadi hayırlı olsun.


Yaaa işte böyle bugün biraz tedirgin, sancılı ve dayak yemişten beter geçti. Hiç beklemediğim bir jüri üyesi inanılmaz sert bir çıkış yaptı. Evet söylediği herşey de haklıydı ama söyleme biçimi olmadı. Bolca üzüldüm azıcık kırıldım. Bütün o konuşmaları yaparken, kendimi karikatürlerdeki gibi karşısında bağıranın yarattığı rüzgarda saçları geriye giden tipler gibi hissettim. Sanırım küçük çaplı bir şok geçirdim. Her zamanki gibi böyle durumlarla karşılaştığımda aklım başka yerlere kaçtı. Neyse sonuçta onbeş gün içinde düzeltmeleri yapıp vereceğim. Geçmiş olsun bana. Doktora mı? Şaka yapıyorsunuz galiba?

21 Şubat 2012 Salı

içime cemre düştü

Valla blogcum bana bir haller oldu. Havaya düşen cemreden bir tanesi benim de içime düştü. Nasıl böyle kıpır kıpır içim bilemezsin. Sanki Rio karnavalının samba güzelleri içimde resmi geçit yapıyorlar. Bu aralar blogcum haleti ruhiyem bir grup sambacıyla Rio karnavalı tadında anlayacağın. Pek bir güzel, pek bir keyifli. Hayırdır inşallah!!!

20 Şubat 2012 Pazartesi

yeni yetmeler-bölüm 1

Eeee devir, değişim hareket devri. Az önce alınan bir kararla, blogumuzda yazı dizileri yayınlamaya karar vermiş bulunuyoruz. İlk yazı dizimizin konusu: modern anneler,babalar ve onların uzay çağı çocukları. Evet koltuklarınıza rahatça oturun, patlamış mısırlarınızı ya da çiğdemlerinizi elinize alın. Başlıyoruz:
Bu yazı dizisinde okuyacağınız anne,babalar ve çocukları kesinlikle hayal ürünü değildir. Hemen hemen hepsi yakiiiinen gözlemlenen, bu yazı dizisi için ve tabii çok sevdiğimiz için kucakta gezdirilen, mıncıklanan, ısırılan, eğlensinler diye türlü şebeklikler yapılan (anne babalara yapmadık bu uygulamaları tahmin edersiniz) bilumum yakın çevre ya da tesadüfen rastlanılan deneklerdir. Yazı dizimiz süresince ara ara haddimizi aşıp, tecrübesizliğin verdiği cahillikten çok büyük konuşup, ukalalık yaparsak şimdiden affola. Bu yazı dizisinde yer alan deneklerin daha ileriki yıllarda bu diziyi kanıt olarak gösterip, "hohohhohhoho, nasılmış, o zaman ötüyodun, gak gak diye, bilmiş bilmiş, bir de utanmadan bizi yazı dizisi yaptın, al aynılarını sen yapıyosun. Bu da sana kapak olsun!" deme hakkı saklıdır. Bize gözlem yapabilme olanağı sağladıkları için şimdiden hepsine sevgiler ve teşekkürler...
Yaş dolu dolu 35'e gelip, yolun yarısı kat edilince ve etraftaki tanıdık/tanımadık, samimi/uzaktan, yakın/mesafeli bilumum arkadaşın çoluk çocuğa karışmasının en iyi yanı çeşitli ebatlarda yeni yetmelerin etrafınızı sarması ve sizin de bol bol gözlem yapma şansınızın olmasıdır. Etrafınızı çevreleyen farklı cinsiyetlerde ve bilumum yaş aralığındaki bu deneklerle, hem anne baba olmanın ne demek olduğunu görür, anne baba olarak yapılsa iyi olurları ve yapılmasa iyi olurları ayırt edebilir, hem farklı yaş gruplarındaki çocukların reaksiyonlarını öğrenir hem de yıllar içinde gözlemlenen anne babanın davranışına göre elde edilen sonuçları görüp değerlendirebilirsiniz. En nihayetinde de takkeyi önünüze koyup, iki seçenekten (a. evli, çocuklu ve mutlu(suz) b.her gece barda gönlüm hovardaaaa/ en güzel çocuuuuuk benim olmayan çocuuuuk) birini seçersiniz. Ben daha gözlem safhasındayım, henüz takke düşüp kel görünmedi.
Dün sabah anneyle birlikte havanın güneşli ama buz gibi olmasına aldırmadan attık kendimizi sahile. Suratımıza rüzgarı yiye yiye yürüdük. Yürüyüş güzeldi güzel olmasına da anneyi sürekli sağ koldan gelen bisikletlilerin önüne kaymasını önlemek için çekiştirip durmak, benim için bu yürüyüşü biraz işkenceye dönüştürdü. Zira annem sağ çekişli ve sürekli kendini sağdan gelen bisikletlilerin önüne atıyor. Neyse yine böyle çekişip dururken önce bir bey ardından ona yetişmeye çalışan minik bisikletli ama bisikletle orantısız denecek kadar kocaman bir kaskı kafasında taşıyan minnoş bir kız ve ardından o minnoş kızın artık pek minnoş olmasa da içindeki minnoş ruhu öldüremeyip kulaklarına -herhalde kızına özenip takmış- kocaman beyaz Miki Mouse formlu kulaklıklar takmış annesi geçti. Ben "ne yaw bu kulaklıklar böyle" diye kendi kendime güler ve annemi kontrol altında tutmaya çalışırken biraz önce yanımızda resmi geçit yapan aile bireylerinin bir iki dakika önce cereyan etmiş olan düşme vakası yüzünden mola verdiklerini gördük. Olay bir yandan kafasının iki katı kadar kocaman kaskı kontrol etmeye çalışan bir yandan da var gücüyle babasına yetişmeye çalışan minnoş kızın bu kadar strese dayanamayıp düşmesi hadisesi. Baba haliyle arkada gözü olmadığı için olayın farkında değil, ilk müdahele doğal olarak anne tarafından yapılıyor. Minnoş kızda ne kan, ne morluk ne şişlik. Eh ne de olsa kafada tank gibi kask var. Şimdi ben olsam ve benim çocuğum düşse, düşmenin biçimine ve şiddetine göre yapacağım durum değerlendirmesi, önce kan var mı kontrolu, sonra kırık çıkık kontrolü ve en nihayetinde de diş kontrolü olur (baytar hesabı. ama bunu nedeni var. unutturmayın yazı dizisinde bir ara anlatayım). Bütün kontrollerden geçtiyse eğer yavrum; "hadi hadi yok birşey. atla bisiklete, durmak yok, yola devam "derim. Ama yeni nesil "ana baba okulu"derslerine gitmiş, anne babalar böyle değil. Bu denek ailemizde de, düşen ve düşmenin etkisiyle azıcık naz yapan kızın annesi, kızın önünde diz çöküp, "Amaaa tatlıııım, olabiliiiiir. Sen benim kaç kere düştüğümü biliyor musun?" diye başlayan uzuuun bir konuşmaya başladı. Olayı biraz geç farkeden baba da bisikletini bırakıp, ilgili baba yürüyüşü ile olay mahalline intikal ederken "evet, yavrum, kaç kere düştüm ben de biliyor musun?" diyerek duruma dahil olmaya çalışıyordu. İşte şimdiki modern ane babalar böööllle anlayışlı şefkatliler. Eskiden biz bisiklete binmeyi öğrenirken hiç kafamıza kask felan düşünen yoktu. Düşe kalka öğrendik bisiklete binmeyi. Düştüğümüzde de sanki dünya yıkılmışcasına yanımıza koşturan ve anlayışlı "senin annen bir melekti yawrum" ses tonu ile "ben kaç kere düştüm biliyoooor musun!" diyen birileri de yoktu. En fazla "hadi hadi kalk, birşey yok. Ne ağlıyosun, geçeeer!" denmiştir. İşte şimdikilerle bizim aramızdaki en büyük fark büyütülürken onlara potansiyel CEO bize ise üvey evlat muamelesinin reva görülmesi.

13 Şubat 2012 Pazartesi

beylere tüyolar

Beyler, sıkın dişinizi az kaldı, 24 saatten az zaman var. Haftalardır tantanası süren, "Sevgililer Günü" fırtınası dinecek, azıcık sabır. Şimdiye kadar yavrusunu korumak için gelene geçene pike yapan kuzgunlar gibi hediye konusunda size ataklar yapan sevdiceklerinizin salvolarından bir şekilde kurtulduysanız, biraz daha sabır. Zaten 15 Şubat itibariyle herşey yoluna girecek. Bir gün nedir ki yahu? Göz açıp kapayana kadar geçeeer. Denizde kum sizde bahane çok nasılsa! İki öpücük, üç makas işi bağlarsınız. Ha tek taş alınmadığı için bozuk atılıyorsa eğer; pırlantanın ne kadar zor elde edildiğini, yüzlerce kişinin bu taş uğruna öldüğünü, insan hayatına ve çevreye ne kadaaar zarar verildiğini anlatan bir nutuk yazın bugun, ezberleyin. Yarın kapıyı iki karış suratla açan hatuna, acıklı ses tonuyla, hatta bulabiliyorsanız fonda çalan National Geographic müziği eşliğinde nutkunuzu atın. İşe yaramazsa, "Hayatımın odak noktası, sen pırlantalardan elmaslardan daha değerlisin bebbeeeem, senin değerini hiçbir taşta bulamadım, ondan almadım sana birşey. Senin ışıltının yanında onlar sönük kalaoooorrr" dersiniz. Hatun bööölleee joker gibi güler, "aaaşşşşşkiiitooom!!!" havasında hayallere dalarken, "eee ne yiyooooz?" sorusunu araya sıkıştırıverirsiniz.
Bunlar işe yaramadı mı? Hmmm o zaman pazarlık yapın. Önce bugün için birşey almadığınızı çünkü kapitalist düzenin dayatması olan bu günle mi sevginizi ölçüyor olduğunu falan söyleyin, damardan girin. Sonra çenesini tutup, minik kızları severmiş gibi yapıp (hanimişte benim minnoş sevgilim ayağı!!) yaşgününde ona öööle kocaman birşey, öööööle değerli, öööle bööle değil birşey alacağınızı (biraz ağzınızı doldura doldura söyleyin ki ciddi sansın, şööle eliniz kolunuzla da kocaman, devasa hareketler yapın! Aynada çalışın akşam. Bi de öyle ellerinizi kollarınızı açarken, şöööle iki yana da sallanın, hayali olarak, hediye o kadar büyük ki taşıyamıyomuşsunuz gibi falan olsun!), gözlerinin yuvalarından fırlayacağını (biraz dengeli atın, ne alıp ne alamayacağınızı iyice hesaplayın. Yaşgünü yakınsa yılbaşına söz verin. O zaman geldiğinde o öööle böle değil hediyeyi alamazsanız da dedim ya denizde kum sizde bahane, şimdilik günü kurtarın yeter!) söyleyin. Merak etmeyin her çakal kadının ardında bir saf yatar, inanırlar. Eğer yarından sonra sürekli: "yaşgünüme şu kadar gün kaldı, yılbaşına bu kadar gün kaldı, geliyor mu hediyem?" soruları başlarsa, "canımın içi, ruhumcum, hediyen çok süper birşey, daha yapım aşamasında!" gibi iddialı şeyler söylersiniz. Maksat oyalamak. Ama arada çiçek falan alın ki sevdiceğinizin hediye gazını biraz alın.
Hadi diyelim, çiçek işini hallettiniz ama restoranda yer ayırtmayı unuttunuz, o zaman da bahane hazır. Dışarı çıkılmadığı için mırın kırın eden hatun kişiye, kontrollu bir ses tonuyla, "yaw sen bu özel günlerde fiyatları nasıl şişiriyorlar kızım, bilmiyo musuuunnnn? Minicik salataya üç katı para alacaklar, bir de yemekler soğuk gelecek. Ara yemek sepetini, ısmarlayalım bir pizza, ne güzel işte" Hödö hödösünü yapın. Ama şunu da ekleyin: "O az porsiyon yemeklere bir ton para vereceğime, seni istediğin yere tatile götürürüm" oltasını atın.
İşte beyler, yarın için sizlere verebileceğim "14 Şubat Fırtınası Nasıl Atlatılır?" konulu tüyolarım bunlar. İster kullanın ister yarın eşlerinizin, sevgililerinizin yeni ergenmişcesine yaptıkları kaprisleri çekin. Keyif sizin.
Haaa, sen de bir hatun kargasın, ne ayak bize bu tüyolar derseniz? Valla genel gözlemlerime göre, kendi hemcinslerimin siz erkek cinsine bu gereksiz gün ile ilgili yapmış oldukları baskıyı, insan haklarına aykırı buluyorum. Maksat zalimin zülmüne karşı zayıfı korumak.
Eeee sen yapmıyor musun? yapmadın mı bu zülmü derseniz. Ben hiç yapmadım, yapmam da çünkü benim sevdiceğim olacak kişi, zorunluluktan hediye almak yerine, sevgisini hissettirecek şekilde, sıcacık sarılsa ve içinden gelen kocaman bir öpücük verse, bana yeter.

11 Şubat 2012 Cumartesi

biraz durma zamanı mı geldi ne?

Şu meşhuuuur tez işinden -umarım- kurtulmaya bugün itibariyle beş gün kaldı. Stres sağdan sağdan geliyor sanki. Şu cuma günü öğlen on ikiyi vurduğunda umarım şişik bal kabağına dönmem de jüri tezimi beğenir. Son üç gündür, vücudumu sürüklüyorum. Hani dili olsa vücudumun, "yavlum, sen bizi müsait bir yerde bırak, sen ruhunla devam et!" diyecek o kadar yorgun hissediyorum kendimi. Sanırım artık biraz durmam, nefes almam ve şu delicesine sürdürdüğüm tempoyu yavaşlatmam gerek. Biraz mola hiç fena olmayacak. Önümüz bahar, zaman çimlerde yayılma, yeniden doğma zamanı. Uzun zamandır ilk kez bu bahar içimde tezmiş, ödevmiş vs. gibi bir kurt olmayacak. Okunacak çok kitap, söyleşecek çok arkadaş, gezilecek ve görülecek çok yer var. İçimdeki mantıklı ses "azıcık mola al, motoru soğut!" diyor. Bakalım Sağdaki mantıklı sesi mi yoksa soldaki deliyi mi dinleyeceğim.

9 Şubat 2012 Perşembe

hah bu da oldu sonunda


Mutfak Sanatları Akademisinde mutfağa indiğimiz ilk günlerde bize söyledikleri birkaç önemli kuraldan bir tanesi, mutfakta gözümüzün yaşına bakılmayacağı idi. "Kimse size acımaz, olaya konsantre olup, hızlı hareket etmeniz ve gelen siparişi en hızlı sürede teslim etmeniz esastır" dediler. Ayrıca şunu da eklediler, "mutfak, iş stresinin en yoğun olduğu yerdir, her yer bu okulun mutfağı gibi güllük gülistanlık değildir, bi sürü kavga görürsünüz, tavaların uçuştuğuna şahit olursunuz" dediler. Çok büyük saflık ama ben hiç tavaların uçuşacağını göreceğimi düşünmemiştim, dün akşam gördüm (boyum uzadı!).
Bizim mutfakta çalışanlar, daha öncede yazdım iyiler hoşlar ama içlerinden bir tanesi Aksi Şirin. Bu Aksi Şirin'nin herkesle dalaştığını söylemişlerdi ama pek bir yamuğunu görmemiştim, ta ki geçen hafta cumartesiye kadar. Cumartesi günü, karlı geçen bir haftanın ardından oldukça iyi iş yaptık. Bütün hafta yatan ekip, o gece birbiri ardına gelen müşterilerle iyice keyiflenmiş, harala gürele çalışmaktaydı. Saat dokuz buçuğa doğru siparişler yavaşlamaya başladı, yatış moduna geçtik. Sondan birkaç önceki sipariş, mantar soslu bonfileydi. Bu Aksi Şirin, benden arkamda duran dolaptan patates kızartması göndermemi istedi. Bende hazırlamakta olduğum makarna sosundan kafamı kaldırıp, "Neyle vericem S.Usta? Bir kap ver, ona koyayım!" dedim. Ama ooohhooo demez olaydım, bunun bir anda tersi döndü. Poposuyla pantalonunun cebi arasındaki sınır bölgeyi gösterip, böyle ağzını da nobran mahalle teyzeleri gibi yamultup, koca sesiyle "Getir cebine koy!" diye bağırdı. Resmen bağırdı adam. O bunu yaptıktan sonra mutfakta bir an zaman dondu, hani böyle ormandasınızdır kar yağmıştır da ortada derin, garip bir sessizlik vardır ya, o çöktü mutfağa. Herşey beş dakika bile sürmedi ama ben bu beş dakikada ona daldım, suratına okkalı bir yumruğu geçirdim ve kafasına tavayı geçirip, tavada kafatasının resmini çıkardım. Tabii kafamda oldu bitti herşey, bir yandan bunları düşündüm bir yandan da bunları gerçekten yapsam ne olabileceğinin ihtimali hesapladım. Bu hesaba göre 1.85 boyundaki bu koca elli koca ayaklı adama dalsam herhalde dayak atacam diye mahalleli çocuklara dalan sonra da sümüğü ile donunu çeke çeke dönen Gırgır'daki Avni'ye benzerdim. Hiçbirşey yapamadım tabii, öfkem içimde patladı, beş dakikayı bile bulmayan o sürede ben ona bakıp, kafamı önüme eğdim çünkü mutfak kuralı, eğer acemiysen ustana asla karşılık veremezsin. Şimdi konuşmuyoruz kendisiyle. Küstü bana. Ertesi gün mutfağa geldiğimde hiçbirşey olmamış gibi davranmama rağmen ağzını açıp tek kelime etmedi, neymiş ben ona tavır yapmışım.(Aferim iyi yapmışım).
İşte dün akşam bu Aksi Şirin, bu sefer bir garsona daldı. Gelen Sezar pollo siparişinin, pollo yani tavuk kısmını hazırlaması gerektiği halde, hazırlamayı unutmuş. Siparişi almaya gelen garson, "e kardeşim niye hazırlamıyorsun siparişi" diyince, aklı olan insanın yapması gerektiği gibi, "yaw kardeş, unutmuşum, iki dakka idare ediver, çıkarıcam" demek yerine "ne tırıvırı yapıyosun" diye başlayıp, özlü ataküfürlerimizle olayı bağladı. Tabii garson abimizde, bitirim bir şey, " vay sen misin bana bunları söyleyen!" diye giriştiler birbirlerine. Ne mutfakta bayan var küfür etmeyelim nezaketi kaldı ne içeride müşteri var bizi duyar endişesi. Tabaklar, maşalar, tencere kabakları uçuştu havada. Bu arada ben de arkam dönük, olan bitene ara ara bakıyorum. Hayır, utanmasam tezgahın üstüne oturup ayaklarımı sallaya sallaya boks maçı izler gibi olan biteni izleyip, bütün bahisleri garsonun üstüne oynayacağım ama rahat rahat kavga etsinler, benim izlediğimi anlamasınlar diye onlar orada kavga ederken, ben bar için kurabiye yapmaya çalıştım. Akşam kendi halime çok güldüm ama yapacak daha iyi birşey yoktu, en iyisi hiçbirşey olmuyormuş gibi davranmak dedim kendi kendime çünkü mazallah bunlar deli bir de "ne bakıyosun?" diye benim üstüme sıçrayabilirlerdi.
Yaa işte böyle kafama tava yemeden bir mutfak kavgası ile de tanışmış olduk. Acaba diyorum taksiciden almış olduğum ileri sürüş tekniği dersi gibi,bir bilenden bıçak atma ya da karate dersi falan mı alsam? Hayır, günü birinde lazım olur, tavayı iyi sallamak lazım.

7 Şubat 2012 Salı

herşey İstanbul kadınları için

Sabah sabah rujumu bulamadım. Rujsuz çıkmam abi! Zaten rujdan başka da birşey sürmüyorum ki ben yüzüme. Bir tomar ruj var, beğenip almışım ama yok illa o olacak. Takıntılı karga! Beni gidi beni! Sabah güzellik!!!!!! malzemelerimi karıştırırken, aradığım rujdan başka herşeyi buldum. Çeşit çeşit göz farı, farklı boylarda fırçalar, rimeller, allıklar. E be karga! almışsın kızım bunları sürsene. Ne diye o kutuların içinde duruyorlar bilmem. Artık gidilecek düğün falan da kalmadı, nerde ne zaman sürücem ben bunları.
Dün uzun bir süredir veletin evine derse giderken önünden geçtiğim, beyaz gömlekli -erkek deyişi ile- taş gibi hatunların sinir bozucu bir şekilde arz-ı endam ettikleri artık güzellik salonu mu Victoria's Secret Bahariye Şubesi mi anlamadığım yere girdim. "Cilt bakımı yaptırmak istiyorum!" dedim ama amacım farklıydı. İşin sırrını öğrenicem; soru şu: bu kızların güzelliğinin kaynağı nedir? Öyle kliniğin vitrininin önünde salınıp salınıp bir nevi reklam mı yapıyorlar: "buraya gelip cilt bakımı yaptırırsanız, aha bizim gibi olursunuz! Bakınız şekil bir a, bir b, bir c!"
İşin sırrını öğrenmeyi kafama koyduğum için daha geçen gün farklı bir yöntem deneyip, bu kliniğin tam karşısındaki mantıcıda, mantı yemiştim. Tam kliniğe bakan masaya oturup, bir yandan mantıyı kaşıkladım, bir yandan kliniğe baktım, nedir ne değildir diye. Ama bu yöntem işe yaramadı, üstelik mantının hamuru mu kıyması mı, nesi artık bilmiyorum midemi yaktı fena halde. Mahvoldum. Bu sefer işi sıkıya aldım, İstanbul kadınları için bir nevi kendimi feda ettim. girdim klinikten içeri.
Ben sadece cilt bakımının fiyatını öğrenip, biraz etrafı kolaçan edip, çıkacaktım. "Cilt bakımı kem küm!" ettim, "buyrun burdan!" dediler. Bana bir oda gösterdiler. "Şimdi mi?" dedim. (Ya bazen ağzımla beynim arasındaki koordinasyon bozuluveriyor. Aklımdaki düşünceler pat diye kaçıveriyor ağzımdan. Yakalayamıyorum.) "Hayır!" dediler. "Şimdi sizi bilgilendireceğiz." "Ha!" dedim. İyi iyi amacıma doğru emin adımlarla ilerliyordum işte ne güzel. Odada geçti bir hanım kızcağız karşıma, "Yüzünüzde pudra var galiba?" dedi. "Yoooo" dedim. "Hiçbirşey yok!". "Hmmm" dedi. (Bir sıfır öndeyim!Hahahahah! Yaaa ben sizin pudralı manken kızlarınızdan değilim bacım!" -demedim tabii) Sonrasında hangi bakım ürünlerini kullandığım falan filan gibi bilindik geyikler. Ben klasik kaşlarımı kaldırmış dinliyorum onu, kız konuyu uzattıkça uzatıyor sonra bir ara döndü, "sizin botoks yaptırmanız gerek alnınıza!" dedi. "Oha yok artık çüş!" diyecektim, bu sefer beynim ağzımı yakaladı, "Bu yaşta mı!!!!" dedim, yarı çığlık yarı kahkaha dolu bir sesle, "botokslu ben" pek bir komiğime gitti. Böyle bir seçeneği daha hayal aşamasında sildim. Kırışacaksam kırışacam kardeşim, ne diye olmadık birşeyi suratıma sürdüreyim, Allah allah! Bir de her ay yaptıracakmışım, oldu! Sonra çayı pipetle içerim artık. Neyse temel bir temizlikte anlaştık. Haftaya cumartesi için randevulaştık.
Artık edindiğim bilgileri burada İstanbul kadınının hizmetine sunarım. Bir Suna Dumankaya olup, orama burama salça, bal, soğan cücüğü, kereviz sapı, patates kabuğu, dolmalık biber suyu falan sürüp, Derya Baykal'a çıkamam ama yine de bilgi bilgidir. Belki benim sayemde birileri güzelliklerine güzellik katar.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Sivaslı İtalyanlar




Yıllardır dergilerde ya da televizyon ekranlarında manken gibi yakışıklı, elleri (evet özellikle elleri: kadın erkek ben hemen insanların ellerine bakarım) yüzleri hoş, bakımlı, konuşmaları dolu dolu şefler görmeye alıştık. Böyle anşante anşante konuşan, havalı mimikleri, kocaman iyi bir markadan alınmış kol saatleri olan, Türk gastronomi dünyasına yenilikler getirirken sosyal hayatlarını ihmal etmeyen, hiç de fena para kazanmayan, elitist (bu kelime de yeni çıktı, hoşuma gidiyor kullanması, söylemesi de güzel) şefler, bizim gibi yemeğe ve yemek pişirmeye meftunları fena kandırdılar. Staj sonrası okuldan arkadaşlarla yaptığım konuşmalardan öğrendiğim kadarıyla herkes gittiği mutfaklarda bir Mehmet Gürs, bir Arda Türkmen, bir Eyüp Kemal Sevinç vs. bulmayı bekliyormuş. Herkes fena halde hayalkırıklığına uğramış çünkü işin gerçeği mutfaklar koca göbekli, koca koca elli (hiçbirinin eli güzel değil bu arada), diğerleriyle karşılaştırıldığında bakımlı ya da manken diye nitelendirilemeyecek aşçılarla dolu. Benim bu konuda herhangi bir beklentim olmadığından bana koydu mu? Hayır. Benim için önemli olan gittiğim restoranlardaki aşçıların yakışıklılığından öte bana karşı tutumları yani işi öğretmek istemeleri ya da istememeleri veya konularında bilgili olup olmamaları. Gerisi teferruat.
Hayatımın son üç ayında haftanın beş gününü bir İtalyan restoranında İtalyan yemekleri!! pişiren yedi Sivaslı bey ile geçiriyorum. Evet hiçbiri yakışıklı değil, süper fizikleri yok ama hepsinin kocaman kalpleri var. Mutfakta ya da servis esnasında yaptığım acemiliklere "boşver önemli değil, hallederiz, sorun yoook!! Panik yok, yetişir!" diyecek kadar hoşgörülü, "yaw benden bir cacık olmaz galiba!" dediğim zaman, "yahu daha işin başındasın hop demeden nasıl hoplayacaksın ki!" diyecek kadar yüreklendirici, "şimdi abla olmasa ben sağa (sana) diyeceeeemi bilirdim emme sen ablaya dua et!" diyecek kadar saygılı insanlar bizim restoranın aşçıları. Evet ayak altında bir bayanın dolanması zorlarına gidiyor, hem sabırlarını hem de dillerini (aslında inanılmaz küfür edecekler ama tutuyorlar, ağızları ile değil gözleri ile küfür ediyorlar) sınıyorlar ve hemen hepsi bana birşey öğretmeye çalışıyor. Kısacası hoşuma gidiyor onlarla olmak. Ve şaşırarak şunu görüyorum ki bir çoğu şu bizim okumuş etmiş tayfasından daha insan, daha doğal.
Ancaaaak şöle bir durum var. Mutfak içinde konuştukları Sivasça benim Türkçemi bozuyor. Konuşmam gittikçe Sivas aksanı kazanmaya başladı. "gottudum, gettim, misafürun" gibi kelimeleri şimdilik komiklik olsun diye kullanmaya başladım ama sanırım dilime yer edecek. Zira mutfakta -doğal olarak- ağır bir Sivasça durumu söz konusu. "niş uuuu vaaa ı?" demek "enişte unun var mı?" demek. "ılıh goyacaaan suuuu!" demek "suyu ılık koyacaksın!" demek. "sen ver ben goottuuum!", "sen ver ben götürürüm"e denk düşüyor.
Böyle dolu dolu aksanlı Sivasça konuşanların servis saati geldiğinde "Enişte ver bir Hungiri di piano!", "Eveet iki dane gabretti della casa!", "Dayı, salmone sopra spinace con una salsa al limone hazırlasana, tabağı bende!" diye bağırmaları oldukça ilginç oluyor. İtalya'ya gitseler valla başlarını becerirler. Bu mutfakta hayatta kalacaksan birinci kural, Sivasça'yı öğreneceksin, başka yolu yok.

3 Şubat 2012 Cuma

sen yeter ki korkma



Her güzel şey gibi kar maceralarımızın da sonuna geldik. Pazartesiden beri sabahtan akşama kadar camın önünde dikilip, kendi kendimize papatya falı bakar gibi "dışarı çıkmalı mı çıkmamalı mı?" dedik durduk. Hep sokağa çıkmak yazdıysa kaderde neye yarar üzülmek? Söylene söylene de olsa koyulduk yollara.
Bütün hafta boyunca işe giderken ve dönerken muhatap olduğum taksici abiler sayesinde ufaktan ufaktan karda araba kullanma teknikleri hakkında bilgilendirildim. Bir nevi ileri sürüş tekniği aldım. Ama en superi dün sabahki taksici abiydi.
Bildiğin bitirimdi kendileri. Daha bismillah bindik taksiye başladı yandakine kızmaya. Mottosu belli abinin: "Kendine güvenmiyorsan çıkmayacaaaan karda araba kullanmaya. Buzdan korkma, buz senden korksun." Arkadaşım D. ile salladık kafaları, "Peki abi" anlamında. Baktım iş var, muhabbeti iyi abinin başladım, sorular sormaya, böyle hafiften beceriksiz hanım abla ayağında. "Eee hadi diyelim biz kendimize güvendik, karşıdaki gelip bize çarparsa ne yapacağız, ayol?". Abi şööle dikiz aynasından on numaralı bitirim bakışı ile sert sert bakıp, "Korkma! (olayımız bu, hiçbirşeyden korkmayacağız!!) baktın döne döne geliyor arkadan, korkma, sağa geç yavaş yavaş, vursun diğerlerine. Hahahahahahaha! Geçen gün Ataşehir yokuşunda ablanın biri kaldı. Bıraktı arabayı, ağğğğğlıyor arabanın içinde. Açtım kapıyı, geç sağa abla dedim.'Ne yapacaksın?' dedi, seni kurtaracağım dedim. Çıkardım taabiii, yokuştan. Para vermeye kalkıyor bana,hahahahahha!"
Güldük D. ile "ilahi acemi abla" manasında.
"Eeeee" dedim, "şimdi otobanda siyah buz falan var, ona rastlarsak ne yapıcaz?"
"Korkma!" dedi yine bitirim taksici abi."Bak böyle yapıcan"dedi "araba sarsıldı.
"Ne yapıyosun, anlamadım bir daha yap bakayım" dedim. "Bak abla duyuyor musun sesi" dedi. Arka koltuktan öne doğru eğildik D. ile. "Haaaaa" dedim böyle anlamış gibi. "vites mi küçültün?" "Evet! buzda fren yapmıcan gaza basıcan abla." "Heee" dedim "sonra soluğu bir arabanın arka tamponunda alıcam." "Aaaaalmazsın, korkma! (anahtar kelime: "korkma"). Bas gaza böyle yap!" Bu arada otobanda gidiyoruz 70-80 ile, abi bir yandan konuşuyor bir yandan da uygulamalı söylediği şeyleri gösteriyor. Biz böyle hızlanıp hızlanıp, aniden fren yapıyoruz vites küçülterek. Tabii D. ile ben arabanın içinde az biraz savruluyoruz.
"Amman ha girme dağ yoluna, buzludur orası" dememize rağmen (kime diyoruz ya aslında), "Ben dağ yolundan gidicem. Ne buzu abla yaaaa, korkmayın" diyerek virajlı yola döndü, sallana yuvarlana ama sağ sağlim, KORKMADAN geldik ofise.
Bugün de arabanın üstündeki yarım metre karı temizleyip, dün almış olduğum ileri sürüş tekniklerini uygulamak üzere çıkardım garajdan arabayı. Ama heyhat, yollarda ne buz ne kar. Artık öğrendiğim teknikleri uygulamak başka bahara aman kar macerasına kaldı.

2 Şubat 2012 Perşembe

içimi ısıttınız beyleeeerrr!



Bu karda kışta, buzlu kaldırımlarda, kaya kaya yuvarlana yuvarlana geldiğim ofiste, günümü şenlendirdiniz beyler!!!! Kış günü yaz tatili planları yaptırdınız ya bravo. Tabii gönül ortadaki beyimizi de alıp tatile gitmek ister ama kim bilir, evrenden isteyenin bir yüzü vermeyenin iki yüzü kara! Ben ki biscolata, tutku vb. gibi bilumum bisküviden haz etmeyen biri olarak, iş çıkışı gidip Biscolata Pia alıp, her ısırıkta ortadaki abiyle artık Maldivler mi dersin, Venedik mi dersin, Bora Bora adası mı dersin, Dubai mi dersin neresi olursa gezicem.

1 Şubat 2012 Çarşamba

durum raporu bir ki

2011 şöyle geçti böyle geçti, 2012, Marduk gelip dünyaya çarpacak, bu sene felaketlerin yılı vs. derken derken, yok dönem sonuydu, finallerdi, tezdi, kardı derken derken geçti gitti Ocak; al sana Şubat. Kaldı mı geriye on bir ay.
Yeni ay Şubat itibarı ile çevrede durum şudur:
*Bugün Ece ajandasında yazdığına göre Cüce Şubat fırtınasının başlangıcıymış. Zaten günlerdir karla birlikte bir nevi fırtına felaket modunda seyrediyoruz, ha bir eksik ha bir fazla farketmez. 
*Üstüne bir de Mars geriliyormuş. Oldu mu şimdi. Oğlaklar duygusal davranmasa Boğalar da yaşadıkları ilişkiyi bitirme kararı vermese iyi olurmuş. Hele Teraziler, vicdan yapıp ani kararlar vermeyecekmiş. İlgilenenlere duyurulur. 
*Tüm yurtta ve dış temsilciliklerde 14 Şubat hazırlıkları tüm hızıyla devam etmekte. Sevgilisi olanlar haldır haldır ne alacaklarını düşünmekte; beyler, tek taş parasını denkleştirmeye çalışmakta, hanımlar ise 'erkeğin kalbine giden yol midedir' sözünü feyz alıp, şehrin bilinen merkezlerindeki kah çikolata kah pasta workshoplarındaki biletleri tüketmekte, bendeniz gibi 14 Şubat kendisine takvimdeki herhangi bir günden başka bir anlam ifade etmeyenler ise ellerinde çiğdem, tenis maçı izler gibi bütün bu olan biteni hayret ve 'ne olacak bu işin sonu' haleti ruhiyesi ile izlemekte, 14 Şubat kasırgasına kendini kaptırmışlara derin derin iç çekip, yaşlı nineler / dedeler gibi "Allah ıslah eylesin" demektedir.  
Merkezde durum şimdilik stabil. Ufukta 17 Şubattaki jüri sunumu ve yeni başlayacak dönemde beni bekleyen nevi şahsına münhasır yeni yetmeler dışında bir atraksiyon gözükmüyor. Yeni ay neler getirecek heyecanla bekliyoruz. Beklemede kalın.