Yazın yağan yağmur sonrası ortalığı kaplayan toprak kokusunu,
Kumsalda ayaklarımın gelen her dalga ile kumlara daha da gömülmesini,
Yine kumsalda arkamda ayak izi bırakmayı,
Yüzüstü yatıp kendimi dalgaya bırakmayı, sahile vurmuş fok edasıyla deniz kenarında yatmayı,
Saat yediden sonra kimsenin kalmadığı sahilden denize girmeyi,
Denize ilk girdiğimde soğuk suyun yarattığı şok etkisini,
Yeni kesilmiş çimen kokusunu, yeni pişmiş kahve kokusunu, kahvenin yanında sütlü çikolata yemeyi, sıcak pırasayı,
Salondaki koca kanepeye yayılıp, kanal kanal dolaşmayı, bunun beynimi bulandırmasını, uykumu getirmesini ve televizyon karşısında derin bir uyku çekmeyi,
Eve gelince Misket bey'in bana taklalar atmasını, ben bilgisayarın başına oturunca sanki o da birşeyler yazacakmış gibi klavyenin önüne oturmasını, Kara'nın her gece kucağıma tırmanıp, sanki günlerdir uyumuyormuşcasına uyumasını,
Yere yatıp Misket bey'le miskinlik yapmayı,
Evin temizlikten sonraki pırıl görüntüsünü, Cifle tüm lekeleri ovmadan temizlemeyi,
Djarum'dan bir nefes alınca yanan izmaritin cızırtısını dinlemeyi,
Puding yapınca tencerede kalanları parmaklarımla sıyırmayı hatta hızımı alamayıp tencereyi yalamayı,
Simit, kaşar, uludağ gazoz (bazen cola) üçlüsünü,
Manikür, pedikürden sonra ellerimi ayaklarımı seyretmeyi,
Kırmızı babetlerimi, incik boncuklarımı,
Kloş etekler giyip küçük kız çocukları gibi başım dönünceye kadar dönmeyi,
Gündüz bulutları gece yıldızları seyretmeyi,
Tertemiz çarşaflarda uyumayı,
Ütüyle kırışıkları düzeltmeyi,
Dolapları boşaltıp tekrar yerleştirmeyi,
Çok sevdiğimi ve bunların beni mutlu ettiğini farkettim.
P.S: Kaan'nın
bu yazısına bir göz atın derim.