15 Şubat 2016 Pazartesi

gözün konjonktivit hali

Pazar sabahı gözümü açtım, bir tuhaflık var. Başımın ağrımasından daha fena bir tuhaflık var. Görüş açımda bir eksiklik var. Odanın bir tarafını görüyorum, diğer tarafı yok. Anlamadım önce ne olduğunu. Banyoya gidip aynaya bakınca Hayko Cepkin'e dönmüş halimle karşılaştım. Sağ göz olduğu gibi kapanmış, yoğun çapaktan kirpikler birbirine yapışmış ve gözümü açamıyorum. Su ve ovuşturma marifetiyle açabildiğim sağ gözümün beyazı kırmızı olmuş. "Allah, uyurken göz tansiyonum çıktı ve gözümde kanama başladı" ile başlayan çeşitli felaket senaryoları ile uzun bir süre aynanın karşısında gözüme ne olduğunu anlamaya çalıştım. "Hayır gece gözümü bir yere çarpmamıştım, başımı da bir yere çarpmamıştım, e daha pazartesi göz doktoruna gidip gözlerimi, göz tansiyonumu vs'yi kontrol ettirmiştim. Şimdi neydi bu kıpkırmızılık ve sanki ben uyurken bütün gece bir fil sağ gözümün üstüne oturmuş da sabah olunca kalkıp gitmiş gibi gözümün arka tarafında kendine yer bulmuş deli ağırlık. Bütün günü gözümde oluşmuş olan bir kanamanın yol açabilecekleri üstüne yazdığım senaryoları düşünerek geçirdim.
Sonunda pazartesi doktorumu gördüğümde ve "doktor hanım, gözümde kanama var, kaç günlük ömrüm kalmıştır sizce?" diye sorup, bütün olan bitenin sadece bu aralar oldukça salgın olan konjonktivit vakası olduğunu öğrenince rahatladım. Şimdi tek yapmam gereken sabırla günde dört defa göz damlasını damlatmak ve bu çok bulaşıcı virütik vakanın diğer gözümde oluşmamasına dua etmek.

13 Şubat 2016 Cumartesi

her gün ve herkes




- Şayet bir sevgiliniz yoksa herkes sevgilindir.

Bu sabahki Hallmark tebriki, o lanet olası kovboyun inceliği. Etrafta gözlüüğümü arandım. the Laughing Policeman kitabının yıpranmış kapağı ve ucunda Etiyopya haçı olan bir zincirle beraber çarşafların altındaydı. Nasıl oluyor da hep ortaya çıkmayı başarıyordu? Peki bugünün sevgililer günü olduğunu nereden biliyordu? mokasenlerimi ayağıma geçirdim ve hafif somurtkan bir şekilde ayaklarımı sürüye sürüye banyoya yürüdüm. Kirpiklerime tuz yapışmıştı ve gözlüğümün camları parmak izleri ile doluydu. Gözkapaklarıma sıcak havlu bastırdım ve Fildişi Sahilleri'ndeki genç bir köylüye bir zamanlar çekyat görevi görmüş olan alçak, ahşap banka baktım. Beyaz frak gömleklerden, yıllar içinde yıpranmış eski püskü tişörtlerden ve Fred'in eprimiş eski pazen gömleklerinden oluşan ufak bir yığın vardı. Fred'in giysilerinin tadilatını bile ben yapıyordum, diye geçiriyordum içimden. Kırmızı siyah kareli bir tanesini seçtim; iyi bir seçim gibi göründü. Yerden tulumumu aldım ve içindeki çorapları silkeledim. 
Hayır, bir sevgilim yoktu, dolayısıyla da kovboy muhtemelen haklıydı. Bir sevgiliniz olmadığında herkes potansiyel sevgilinizdir. Günü tüm dünyaya göndermek üzere kırmızı elişi kağıdına dantel kalpler yapıştırarak geçirmek zorunda kalma korkusuyla bu düşüncemi kendime saklamaya karar verdim. 
(M Treni - Patti Smith)

Yarın sabahki ruh durumumu Patti Smith gayet güzel anlatmış; bunun üstüne söyleyecek ve yazacak bir şey bulmadığımdan (aslında sevgilinizin olmamasının 37 iyi yönünü yazacaktım ama seneye 14 Şubat postuna bıraktım. belki o zamana kadar 137 tane iyi yön bulurum) buraya aldım bu senenin 14 Şubat postu olarak. Hem zaten bana göre herkes sevgilim ve her gün sevgililer günü.

*Liste olayının perde arkasını yarın yazacağım.





9 Şubat 2016 Salı

son görüşme

Bu perşembe evlat edinme prosedürlerinin son görüşmesi var saat 10:30'da. Ya herra ya merra (öyle ya da böylenin bizim aile dilinde söylenen şekli) bu iş bir şekilde sonuçlanacak. Çok gergin ve tedirginim. Sanki her şey bu görüşmedeki performansıma bağlıymış gibi bir his var içimde ve (yine içimde) bağdaş kurmuş, bir kenarda oturan küçük uyuz düzenli aralıklarla "sen bu görüşmede batıracaksın, sana niye çocuk versinler ki! batıracaksın işte, ben batıracaksın diyorsam batıracaksın, taaam mı!" diye konuşup duruyor ve onun susturmaya çalıştıkça daha da büyüyor. Kafamı başka şeylerle meşgul edip, onu düşünmemeye çalışıyorum ve şu perşembe gelse de rahatlasam diye gün sayıyorum.
Çok suratsızlar oradakiler yahu! İnsan hiç gergin değilse bile o binaya girince (hadi nerede olduğunu tarif edeyim: Tarlabaşında Radisson Blue'nun karşısında birbirine yapıştırılmış gibi yanyana duran binalardan pembe olanı. Hiç sevimli bir bina değil. Oldukça kasvetli ve karanlık bir yer. Çocuklarla ilgili bir şeyin oldukça sevimsiz bir binada yapılması herhalde tam bizim ülkeye yakışan bir şey). Neyse perşembe sabahı erkenden bu iş hallolacak.
Şimdi bunlar listeye alınıp alınmadığımı da on günde falan söyleyip, benim gibi tez canlı birini bekletmekten çatlatırlar. Eğer listeye girersem eve dönüşte kendime kocaman beyaz çikolatalı bir pasta alıp, suratımı pastaya daldırmak ve bütün pastayı yiyerek kutlama yapmak istiyorum.

5 Şubat 2016 Cuma

kaza

Yaaa işte Allah sıkılan kulunun yardımına koşarmış. Ne zamandır konusuzluktan buralara uğramaz ve kendi kendime "yazsam yazsam acaba ne yazsam?" diye ortalarda dolanırken; dün sabah kaza yaptım. Taaa daaaa al sana yazmak için bir konu.
Dün sabahın köründe (ama gerçekten körü: sabah 07:30'da) kafamdaki tilkilerin kuyrukları belki biraz deniz görürlerse bir araya gelirler diye düşünüp, sahile gitmek üzere yola çıkmışken ve direksiyon başında bir yandan kafamdaki tilkilerle konuşur bir yandan da radyodaki müziği dinlerken olan oldu; birden arabanın sağ ön tarafında bir araba belirdi ve olanca kararlılığı ile benim geçeceğim tarafta durdu ve ben o arabanın sol ön çamurluğuna bir güzel geçirdim. Her şey o kadar ani oldu ki arabayı görmem, frene basmam, çamurluğa geçirmem herhalde saat tutsak topu topu beş saniye içinde olup bitmiştir. İnsan böyle ani şoklarda kendi olmaktan çıkıyor. Garajdan çıkan ve benim geldiğimi görmeyen kadın sürücü de ben de kendi çapımızda minik şok dalgaları içerisinde arabadan indik ve ikimizin de söylediği tek şey: "eee ne yapacağız şimdi?" oldu. O orta karar yamulmuş sol ön çamurluğuna bakarken, ben sağa sola savrulmuş plaka vs ne varsa toplamaya ve arabaya atmaya başladım ve çok ama çok saçma bir şekilde tek düşündüğüm (niye onu düşündüm bilmiyorum) "ya arabamın amblemi düşmüş ve onu hiç bir yerde bulamıyorum?"du (hayır, porschum falan yok, bildiğin on senelik opel). Benim mantıklı düşünme noktamın bittiği ve şok geçirdiğime kanıt işte bu sorudur. Hayır ne olacak amblem düştüyse, git polisle vs ile uğraş, yerlere ne bakıyorsun di mi ama. Neyse polis çağırdık ama tabii "ne gelcez ya, kendi aranızda halledin" diyerek gelmediler. İkimizinde arabasından tutanak çıkmadı (iki kadın bir olup şöyle adam gibi arabanın üstünde kaza tutanağı yazma sahnesini bile gerçekleştiremedik), telefonlarımızı alıp verdik, gün içerisinde tekrar konuşup akşam tutanağı yazmak için buluşmak üzere dağıldık. Ben de o kadar garip bir suçluluk ve sanırım "hay allahım ya, sabahın köründe olacak şey mi!" hissiyatı vardı ki aslında karşımdaki kötü niyetli birisi olsa o kazayı pek de güzel benim üstüme yıkabilirdi. Her şeyi üstüme almaya o kadar hazırdım.
Neyse bunu da yaşamış ve gereken dersleri de çıkarmış olduk. Sonuç olarak neymiş:

1. Kafada tilkilerle araba kullanılmıyormuş (kaza olunca hepsi çil yavrusu gibi dağıldı, ancak öğlene doğru yeniden ortaya çıktılar. Tabii kazadan dolayı başka tilkiler kafayı doldurduğundan ancak ortalık yatışınca, eskiler kendini gösterebildi.)

2. Kazadan hemen sonra panik, şok ve titreyen el ayak sendromundan çabuk kurtulmak lazım, zira o kilitlenme duygusu insana hiç bir şey yaptırmıyor. Misal düştü sandığım arabamın amblemi sapa sağlam yerinde duruyormuş ve yola saçılan ve benim toplayıp arabaya attığım parçaların hiçbiri benim arabaya ait değilmiş. Panik geçici körlüğe ve akıl tutulmasına neden oluyor; kesin bilgi.

3. Arabada tutanak vs. her şey olmalı. Bak dünya hali gün gelir lazım olur.

4. Bir daha aklından geçene dikkat etmek lazım çünkü sabah çantamı alırken aklımdan aynen şöyle geçti:"yaw şu ruhsat nerede, bir kaza maza olur, diğer çantada kalmasın." Salak kafa lotodan para çıkmasını isteseydim ya.