21 Kasım 2012 Çarşamba

pencere

Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar. İddiasız, mütevazı ama derin anlamlar taşıyan ve kurgusuz gelişen hayatlar, sayısız pencerede bir hayal gibi oynar biter. Kiminin, zaman zaman da olsa seyircisi vardır, ama çoğu bomboş bir salona açar perdelerini. Tek kişilik oyunlarla ya da kalabalık kadrolarla...Dramlar, eğlenceler, aşklar, kavgalar damların, gökyüzünün, karşı duvarın ya da karşı pencerenin kendilerini seyredip seyretmediğine zerre kadar aldırmadan, fütursuzca sahne alır pencerelerde. 

Mine Söğüt'ün Beş Sevim Apartmanı bu paragrafla başlıyor.

Beşi de günün uzun saatlerini pencere önünde geçirirdi. Beşi de pencereye farklı zamanlarda çıkardı. Beşi de pencereden bakıldığında iki apartmanın arasındaki küçücük boşluktan görülen, küçücük deniz manzarasına gözlerini diker ve beşi de bu manzaraya bakıp devamlı bir şeyler mırıldanırdı. Sanki dua okur, sanki görülmeyen, hiç olmayan, varlığı ruhlarında saklı birilerine hüzünlü öyküler anlatırlardı...diye anlatmaya başlıyor Mine Söğüt bu apartmanın sakinlerini. Henüz ilk iki bölümünü bitirmeme rağmen ilk bölümün ve dolayısı ile kitabın giriş paragrafı elimdekinin sıradışı bir kitap olduğunu müjdeledi.
Bu paragrafı okuduktan sonra eve dönüş yolu boyunca pencereleri düşündüm. Pencereler, evlerin gözleri aslında. Nasıl karşımızdakinin gözlerine baktığımızda kalbinin derinliklerine inebiliyorsak ya da kalbimizin derinlikleri gözlerimizden dışarıya yayılıyorsa, evlerin kalbine giden yol da gözler misali pencerelerden geçiyor.
Kendi kişisel tarihimde pencereleri düşündüğümde ilkokul dört ya da beşe geri dönüyorum. İlkokulda matematik kabusumdu benim. Bir çeşit travma, anlatması uzun, başka bir postun konusu olsun. Günlerden bir gün, şu günlerin erken bittiği, havanın erken karardığı soğuk kış günlerinden. Dışarda şakır şakır yağmur yağıyor. Ertesi güne matematik sınavı var. Annem güne gitmiş. Gelsin de matematik çalışalım diye dört gözle onun gelmesini bekliyorum. Hava kararıyor, ben pencerenin önünde dikiliyorum. Saatlerce dikiliyorum. Karanlık sokakta herkes evine dönüyor, bir tek annem gelmiyor. Camda yağmur damlalarının ıslak izler bırakarak süzülüşlerini izliyorum. İçimi bir sıkıntı dalgası kaplıyor. Saatler geçiyor ama annem yok ortalıkta.
Yıllar sonra bile ne zaman pencerenin önünde geçirdiğim bana saatler kadar uzun gelen -belki de sadece bir saatlik- bu bekleyişi düşünsem hala gözlerim dolar. İçimdeki o çaresizlik dalgasını hala dünmüş gibi hatırlarım.
Pencereler, pencere önleri bilerek ya da bilmeyerek kendimizle yüzleştiğimiz, içimizdekileri bir camın arkasından sessizce dünyaya haykırdığımız gizli itiraf mekanları.

Hiç yorum yok: