Eniştem kendimi bildim bileli hem kalp hem de şeker hastasıdır. Doktorlardan ve hastanelerden nefret ettiği için -sanırım- en son, yıllar önce kendisine kalp ve şeker tanısı konduğu zaman doktora gitti, mecburiyetten anlayacağınız. O zamandan bu zamana hep perhizde ama o da yalandan. Yedi tatlıları, pilavları ardından da bir kase yoğurt. Aklınca dengeledi şeker seviyesini. Ama geçen sene bahar başında ayak parmağında minik bir çatlak gördü. Krem mrem idare etti, aklınca geçer sandı. Yara gittikçe büyüdü büyüdü, yaz sonunda ayak parmaklarını kestiler. Bir türlü ölmeyen bir bakteri yemiş bitirmiş ayağını, bir seneye yakındır habire antibiyotik verip duruyorlar. Teyzemle birlikte yazın o cehennem sıcaklarında bir ay boyunca Şişli'deki Özel Diyabet Hastanesinde kaldılar. 30 metrekarelik bir odanın içinde iyileşme ümidiyle vakit geçirdiler. Bir ayın sonunda doktor, baktı yara iyileşecek gibi değil, şekerden damarlar tıkalı, sağlam damar kalmamış eve postaladı bunları. Daha doğrusu postalamış şimdi anlaşılıyor çünkü "iyileşiyor, yara kapanıyor, enişten kilo aldı" diyorlardı. Meğer tüm vücudu ödem yapmış. Kilo almamış şişmiş vücudu. Bugünlerde Çapa'dalar ayak demeye bin şahit isteyen artık tendonları bile erimiş bir et parçasını, iyileşmeyen bir yarayı daha beter olmadan, kangrene çevirmeden neresinden kessek de kurtarsak diye bakıyorlar. Minik çatlak eniştemin ayağına mal oluyor. Doktorun biri geliyor biri gidiyor. Türlü türlü bacak anjiyoları, ilaçlar vs. vs. Dizin üstünden bir yerlerden kesecekler bacağı ve "bundan sonrası için kaliteli bir yaşam sunacaklar !" enişteme ama eğer kalbi bu kadar ilaca, sıkıntıya ve strese dayanabilirse.
Diyeceksiniz ki "başlıkla eniştenin hastalığını ne alakası var?" Güzel ve de yalnız ülkemizde herşey aslında eniştemin hastalığı gibi başlamadı mı? "Aman bu RTE'den birşey olmaz, çıksın meydana, seçilmez" diye destek vermedi mi Antalyalı. Minik ve zararsız gibi görünen çatlak, nasıl koskocaman bir tehlikeye dönüştü. Şimdi ülkemizi, cumhuriyeti tehdit eden bu tehlike karşısında elimiz kolumuz bağlı, çaresizce izliyoruz olanları ve başımıza gelecekleri bekliyoruz. Vakti zamanında eniştemin hastalığını hafife alması gibi biz de hafife aldık bu tehlikeyi. Eniştemin şekeri gibi yavaş yavaş nüfuz ettiler memleketin damarlarına, sistemine. Akıllıca, sabrederek, örgütlenerek, planlı bir şekilde geldiler sezdirmeden. Önce sabırla elemanlarını yetiştirdiler. Hatırlarım ben üniversitedeyken bunların sohbet toplantıları olurdu, harçlığı sınırlı öğrencileri akşam yemeklerine davet eder, yemeğin ardından da sohbet toplantıları başlardı. Birinci sınıfta ağır rockçı olan bir kız arkadaşım yaz tatilinden sonra türbanla üniversiteye gelmeye başlamıştı. Alın size sohbet toplantılarının ana fikri. Yetişmiş, kalifiye elemanları devlet dairelerine sızdı önce. Diğer yerler sırayla geldi. Planlı bir biçimde onlardan olmayanların geleceğini, gençlerinin içini boşaltılar yavaş yavaş. Oyun basit. Zaten 80'lerden itibaren apolitize edilmiş, siyasetten öcüymüş gibi korkan, tarih okumayan, çevresinde ne olup bittiğine duyarsız gençler yetişmişti. Bunları ve çocuklarını değiştirmek basitti. Çıkarttılar ortaya bir "televole" programı, bütün işimiz gücümüz futbolcuların, sözüm ona sanatçıların ve mankenlerin, (normal, kafası çalışan, üniversite bitirmiş ya da bitirmemiş namusuyla parasını kazanan insanların sıksalar ömrü hayatlarında göremeyecekleri) paraları nasıl bir duyarsızlıkla havalara savurttuklarını izlemek oldu. Hipnotize olduk, başka şey düşünemez olduk. Artık amacımız kısa zamanda köşeyi dönmek, mümkünse bir köşe kapmak oldu. Ne kitaplar, ne siyaset, ne de başka birşey umrumuzda oldu. Biz böyle kendimizi köşe kapmaya kaptırmışken geleceğimizin içinin nasıl boşaltıldığını göremez, bilemez olduk. Ne kendini adamış öğretmenler kaldı okullarda ne de namusuyla iş yapıp para kazanmak isteyen çalışanlar / iş verenler. Böyle boş ortamda kolaydı artık at koşturmak. Kılıf da iyiydi zaten hazırdı. Laik islam cumhuriyeti. Herşey daha şeffaf, huzurlu, mutlu bir ülke için Allah adına. Bu kılıfın altında allem ettiler, oy çaldılar, oy sakladılar, anayasa değiştirdiler, yalan söylediler, adam kandırdılar, beğenmiyorsak anamızı alıp gitmemizi söylediler ama biz tınmadık. Zaten tınamazdık ki çünkü damarlar işlemiyor artık, şeker girmiş heryere, tıkamış. Ne yargı, ne asker, ne mualefet. Hepsi şekerden felç. Kafasını kaldıran, "kral çıplak" diyenin sonu malum. Ülke talan edilmiş, limanlar satılmış, güneyde her arazi yabancıların elinde, doğu desen zaten çoktan Kürtlere verilmiş de açıklamak için yavaştan ortam hazırlanıyor, eli kulağında gizli gizli görüşüp açıklamak için uygun zaman belirlemeye çalışıyorlar. Oysa çoktan Kürdistan Cumhuriyeti kurulmuş. Kuzeyde Karadenizde güzelim yaylalarda, doğal sit alanlarında, biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın sayılı yerlerinde inanılmaz bir talan yapılmakta. En son İkizdere vadisi için verilen sit alanı kararı ve yapılması planlanan 22 Hes'in önüne geçilmesinin ardından peşkeş sözü verdiği kişilere mahçup olacağını düşünen RTE, ağzına geleni söyledi ve bununla yetinmedi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 'sit alanı ilan etme yetkisi'ni elinden almak için meclise tasarı gönderdi. Bu da demektir ki yine allem kallem edip o 22 Hes'i bir şekilde kurduracak, paraları cukkalayacak, tabiatmış, doğal güzellikmiş ne gam. Gözleri dolar dolar bakan, kalpsiz, ruhu bozuk, ağzı bozuk birinden insanlık beklemek yine bizim gibi akılsızlara vergi. Atarlar yine ortaya bir türban meselesi o da yemezse futbolda alırız bir tarihi başarı onu da yemezsek çıkarıverirler Kılıçdaroğlu'nun bir videosunu arada kaynatırlar İkizdereyi talanı, yıkımı. Nasıl Allianoi'yi gömdüler çimentoların altına, buraları da gömerler ne olacak alt tarafı iki böcek üç ağaç.
Bugün Cumhuriyet bayramı. Aynı geyiklerle kutlandı yine bayram. Ellerine meşale alan attı kendini sokağa, klasik "Onuncu Yıl Marşı". Facebooklara yazılmış "Ben Cumhuriyet Kadınıyım. Hep özgürdüm, özgür kalacağım" diye. İçimden kocaman bold harflerle "nah!" yazmak geldi. Artık bizler özgür Cumhuriyet kadınları değil, türban takmadığımız için ilerde bize bir baskı olup olmayacağı konusunda güvence istenen varlıklarız. Özgürlükmüş bunlar palavra. Acaba sokağa çıkıp, bırakın işe gitmeyi markete gidebilecek miyiz onu düşünelim. Vakti zamanında "kral çıplak" diyenler Silivriye gönderilirken, göz göre göre Hrant Dink vurdurulurken, vatan ona buna peşkeş çekilirken, oylarınız çalınıp yalan yanlış seçim sonuçları yayınlanırken bunlara karşı çıkmak için ellerinize meşaleler alıp caddelere, sokaklara dökülmemişken şimdi Cumhuriyet bayramı diye elinizde meşaleler Kılıçdaroğluyla sokaklarda yürümüşünüz ne gam. Bugün yaptınız bu klasik Cumhuriyet Bayramı geyiğini, yarın umrunuzda değil Cumhuriyet falan. Merak ediyorum kaçınız kaşla göz arasında yapılan içki ve taşıt zamlarına karşı çıkmak için yarın da ellerinde meşalelerşe çıkacak sokaklara. Sizler / bizler işte böyle geyik adamlar olduk! Veriyorlar bize ara gazları "vatan millet sakarya dere tepe dümdüz yat aşağa!" idare ediyoruz. Önümüzde on kasım var. Yine verecekler bir ara gaz; "emanetinin bekçiyiz, rahat uyu Atam!". Aslında alt anlam şu; hepimiz hıyanet ettik de itiraf edecek cesaretimiz yok be Atam.
Ya işte böyle güzel ve yalnız ülkemin hipnotize olmuş boş beyinli güzel insanları. Bugün iyi kutlasaydınız bayramı, iyi baksaydınız köprüden atılan havai fişeklere (48 bin adet, parası bizim alın terimizden çıkan, aslında havada değil bizim popolarımızda patlayan havai fişeklere) çünkü kanımca bunlar son Cumhuriyet bayramlarıdır. Bundan sonra değil Cumhuriyet bayramlarını ismi lazım değil birinin ülkeye adım attığı günün, şekerden yok olup giden ayağımızın kesildiği günün yıldönümünü kutlarız. Tekrardan Cumhuriyet Bayramınız Hayırlı olsun!
1 yorum:
Bizim, durumu anlasınlar diye yırtınmamız hiçbir işe yaramıyor maalesef. Beyinleri alınmışcasına boş bakışlar, boş duruşlarla yaşamaya devam ediyorlar. Birgün herşey başlarına yıkılırsa da "Takdir-i ilahi!" deyip otururlar aşağı!
Yorum Gönder