31 Mayıs 2013 Cuma

hadi barikata!!!

Bugün sözün bittiği gün. Bütün olan biten apaçık ortada. Bir şuursuzun kendi ve şürekası için minnacık bir yeşil alanı peşkeş çekme inadına, yürekli insanların karşı koyduğu bir gün. Dün gece Gezi Parkı'na gidip, elimizden geldiğince onlara destek olmaya çalıştık. Bugün daha da fazla sayıda kişi, oraya gidip, değil onların hepimizin mücadelesi olan bu direnişe destek vermesi gerekir.
Hep bir ağızdan yürekten bağırmalıyız: Yeşil için, doğa için, ağaçlar için, gelecek için DİREN GEZİ PARKI!!!!

23 Mayıs 2013 Perşembe

nankör


İşler çok olduğu zaman televizyonda izlenecek süper diziler, filmler, söyleşi programları olur, uzun zamandır aramayan arkadaşların arayıp program yapacağı tutar, sinemalarda izlenmesi gereken müthiş filmler olur, kısacası sizin vaktiniz yokken herşey üst üste gelir vakit olmadığı için hiçbirini yapamazsınız. Herşey içinizde kalır. Ama vakit varken de ne televizyonda izlemeye değer birşey olur, ne arkadaşlar arayıp sorar ne de sinema, tiyatro, konser vs. etkinliği olur. Murhpy kanunu bu galiba; "işler çokken yapacak şey alternatifi bol olur".
İki haftadır ofiste işler azaldı; sınavlar okundu, sonuçlar açıklandı, yaz rehaveti bütün ağırlığı ile üzerimize çöktü. Özel dersler desen uzatmaları daha doğrusu son ittirmeleri oynuyoruz. Veletler, bahar ve aniden bastıran sıcaklar nedeniyle çalışma şevklerini -hiç oldu mu içlerinde bu şevk, o da ayrı konu ya, neyse- balonun ipine takıp gökyüzüne gönderdiler. Kafalar bir karış havada, ders yapasıları yok, ben anlatıyorum, onlar karşımda mayalı ekmek hamuru gibi kabarıp duruyor, şekilden şekile giriyor. Dünkü derste çocuğun o kadar ders yapası yoktu ki, en sonunda yapmamız gereken alıştırmaları yaptırabilmek için "Kim Beşyüz Milyon İster"çilik oynadık (Eğitim öğretim aşkı bu işte! İki kelime daha kulaklarına girsin diye türlü maymunluklar). Zaten muhtemelen haftaya da ders yaparız ondan sonrası "Ayşe Tatilde!".
Şimdi hal böyle olunca, vakit bol ama ben yapacak şey bulamıyorum. Böyle içimde bir boşluk. Sanki "yapmam gereken birşey var ve ben onu yapmıyorum" suçluluğu (arada rüyalarımda da buna benzer birşeyler görüyorum: bir şeyi birine vermişim ve almayı unutmuşum ya da birilerini bir yerlerde bekletiyormuşum. Rüyamda hatırlıyorum bunu ve panikliyorum. Çok net bir hatırlama ve panikleme durumu. Sonra uyanınca "gerçekten böyle birşey var mı?"diye çok düşünüyorum.). Birşeyler yapmam gerekiyor ama ne olduğunu bulamıyorum (Aslında ütü var yapmam gereken belki onun suçluluğudur bu, olabilir, bilemiyorum).
Bir daha işler çokken ve başımı kaşıyacak vakit yokken yapmak istediklerimi yazacağım bir kenara, böylece "Vakit yokken yapmak isteyip de yapamadıklarım" listesi sayesinde aylak zamanlarımda kendimi daha iyi hissedeceğim ve boş vakitlerime nankörlük etmeyeceğim açık (böyle de kendini tedavi edebilen biriyim işte. Aferim bana).

22 Mayıs 2013 Çarşamba

barış parkı

Ayakkabı almak için çıkınca ööle çok uzun dolaşmam ben. Belli birkaç tane tecrübeyle sabit yerim vardır oralara gider, vitrine bakar, dükkanın içine girer, şöle bir etrafı kolaçan ederim. "Beni al!" diyen ayakkabı bu sırada göz kırpar bana. İşareti alır, denerim. Daha ayağıma giyerken bellidir, onun alınıp alınmayacağı. Eğer aramızda bir enerji, aşk doğmuşsa tamam, pakete girer evdeki arkadaşlarının yanına gitmeye hazır olur. Sonrasında okşaya okşaya giyerim kendisini. Başına birşey gelmesin, taşlar façasını bozmasın diye seke seke yürürüm.
Ev tutarken de ayakkabı alır gibi davranıyorum. Önce evin dışına bakıyorum. Kendimi o apartmanın içine girerken hayal ediyorum. Bahçesi var mı, bahçede ağacı var mı bunlara bakıyorum. Şimdi oturduğum evi tutarken de öyle oldu. Baktım dıştan güzel bir bina, bahçede bir sürü bitki (ortancalar, hanımelleri vs.) ama en önemlisi girişi çevreleyen altı tane ağaç. "Tamam" dedim birinci basamağı geçtik. Sonra kiralık olan daireden içeriye girince benim yelkenler suya indi. Mutfak kocaman, salon kocaman, balkonu kocaman. Balkon kapısını açıp, kafamı dışarıya uzatınca gördüğüm park da evin artılarına artı kattı. O zaman yaptığım hesaba göre, bebeğim olunca onu alıp evin hemen yakınındaki bu parka götürecek ve birlikte keyifli keyifli dolaşacaktık (tabi bu hesaba yukarıdaki, baş parmağını, işaret ve orta parmağının arasına sokarak cevap verdi bana ama olsun, "vardır bir bildiği" diyerek konuyu geçiyoruz).


Neyse bebeğimi götüremiyorum bu parka ama her gün oraya götürdüğüm bir köpeğim var. Sabahları Köfte bey'i dolaştırırken sabah yürüyüşü yapan hanım teyzeleri ya da bey amcaları izlemek keyifli oluyor. Arada akşamları ders dönüşünde de sırf orada tepişen, bağrışan çocukları görmek, bir gözü çocuklarında bir gözü arkadaşlarında günlük dedikodu istikakını dolduran anneleri kesmek ya da işten yorgun argın gelmiş ama eşleri tarafından kucaklarına çocuklar tutuşturularak bizim parka gönderilmiş, şort altına siyah soket çorap giyen bezgin ama çaresiz babalara bıyık altından gülmek için yolumu bu parka düşürüyorum. Topu topu on dakikayı bile bulmayan bu geçişlerimde oradaki çocukların bağırışlarını, koşuşmalarını, o kaosu, sırf bana baharın iyiden iyiye geldiğini ve ne olursa olsun hayatın devam ettiğini, etmesi gerektiğini ve kuyruğu her zaman dik tutmanın zorunluluğunu hatırlattıkları için seviyorum. Bu yüzden her geçişimde dudaklarım istemsiz yukarı doğru kıvrılıyor ve içimde çok derinlerden bir yerden birisi şunu fısıldıyor: "Keşke Köfte bey dile gelse de 'anne, beni parkta salıncağa götürsene' dese".

21 Mayıs 2013 Salı

taşikardi

Haftanın üç günü; salı, çarşamba ve perşembe geceleri ben de taşikardi oluyor. Oturup dururken birden kalbim deli gibi atmaya başlıyor ardından fena bir baş ağrısı geliyor. Önceleri bunu iş stresine (hani çocuklar okula gitmemek için hasta olurlar ya o hesap) sonra evdeki günlük rutinin ve iş yorgunluğunun birleşmesine yordum. Ama sonra aklım başıma geldi. Benim taşikardiden Cemile, Kuzey, Cemre, Narin, Fırat, Yağmur, Emre ve Rüzgar sorumlu. Eğer sıkı bir dizi izleyicisiyseniz anladınız derdimi. Haftanın üç gecesi bu sene düzenli olarak izlediğim dizilerdeki baş karakterlerin dertleri beni dert sahibi yaptı. Bu dizileri izlediğim her gece, yatağa taşikardimle birlikte gidiyoruz.
Maaşallah her dört dizinin senaristleri pek hünerli. Nerde üçkağıt, dolap, alavere dalavere, yalan, dolan, kimin eli kimin cebindelik, mafyözlük, sinsilik, kıskançlık, arkadan dolap çevirme, yüze gülme arkadan iş çevirmecilik kısacası ne kadar kötülük varsa, bu senaristler oturup bunları güzelce kurgulayıp bizim gibilere yutturuyorlar. Aslında normal olanı yapıyorlar. Bir nevi zamanın ruhunu yansıtıyor bu diziler. Yok mu etrafımızda böyle yapanlar? Belki şimdi etkilerini kendi üzerimizde hissetmiyoruz ama illa bize de böyle kötülük yapanlar vardır, olacaktır ya da dolaylı yoldan biz de yapılan kötülüklere maruz kalıyoruz çünkü artık kalmadı öyle Fiko gibi, Ali Usta gibi sevecen, anlayışlı, yol gösterici, babacan adamlar ya da Samim ile Meliha gibi birbirine sadık gerçekten seven aşıklar. Herşey Demet Akalın şarkılarına döndü zamanımızda. Bugün sevenler yarın başka birine aşık oluyor, hadi başkasına gitti, bıraktığından hırsını alamıyor üstüne bir de kötülük yapıyor. Daha da fenası gözünü para hırsı bürümüş kadınlar, adamlar türlü kata kulli peşinde haftalardır hesap kitap yapıyor. Eskiden, biz küçükken (80'lere denk gelir benim küçüklüğüm) dizilerde kötü karakterler köşe dönmeye çalışan, rüşvet vermek için katakülli yapan, en kötüsü torpille ayrımcılık yapanlardı. Şimdikiler gibi sıkı kötülük yapan karakter yoktu. Hep derler ya Ceyar bile şimdikilerin yanında melaike kalırdı. Kimse zengin olmak için zengin bir erkek arkadaş kafalamaya çalışmazdı. Dürüst ve namuslu çalışmanın zengin olmaktan daha önemli bir erdem olduğu verilirdi dizilerde. Sevenler gerçekten sever, aşkları için türlü fedakarlıklar yapar, kimse kimsenin gözünü oymazdı. Hadi diyelim bu sevenleri ayırmak isteyenler varsa da onlarda bir iki -şimdiyle karşılaştırıldığında- masumane sayılabilecek oyunun ardından havlu atar, sevenlerin düğününde göbek atardı.
Artık dizilerde eskiden olduğundan farklı olarak "nasıl daha kötü olabilirsiniz?" öğretiliyor. Ondandır şimdiki yeni neslin, kendini bilmez, hadsiz, saygısız ve çokça da şuursuz olması. Büyüğe saygı, kendine saygı, etrafına sevgi, dürüstlük, namus, çalışmak, emek vermek gibi bizim kuşağın benimsediği değerler öğretilmiyor ya da gösterilmiyor ki onlara. Diziler bu işin popüler boyutu ve en yaygın kolu. Her yerde aynı mantık var olduğu sürece, benim gibiler, ekranda "Süper Baba", "İkinci Bahar", "Canım Ailem" ya da "Bir İstanbul Masalı" gibi artık çok safça ve masum kalan dizileri görmeyi çok bekler.

16 Mayıs 2013 Perşembe

topuklu ayakkabı şart mıdır?

Eh sonunda günleri saya saya dönemi bitirebildim. Mutluyum gururluyum. Nispeten rahat günler beni bekler. Havalarda çok ısınmasa, terlemesek daha iyi olur elbet ama na mümkün. Neyse okulun genelinde de herkes son turları atıyor. Öğrenciler ellerinde notlar, kollarının altında kitaplar koridorlarda, "ama bize bunu sordu? sen şuna ne cevap yazdın? aaaa ben onu boş bıraktım" gibi sınav kritiklerini yapıp, biz hocaların sülalelerinin kulaklarını çınlatıp duruyorlar.
Bu günler, mezun olanların havalı havalı cübbeleri ile fakültelerinin önünde hava atttıkları günler. Lacivert cübbelerini savura savura facebook fotoğrafı çektiriyorlar. Kaç gündür gelip geçerken onlara bakıyorum. Yahu bu yeni nesil bir hoş. Erkekler yine bildiğin dümdüz erkek modundalar. Giymiş velet, cübbesini, kafasında da kepi, fotoğrafçı, erkeklere "şurda durun, böyle çekicem fotoğrafınızı" diyor, duruyorlar, şip şak bitiyor fotoğraf olayı. Ama kızlar öyle mi. Zaten önce dışarıya bir takım haykırışlar, ciyaklamalar geliyorsa, anlayın ki kızlar fotoğraf çektirmek için hazırlanmakta. Bizim okulun kızlarının mezuniyet modası şöyle: saçlar illa fönlü olacak, yüzde mutlaka full makyaj yapılmış olacak. Mutlaka ve mutlaka süper bir mini etek ya da elbise giyilmiş olmalı. Altta ise olabildiği kadar yüksek topuklu ayakkabılar zorunlu. Nerdeyse onları tahta bacak kıvamına getirmiş olan bu inanılmaz yüksek topuklu ayakkabılar, bu mezuniyet cübbesinin kaçınılmaz bir gerekliliği midir bilmem ama görünen o ki bu hilkat garibesi yüksek topuklu ayakkabılarınız yoksa sizi mezun etmiyorlar.
Bu şekilde giyinmiş hanım kızlarımız, o ayakkabıların üzerinde değil yürümek duramadıklarından, fotoğraf çekimlerinden önce elleri kafalarında kepleri düşmesin diye garip gurup yürüyememe hallerinde bizim fakültenin önünde ciyaklayarak bir sağa bir sola koşturup duruyorlar. Sanki hepsi poposu yanan birer tavuk. Yeteri kadar ciyaklayıp sağa sola sallana sallana gidip geldiklerine karar verdikleri anda -nasıl oluyor bilmiyorum- bir araya gelip facebook pozu veriyorlar. Hafif sağa ya da sola doğru dönüş, başı öne eğiş, kaşların altından bakıp olabildiğince şuh bir gülüş ile verilen pozlar bunlar.
Bu da bu dönem gençlerinin huyu suyu işte. "Yalan Dünya" dizisindeki Vasfiye teyzenin dediği gibi, "naaapacaksın? Oturup bakacaaaaannnn!!!"

15 Mayıs 2013 Çarşamba

bu gezegen fazla biz gibilere

Reyhanlı'da patlama
Alt tarafı bir futbol maçı uğruna günlerce koca koca adamların birbirlerine demediklerini bırakmaması
Metro kazısında bulunan Neolitik dönem ayak izlerinin üstüne dozerleri sokma
Onca itiraza rağmen Gezi parkını mahvetme çabaları
Çamlıca'ya çok lazımmış gibi dev cami dikme projesi
Üçüncü havaalanı inşa edeceğiz diye o bölgede varolan ekolojik sistemi tahrip etme
Ve daha neler neler...
Bizim gibi barışı seven, huzur isteyen, doğayı, hayvanları, insanları kısacası nefes alıp veren herşeyi değerli gören ve aynı zamanda da özgürlüğün, eskinin, toplumsal değerlerin kıymetini bilenlere bu ülkede hatta bu gezegen de yaşamak çok fazla! Oturup düşünürsek delirmemek içten değil.