6 Kasım 2007 Salı

maylo,tiger,pantuf vs. vs.




Biraz önce yanıma geldi, önce kafasını dizime koydu olmadı bütün vücudunu yerleştirdi bacaklarımın üzerine, patilerini kıvırdı haminne pozisyonunu aldı; uyumaya başladı. Huzurlu, yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle...


İki hafta önce ailemize katıldı Maylo, Tiger, Pantuf ya da her neyse.... Daha henüz bir ad bulamadık kendisine, Kızılderililer gibi bir yararlılık göstersin oğluşumuz da adını öyle koyalım diye bekliyoruz. Çeşitli öneriler var ama içimize sinen olmadı. Pek mülayim bir kedicik kendisi. Benim deli kızım Zeliş tarafından eve ilk geldiği ilk bir iki gün pataklandı ama hiç sesini çıkarmadı, melul melul baktı, kızımı sükuneti ile etkiledi. Bir hafta gözündeki enfeksiyonla uğraştı, geldiği veteriner amca ona pek iyi bakamamış, ama yine moralini bozmadı, evde gönlünce takıldı.
Yemek yemesini pek seviyor, ne konursa mama kabına yuvarlana yuvarlana koşup geliyor ve bir güzel mideye indiriyor.
Herşey onun için bir oyun ama en çok Zeliş'le oynamak onu eğlendiriyor. Birbirlerini kovalayıp koridor boyunca koşturup duruyorlar. İki kişilik bir çete oluşturdular evin içinde, mutfak kapısını kapatıp işlenmeye başlayınca oğluş başlıyor bağırmaya incecik "miv miv"leriyle beni kapıyı açmam için ikna etmeye çalışıyor. Bir süre bu tuzağa düştüm ama sonra aklım başıma geldi; Zeliş'le ikisinin planı bu. Oğluş sevimli diye kandırma görevi onun, kapıyı açınca ikisi birden yıldırım gibi mutfağa dalıp saldırıya geçiyorlar. Arkalarından şakın şakın bakakalıyorum.
Oğluşla maceralarımız ve tabii ki Zeliş ile birlikte daha devama edeceğe benziyor. İyi ki geldi bu minik oğlan.

2 Ekim 2007 Salı

Pembe burunlu çılgın










Küçükken evimizin balkonu minik yemyeşil bir bahçeye açılırdı. Annem komşu teyzelerle birlikte çeşit çeşit tatlı tuzlunun eşliğinde bahar öğleden sonralarının beş çayını bu bahçede geçirirdi. Çocukluğumuzun güneşli öğleden sonraları gibi... Bu bahçede oyunlar, çaylar gibi kediler de hiç eksik olmazdı. Tekirinden, sarmanına bir sürü kedimiz oldu. Ne zaman bir yemek pişse tel balkon kapısının önünde sıralanırlar mahzun mahzun bakıp paylarına düşeni isterlerdi.


Annemin biraz titiz ve kedi tüyü hurafelerine olan sarsılmaz inancı yüzünden içeriye girebilmeyi başaran ve aileden olabilen bir kedi olamadı ne yazık ki... Ama kısmet bu senenin Mart ayınaymış.


Onun doğduğunu Sndrfknella'cım söylediğinde çoktan kararımı vermiştim bile; en azından bir kedim olmalı bu noktada Sezen Aksu'dan ayrı düşmeliydim ( bakınız Gülümse şarkısı - bir kedim bile yok anlıyormusun- ) . Biraz beklemem gerekiyordu zira anneleri hala süt veriyordu. Ancak çok da beklemedim çünkü anne hayırsız çıktı erkenden terkediverdi benimkini ve kardeşlerini.


Bir sepetin içinde diğer üç kardeşiyle birlikte duruyordu dersem yanlış olur çünkü diğerleri uslu uslu oturuken benimki miyavlayıp duruyor, sanki minicik boyuyla o koca sepetten çıkabilecekmiş gibi uğraşıp duruyordu. Ellerime aldığımda avuçlarımın içinde kaybolacak kadar küçücüktü. Yağmurdan korumak için montumun içine aldığımda o kedilere has mırıltıları çıkarmaya başlamıştı bile. "Tamam" dedim " hanımefendi memnun oldu!"

İşte Zeliş hanımla ilk buluşmamız böyle gerçekleşti. Aylar ayları kovaladı... Her ay bir öncekinden daha farklı bir numara ile beni şaşırtmaya devam etti ( hoş hala da ediyor ya ). Önceleri pek birşeylere odaklanamaz tek yaptığı uyumakken şimdilerde evimin küçük Everestlerine tırmanmakla meşgul. Kaşla göz arasında salondaki büfenin tepesini Nasuh Mahrukiyi kıskandıracak bir hızda çıkıyor, sonra da dönüp "E ne var canım bir denesen sende yaparsın!" edasıyla bana bakıyor.




Bu yazının yazıldığı esnada kendileri "televizyonun tepesinden dünya nasıl görünür"ü ve "acaba altyazıları yakalayacak kadar hızlı mıyım?"ı test etmek için televizyonun tepesine çıktı ve kendini aşağıya sallandırarak alt yazıları yakalamaya çalışıyor.

Zeliş'in yapacakları bitecek gibi değil sanırım. E o bu kadar marifetli olunca Zeliş hanım yazılarının devamı da gelecek...


20 Eylül 2007 Perşembe

harika cumartesi





Cumartesi planım hazırdı... Dersten sonra eve gelecek etli fasulye pişirecek, uzun zaman önce Zeliş'ciğim içini bir güzel tarumar ettiği büfenin içindeki eşyalar yerleştirilecekti. Herşey planladığım gibi gidiyordu; etleri yumuşasın diye ocağın üzerine koymuştum, hafiften kendilerini bırakmaya, soğanlarla kanka olmaya hazırlanıyorlardı taa ki telefonum çalana kadar. Telefonum eğer "Passione"yi çalıyorsa bu E'cim arıyo demektir. Evet arayan oydu; "Hadi giyin bakalım santralistanbul'a gidiyoruz" dedi. Kem küm etler büfe falan dedim ama fikir çok güzeldi etlerde akşamı bekleyebilirdi. "Tamam bir saate kadar sendeyim" dedim. Yıldırım hızıyla hazırlandım. Ben, K ve E üçümüz "çılgın şöför" K'nın arabasıyla oldukça hızlı bir şekilde ( Ramazan'ın iyi yönü- trafik yoktu ) Silahtarağa'daydık.
Silahtarağa Elektrik Santralı Osmanlı Devleti'nin tüm İstanbul'a hizmet veren, kent ölçekli ilk elektrik santralıymış. Haliç'in bittiği Kağıthane ve Alibeyköy derelerinin ağzında kurulmuş santral 1914'den 1952 yılına kadar İstanbul'a tek başına elektrik sağlamış. Daha sonra kapasitesi giderek azalmış ve 18 Mart 1983'te elektrik üretimine son verilmiş. Santral toplam 118.000 metrekarelik bir alana yayılmaktaymış. Şimdi Mayıs 2004'te Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi'ne tahsis edilen bu alan korunarak santralistanbul'a dönüştürülmüş.
Oldukça değişik bir mekan yarattıklarını söylemeliyim. Makine daireleri korunarak dönüştürülmüş ve Enerji Müzesi haline getirilmiş. Bu müzede türbün-jeneratör grupları, kontrol odası, atölye no:4, enerji oyun alanı, atölye çalışmaları, rehberli geziler ve film gösterimleri, seminerler ve sergiler var. Biz E'cimle ( K'nın acil bir işi çıktığı için gezimizde bizi yalnız bıraktı ) önce "Modern ve Ötesi" isimli sergiyi gezdik. Türkiye'deki modern sanatın 50 yıllık gelişimine tanık olduk. Birbirinden değişik heykelleri, resimleri gördük ve bir kez daha gerçek sanata ve sanatçıya hayran hayran dolaştık sergide. Daha sonra 1'nolu makine dairesine geçip kontrol odasını gezdik.
Bu alan sanki Hollywood film platosuna benziyordu. Kontrol odası koskocaman bir yer ve bir sürü enteresan makineyle dolu. İnsan her an bir yerden çılgın bir bilim adamının çıkacağını sanıyor. Konrol odasından enerji oyun alanına geçtik. Kendi elektriğimizi oluşturduk, yağmurun sesini dinledik, manyetik heykeller yaptık. Oldukça eğlenceli olduğunu söylemeliyim.
Eeee bu kadar dolaştıktan sonra acıktık. Veee "Otto Santral"de aldık soluğu. Geçen cumartesi ilk günleriydi. Bir pizza ve salata söyledik; salata geldi ama pizza için bir 45 dakka bekledik. Tamam yeni açılmışlardı eleman sıkıntısı vardı ama azıcık sipariş sırası takip etselerdi iyi olurdu. E'cimle garsona asabiyet yaptık ancak öyle bir pizza geldi ki bütün gerginliğimiz yokoldu, gömüldük pizzaya.
Asıl sürpriz beni tuvalette bekliyordu. Hayatımda gördüğüm en orjinal tuvalet "Otto Santral"in tuvaleti herhalde. Tuvalet bölmelerinin kapakları "Frigadaire" buzdolabı kapağı şeklinde yapılmış. Sanki buzdolabına giriyorsunuz :)))) .
Santralistanbul eskinin bozulmadan yeniyle birleştirilip nasıl işlevsel hale getirilebileceğinin güzel bir örneği bence. Şu anda hala birçok çalışma devam ediyor, inşaat bazı yerlerde hala bitmemiş ama sanırım özellikle bahar aylarında ailecek veya arkadaşlarla güzel, sanatsal bir gün geçirmek için oldukça ideal.
Buradan ayrıca E'cime bu harika gün için tekrar çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın canımcım.

12 Eylül 2007 Çarşamba

Reklamları izlediniz !!!

Ben çok televizyon izleyen biri değilimdir. Bazen sıkıntıdan kanallar arasında zaplarken bütün dizilerin gelecek haftaki bölümlerini gösteren fragmanları izlerken neler olup bittiğini anladığım için dizi mizi izlemem. E Türk dizilerinin sonu başından belli o yüzden ne diye vakit kaybedeyim. Ama bu aralar reklamlara taktım. Bazılarını seyretmek gerçekten çok zevkli. Mesela Milupa'nın reklamı; gelmiş geçmiş en iyi rock grubu olan Queen'in şarkısı eşliğinde o ne güzel bebekler ne şirin çocuklar. Çok iyi düşünülmüş bir reklam. Ayrıca nedense bütün araba reklamları çok güzel şarkılar ve görüntüler eşliğinde öyle bir sunuluyor ki şeytan diyor atla arabaya git yenisiyle değiştir gel.

En iyisi ben top 10 reklam listemi yazayım buraya bakalım sizde bunları beğeniyor musunuz ?

1. Coca cola Ramazan reklamı

2. Milupa "We 're the champions"

3. Turkcell SuperLig

4. Citroen danseden araba

5. Bütün VW reklamları

6. Nokia "Can'ın kahkahaları

7. Bir Bis Krem versem

8. Sütaş ayran çalkala ( Herkes dans ediyor ya o reklam, inekli olan değil )

9. Renault Clio

10. Schwepps gazoz reklamı



En iyiler olurda en kötüler olmaz mı? İşte en kötüler top 10'u (şimdilik top 4- listemiz genişleyecek ) :

1. Tan Sağtürk ve Coffeemate

2. Mehmet Günsür Rejoice

3. Tutku reklamı uzaydaki tipler

4. Ebru Akelli Pantenne reklamı





Aaaa bunları yazarken eski reklamlar aklıma geldi. Kartopu yünlerinin reklamını hatırlamayanınız var mı ? "Şişştt şişşştttt gördün mü? Kartopu alıp ördün mü ?" ya da kumsalda koşan bronz tenli beyaz mayolu incecik kadın yani "Delial bronzlaşmak için ideal" . Pekiii
" Kıskanç bayanlar eşinize Eros giydirmeyin" bunu hatırlamayan var mı?.

Evet reklamları izlediniz :)))) !!!!!!

6 Eylül 2007 Perşembe

Biricik


( Bu akşam biraz edebiyat parçaladım bakalım olmuş mu ? )

Duşun altında dakikalarca dikildi. Saçlarını, vücudunu köpürttükçe köpürttü. Ne kadar çok sabunlanır, vücudu sabundan görünmezse o kadar temizlendiğini, arındığını hissediyordu. Şampuanı saçlarına boca edip,hırçın hareketlerle sanki derisini kazımak istermişçesine saç diplerinde parmaklarını gezdirdi. Sabun bütün gözeneklerine nüfuz etsin istiyordu. Duş başlığından çıkıp vücudunda akıp giden suyun sabunu arıtışını, bıraktığı izleri, delikten yok oluşunu seyretmek hoşuna gidiyordu. Herşey; sıkıntılar, belirsizlikler, kötü duygular, o delikte yok oluyormuş gibi geliyordu ona. Her sabah temizleniyor, herşeye yeni bir başlangıç yapıyor, bir sonraki arınma ayinine kadar kendini bir parça huzurlu hissediyordu.
Aynada saçlarını tararken gittikçe artan kırışıklıklarına takıldı gözü. İnsan, aynada kendine bakmadıkça ya da eski resimler bir çekmeceden fırlayıp hatırlatmadıkça zamanın geçtiğini anlamıyordu. Hala kendini yirmilerinde, herşeyi başarmaya gücü yetermiş, dilediklerini gerçekleştirmeye zamanı varmış, hala hiçbirşey için geç değilmiş gibi hissediyordu. Ama zaman sinsiydi, acımasızdı, kendini farkettirmeden içten içe yol alıyor kişinin zayıf bir anında beklenmedik bir şekilde vurup can acıtıyor, aslında çok geç olduğunu vakit kalmadığını gösteriveriyordu.
Bugün yapacaklarını geçirdi aklından. Bakkala, manava uğrayıp akşamki ziyafet için birşeyler alacaktı. Bugün Biricik’in günüydü. Herşey güzel olmalı, hiçbirşey eksik olmamalıydı. Her ikisi içinde bu kısacık zaman o kadar önemliydi ki birşeyler ters gitsin istemiyordu. Kafasında planladığı gibi tıkır tıkır yürüsündü herşey. Giysi dolabını açıp çiçekli kısa kollu elbisesini giydi, ıslak saçlarını toplayıp minik bir çantanın içine gerekli ıvır zıvırı doldurup dışarı çıktı.
Apartmanın ağır demir kapısını açar açmaz güneş ışıkları gözünü aldı. Gün çoktan öğleyi bulmuş, komşu kadınlar sabah işlerini bitirip kahvelerini içmişler, tatlı bir rehavet içinde camdan sokağı seyredip, günlük dedikodularını yapıyorlardı. Derin bir nefes alıp, temiz havayı içine çekti. İçini bir huzur kapladı. Kısacık bir mutluluk anı, dudaklarına bir tebessüm yayıldı.
Hava o kadar sıcaktı ki sanki adımlarını atamıyor, olduğu yerde duruyormuş gibi geliyordu. Bazen rüyalarında kendini çok acelesi varmış, bir yere yetişmesi gerekiyormuş da bir türlü oraya gidemiyormuş sanki ayakları çimento dolu birer tenekeye saplanmışlarda onları kaldıramıyormuş gibi sıkıntıda gördüğü olurdu. İşte şimdi aynen öyle hissediyordu. “Dur sakin ol” dedi kendi kendine. “Daha vakit var, yetiştirirsin herşeyi. Fazla lafı uzatmasına izin verme, işini gör, çık. Fasulye pişerken pilavı ıslatır bir ara pişirirsin. Sıcak sıcak gelsin masaya.”
Kafasını kaldırdığında mavi boyalı eve geldiğini farketti. İçiyle tezat huzur veren bir mavisi vardı bu eski evin. İki üç basamaktan sonra önünde dikildiği kocaman kapının ziline uzandı. Kısa bir bekleyişten sonra çok tanıdık bir yüz kapıyı açtı. Ne bir günaydın ne bir merhaba dedi karşısındaki. “Seninki biraz bekletecek. Akşam olay çıkmış. Yeni gelenin ifadesini alıyor” dedi iriyarı kadın bezgin bezgin.
Onunkinin - Faça Rıza derler- odasına giden koridoru birlik arkalı önlü geçtiler. Kadın onun dinleyip dinlemediğine aldırmadan anlatmaya devam ediyordu, “Rıza dün kumarda kaybetmiş, üstüne bu kızda sorun çıkarınca delirdi. Dün geceden beri zor tutuyorum. İki saattir içerde tutuyor kızı. Dışarı çıkınca ne halde olacak bilmem.” Odanın önüne gelince bir koltuğa oturdu, kadında konsolun önündeki paketten bir sigara alıp pencerenin pervazına yaslandı. Derin bir nefes çekip sanki dumanla birlikte bütün sıkıntıları gidecekmiş gibi uzun uzun üfledi.
Paniklemeye başlıyordu, Rıza gerçekten kızdıysa kurtuluş yoktu. Yapılabilecek en büyük hataydı onu kızdırmak. Yıllar içinde öğrendiği en önemli şeydi bu; “Rıza’yı kızdırma.”
Kafasını duvara yasladı. Karşısındaki resmi belki defalarca görmüştü ama hiçbir zaman bu kadar dikkatli incelememişti. Rıza’nın evine hiç yakışmayan ama kimbilir kimden kumar borcu karşılığı aldığı bir resimdi. “İşte benim hayatımın özeti” diye düşündü. İki kişiliğin tek bedende birleştiği bir hayat. Odanın birindeki kadın oturmuş eğlendireceği adamı bekleyen, unutulmaz geceler vaad eden, arsız, çıldırtıcı, ayıp nedir bilmeyen bu yüzden de Rıza’nın en has müşterilerinin aradığı, kıymetli gözde. Diğeri ise her gecenin sabahında sanki hiçbirşey yaşanmamış gibi uyanan farklı, mazbut, içine kapanık, yorgun, sakin kadın. Kim inanırdı ki onun iki hayatı olduğuna; her zaman halini hatırını soran laz bakkal mı, söküğünü yırtığını diktirdiği terzi mi yoksa karşı dairedeki arada sırada sabah kahvesine gittiği yaşlı teyze mi ? Herşeye bir gün düzelecek umuduyla katlanıyordu. Resimdeki beyaz kapının ardında olduğunu düşündüğü yeni hayat için, biriciği için dayanıyordu onca adama, onların pis yılışık gülüşlerine.
“Güzelim çok mu beklettim seni ?” diyen Rıza’nın sesiyle kendine geldi. “Biliyorum acelen vardır ama kafasız bir kaltakla uğraştım. Karı bana dün gece pahalıya mal oldu. Ama dersini verdik gerizekalıya. Bu hır gürün içinde zarfını unuttum sanma. Al bakalım. Bir hafta kızınla iyice dinlen” derken belini sıkı sıkı kavradı. “Gel seni geçireyim.”
Kapı kapanınca ferahladığını hissetti. Herşey bitmiş geride kalmış gibi geldi. Ayakları hafiflemişti yere değmiyordu sanki.

Eylül'de gel



Eh yine günler geçti bir Eylül daha başladı. Çocukken yaz tatili bitmek bilmezdi sıkıntıdan patlardık okul açılsa diye dört gözle beklerdik. Şimdi bir bakıyorum Eylül, bir bakıyorum Ocak, bir bakıyorum Haziran hayır dünyamı daha hızlı dönmeye başladı yoksa büyümek bu muymuş?
Ben bir yılbaşında bir de Eylül'de okul açılırken şöyle bir temizlik yaparım evde de kafada da... Gereksiz şeyler atılır çöpe,çekmeceler düzenlenir, çalışma masası düzenlenir, yeni döneme seneye hazırlarım kendimi. Şöyle bir geriye döner hesap yaparım kendi kendimle... Bakalım bu senenin bilançosu neymiş;

* Yeni işe başladım
* Zeliş girdi hayatıma
* Bir sürü hoş, keyifli insanlar tanıdım
* Çok yeni ama umarım hayatımdan hiç çıkmyacak bir dostum oldu
* Mastera başlıyorum
* Hala İstanbul'da gezmediğim bir dolu yer var
* Eski aşkları çöpe attım
* Daha pozitif olmayı öğrendim
* Mustafa Sandal konseri...Kafamın üstünde patlayan havai fişekler...
* Örgü işini biraz ilerlettim
* Hala okumam gereken bir dolu kitap var
* Güzel üç hafta tatil yaptım

Eylül bilançosu şimdilik böyle... Fena değil gibi...

11 Ağustos 2007 Cumartesi

Gazoz,simit,sakız


Bugün sabah kahvaltımı simit,beyaz penir ve bir litrelik kola eşliğinde yaptım.Arada sırada böyle bir değişiklik iyi geliyor insana. Kahvaltımı yaparken çocukluğumdan beri vazgeçemediğim şeyler aklıma geldi. Simit ve kola gibi. Aslında bu ikili, simit ve Uludağ gazoz olarak değişirse daha lezzetli oluyor. Sizde aynı şeyleri hissermisiniz bilmem ama ben Uludağ gazozun kapağını açtığımız zaman çıkan kokuya bayılıyorum. Başka hiçbir gazozda omayan o harika koku ve tad çocukluğumdan Uludağ gazozu vazgeçilmez yapıyor.
Gazozdan başka benim için vazgeçilmez olan şey ise mavi,sarı ve pembe üç toptan oluşan Cicoz sakız. Bu sakızda da hiçbirinde bulunmayan değişik bir tat ve koku var. Ağzınıza attığınız anda bu değişik koku ve tadın yoğunluğu sizi sarmalıyor.Eskiden aynı renkte Dandy sakız vardı. Şimdilerde üretilmiyor sanırım.Onun da böyle sıradışı kokusu ve lezzeti vardı. Çiğnemeden önce derin derin koklar, sonra ağzıma attığımda o değişik tat gitmesin diye ağzımda bir süre beklettiğim ya da ilk anda gelen tad azalmaya başlayınca hemen eskisini çıkarıp yeni sakızları çiğnemeye başladığımı hatırlıyorum. Hoş şimdi aynısını Cicoz için yapıyorum. Eğer Dandy sakızının hala bulunduğu eski bir bakkal ya da süpermarket biliyorsanız bana haber verin.
Şimdi gidip ağzımı cicozlarla dolduracağım...

6 Ağustos 2007 Pazartesi

Asla arkana bakma nasılsa zaman herşeyin ilacı


Bugün niyetim başka başka şeyler yazmaktı ama içimden gelmedi. Her zamankinden daha fazla onu düşünmekteyim pazar gününden beri. Bu yazıda doğal olarak onunla ilgili olacak. Bu eminim birçok kişinin başına gelmiştir ama sadece ben aşk acısı çekiyormuşum gibi geliyor.
Hayatımda gerçekten istediğim tek kişi, tek aşık olduğum, uğruna herşeyi bırakıp gidebileceğim insan Eylül'de başkasıyla evleniyor. Geri sayım başladı. Belki de bu yüzden her zamankinden daha fazla onu düşünüyorum, pek keyfim yok, herşey sıkıcı ve boğucu geliyor. Kimselere katlanamıyorum. Sadece yatakta yatmak ve hiçbirşey yapmamak istiyorum.
Zaman en büyük ilaç .... Doğru başka birçok olayda bunun gerçek olduğunu bizzat yaşayıp öğrendim ama bu sefer ne biliyim bu çok zor geliyor. Sabah uyanıyorum rutin işe gidiyorum yapmam gerekenleri yapıyorum, konuşuyorum, yemek yiyorum ama hepsi gerektiği için. Ama artık yapacak birşey yok.Evlerini kiraladılar, eşyalarını aldılar, gelinlik damatlık hazır.... Güle oynaya neler yaptıklarını anlatıyorlar. Bizde -ben de- eski lise arkadaşları olarak anlattıklarını dinliyoruz. İçlerinde sadece benim içim yanıyor. Kimse bilmiyor onunla aramızda geçenleri. O ve ben sadece ikimizin bildiği bir sırrı paylaşıyoruz. Yaşadığımız sürece de öyle olacak. Üç sene kimsenin haberi olmadan paylaştıklarımızı, mesajlaşmalarımızı bir o bir ben bileceğiz. Yine toplandığımızda sanki birşeyler hiç yaşanmamış gibi davranacağız.
Kendimi toparlayıp hayatına devam etmeliyim aynen onun yaptığı gibi.Eylül'ün dördünde siyah elbisemle nikah törenlerine gideceğim, onlar pistte neşeli şarkılar eşliğinde hayatlarını birleştirmenin sevincini kusarken ben gülümsemeye çalışarak gözyaşlarımı içime akıtacağım.Ve sürekli kendime şunları söyleyeceğim;
"Asla arkana bakma! Nasılsa zaman herşeyin ilacı."

4 Temmuz 2007 Çarşamba

ben tembelim



Ben koca bir tembelim ve bunu burda bütün dünyaya ilan ediyorum. Bir aydır bloguma uğradığım yok. Bana yazılan yorumlara cevap yazmıyorum Çünkü BEN BİR TEMBELİM. N'olur cevap yazmıyorum diye alınmayın ve bana yazmaya devam edin. Eğer miskin ruhum harekete geçerse size cevap yazarım. Bugünden itibaren size söz yazacağım bu bloga. Aha buraya yazıyorum ( tükürükle çizdim camı, lekesini görüp sözümü hatırlayacağım ). Sizleri hisli depresif yazılarımdan mahrum bırakmayacağım beni bekleyin anacım.

1 Haziran 2007 Cuma

Hadeee süt kuzu bunlar!!!!!!


Küçükken cumartesilerin gelmesini hiç istemezdim çünkü cumartesi demek pazara gitmemiz demekti. Annem saatlerce pazarı bir baştan bir başa dolaşır bana hepsi birbirinin aynı gibi gözüken elmalardan,patlıcanlardan, portakallardan en iyisini bulmaya çalışırdı.Bir de adamları vardı annemin, belli şeyler belli adamlardan alınırdı;portakalcı Yaşar, patlıcancı Adem, karpuzcu Mustafa gibi. Hatta bazılarının ailesini bile tanır, her pazar onların halini hatırını sorardık. Bu gezinti bana o kadar saçma ve sıkıcı gelirdi ki bir iki sefer sıcaktan mı yoksa sıkıntıdan mı bilmiyorum pazarda fenalık geçirdim.
Yıllar sonra pazara gitme işi başa düştü. Her perşembe ;"pazarı bir ziyaret etmesem pazarcı amcalar beni özler, merak ederler" diye düşünüp mutlaka pazarın yolunu tutup amcalarla selamlaşıyorum. Benim de annem gibi adamlarım var. Birinin patlıcanı çok iyi oluyor, çekirdeksiz çıkıyor; birinin de domatesleri iyi hiç içi beyaz çıkmıyor. Artık onlarda beni tanıyorlar "Abla hoşgeldin! Ne verelim?" diye soruyorlar.Hoşuma gidiyor böyle demeleri,"Ah yaşasın beni tanıyorlar!" diye düşünüp seviniyorum.Böyle beni tanırlarsa malın iyisini vereceklerini düşünüyorum.
Sonra o giysi satan tezgahların başında kendimden geçiyorum.Normal bir dükkanda görsem beğenmeyeceğim şeyler bana pek bi çekici geliyor pazarda nedense. En son 10 milyona Nike eşofman takımı aldım. Bayıldım. O kadar yumuşak ki eşofmanını kumaşı giymeye kıyamıyorum. Spor salonuna gidince deli gibi aynada kendime ve eşofmanıma bakıyorum. Çok seviyorum bu takımı. Sanırım oldukça uygun bir fiyata güzel bir şey aldığım için bu beğeni.
Nedense pazara gidince içim sevinçle doluyor.Öyle tezgahlar renkli renkli; yeşiller,kırmızılar,turuncular... Hepsini alıp koşa koşa eve gidip biran önce deliler gibi yemek pişirmek geliyor içimden. Satıcıların birbirinden ilginç müşteriyi çekme yöntemleri, kendi uydurdukları şarkılar ( Necla ablaa baksanaaa, domateslerimi alsanaaa ) beni çok eğlendiriyor. Karnaval gibi.
Oooo yazmaktan saati unutmuşum. Patatesçi Ömer beni bekler. Ayırmıştır yemeklik patatesleri. Onları alıp,adamlarıma klasik Perşembe selamımı verip geleyim.

17 Mayıs 2007 Perşembe

eskidendi


Artık günler iyiden iyiye uzadı. Saat sekizi geçiyor ama hava hala aydınlık. Bu uzun yaz akşamları bana hep çocukluğumun yaz akşamlarını hatırlatıyor. Akşam yemeği yenilip, okul varsa ödevlerin yapıldığı, okul yoksa da "balkondan biri sokağa çıksa da bizde fırlasak" diye apartman kapılarının dikizlendiği sıcak yaz akşamlarını hatırlıyorum.

Benim çocukluğum küçük bir Karadeniz ilçesinde geçti.İlçenin kendisi küçüktü ama İstanbul'a yakınlığından dolayı her numara orada mevcuttu. Yani son moda neyse bizim orda takipçileri mutlaka olurdu. Bizim oturduğumuz yer "lojmanlar" diye geçen bir yerdi. Zamanında demir çelik fabrikası kurulurken Amerikalılar'ın yaptığı binalardan oluşan çok geniş yeşillik, ağaçlar ve çiçeklerle dolu hoş bir yerdi "lojmanlar". Fabrikada çalışan herkesin birbirini tanıdığı, bildiği gizli bir şey yapmanın mümkün olmadığı bir yerdi çünkü mutlaka bir şekilde o gizli şeyi gören, bilen, duyan olurdu. Kısacası enteresan bir yerdi lojmanlar. Ama bu güvenilir ortam bizim sağlıklı büyümemizi, şimdiki şansız çocuklar gibi olmamızı engelledi.

Yaz tatillerinde sabahtan akşama kadar sokaklarda koşturmanın, evcilik oynamanın, sekseğin,ip atlamanın tadına doyasıya vardık. Bu oyunların en zevklisi akşam yemekten sonra sokağa çıkıp kızlı erkekli saklambaç oynamaktı. Ebe olanın işi gerçekten zordu çünkü zifiri karanlıkta zaten birşey görülemezken o bir de saklananları bulacak, ebeleyecekti. Bir ebe seçilir, o şansızdan 100'e kadar sayması istenirdi. Arada numara yapıp, 10'ar 10'ar sayanlar bir daha ebe olurdu. Bir de "çelik çomak patlatmak" vardı; ebeyi sinir edip bir daha ebe yapabilmek için kıyafet değiştirirdik. Saklananlar birbirinin t-shirtünü giyer, ebe "Nalan,gördüm seni sobe sobe " diye bağırır ama bu mutluluğu "çelik çomak patladı" diyerek sırıtan üçkağıtçılar tarafından bozulurdu.

Tasasız günlerdi o günler, kafadaki tek düşüncenin ebeye yakalanmamak olduğu, gerçek hayatın ucundan kıyısından geçmeyen masumiyet zamanlarıydı o zamanlar.
Şimdi yaz akşamlarında eve dönerken bazen bir rüzgar esiyor ve burnuma çocukluğumun yaz akşamlarının kokusunu getiriyor. Dertsiz tasasız koşarken rüzgarın içime doldurduğu o kokuyu duyuyorum. Derin derin içime çekiyorum, bir daha geri gelmeyecek o güzel günlerin özlemiyle. Yine öyle koşabilmeyi istiyorum ama ne ben eski benim ne de o zaman ki masumiyet kalmış. Bunların hepsi eskidendi çook eskiden.

Çocukluğumu özlüyorum....

14 Mayıs 2007 Pazartesi

ne onla ne de onsuz


Onu ilk gördüğüm zamanı;"işte bu senin kardeşin!" dedikleri anı hatırlamıyorum. Zihnimde bölük pökçük anılar var. Bir kere beyaz bir beşiğin yanında beyaz gelinlik giymiş çok güzel bir bebek gördüğümü ve onu kardeşimin getirdiğini söylediklerini hatırlıyorum. Vay be insanın kardeşinin olması iyi bir şeydi, oldukça cömert biriydi şu kardeş. Kardeşimin olduğunu öğrendiğim ilk zamanlarla ilgili hatırladığın şey ise masanın üstünde duran bir kesekağıdı, içi antep fıstıklı minik çukulatalardı ( hala var onlardan Ender çıkarıyor, minik piramit şeklinde çukulatalar, ben artık bal bademlisini seviyorum ). Bunları da kardeşim getirmişti. Bu kardeş konusu iyiden iyiye hoşuma gitmeye başlamıştı. Yıllarca da bu böyle devam etti. İlkokul bir veya ikideyken annemin kardeşime hamile bir fotoğrafını gördüm, bana hamileyken çekilmiş resimlerini hiç görmemiştim. Hemen kararımı verdim; " Beni yetimhaneden almışlardı". Bu fikir uzun yıllar aklımdan çıkmadı. Bana herhangi birşey için kızsalar bunu hemen üveyliğime yordum. Ona birşey alınıp bana alınmadığı zaman nedeni basitti: ben üveydim!!! Ama günlerden bir gün annemle eski fotoğrafları düzeltmeye oturduk ve ben annemin bana hamile iken çekilmiş fotoğraflarını gördüm. Üvey müvey değil gerçekten annemle babamın çocuğuydum. İçim rahat etti.
İlerleyen yıllarla birlikte sürekli benim peşimden "abla, abla " diye koşturan küçük erkek çocuğun yerini 2 metre boyunda cool bir adam aldı. Öyle herşeyi herkesi beğenmeyen, bilgisayar, müzik,filmler,felsefe, fizik vs. hakkında bilgili biri geldi. Şimdi ben onun peşinden koşturuyorum," Ya bu çalışmıyor nasıl olacak ?", "E ben müzik indiremiyorum bana yardım etsene" diyen bir tip olarak onu daraltıyorum.
Annemle babamın cebren ve hile kardeşimi bana taşımaları sonucu iki yıldır beraber yaşıyoruz. İlk başlarda onu dağınıklığı, rahatlığı, umursamazlığı beni, haftasonu temizlikleri, manik depresif ruh hali ve detay sorularda onu deli etti. Sonunda bir şekilde anlaşma yolunu bulduk. Şimdilik bir sorun yok. Ama geçenlerde annemle babamı tebrik ettik, ikisi nasıl oldu da birbirinden bu kadar farklı ve taban tabana zıt iki kişi yaratabilmeyi başardılar diye.
İşin aslı kardeşim olduğu için mutluyum, birşeylere canım sıkıldığında konuşabildiğim ( gerçi ne zaman birşey anlatsam üç numaralı "E buna mı canını sıktın ne banalsin!" bakışı atıyor ama olsun ) birinin olması hele de bu kişinin kardeşim olması güzel birşey. İyi ki o var !

8 Mayıs 2007 Salı

beyaz atlı prens



Birinin sizin için uygun olduğunu nasıl anlarsınız ? Ben anlayamıyorum da... Üniversite 1'den beri birlikte olduğum erkek arkadaşımla evlenip 4,5 yıl evli kaldıktan sonra ayrıldık. Hayatımın erkeğini bulduğumu düşünüyordum. Espiriliydi, giyim kuşamına önem verirdi, akıllıydı, beni seviyor ve ilgileniyordu. Hayatta annem babamdan sonra en güvendiğim insandı dahası kıvırcık saçlı ve renkli gözlüydü. Ama evleniverince büyü bozuldu. Daha önce ne kadar bencil olduğunu hiç farketmemiştim ya da tembel ruhlu olduğunu; bütün hafta sonunu- güzel havaya rağmen- kanepede yayılarak geçirmenin onun en büyük eğlencesi olduğunu ama en önemlisi de annesinin benden daha önemli olduğunu hiç farketmemiştim. Bir sürü gürültü patırtıdan sonra ayrıldık. Hayatta aldığım en yanlış karar evlilik kararı, en doğrusu ise boşanmaktı. Kendimi bütün arkadaşları sokakta oynarken evde olan ama sokağa çıktığında arkadaşlarının hepsi eve giren küçük çocuk gibi yalnız ve dışlanmış hissediyordum, hala da öyle hissediyorum çünkü ben evlendiğimde ( 23'tüm o zaman ) herkes bilmem kaçıncı flörtüyle orası senin burası benim dolaşıp duruyordu. Ben ayrıldım herkes gezmeleri bitirdi hayatlarının erkeklerini / kadınlarını bulup yuvalarını kurdular şimdi evlerinde evcilik oynuyorlar. Ben kalakaldım. Onlarla bir yere gittiğimde tekim. Belki benim hüsnü kuruntum ama kendimi sığıntı gibi ve biraz da onlar bana acıyormuş gibi hissediyorum. Evime davet ediyorum ama kızlar kocalarını ya da bebeklerini bırakamadıklarından gelemiyorlar. Hem zaten gelselerde ya onların kocalarının yaptıkları ya da bebeklerinin kakasının renginin neden koyu değilde açık olduğu gibi iç açıcı konular konuşuluyor.
Ayrıldıktan sonra benimle doğru dürüst art niyeti olmadan ilgilenen tek erkek ise ideallerinin peşinde koşup kendini organik tarım yapacağı bir köy kurmaya adayarak burdan başka bir şehre taşındı. Bana gel dedi mi ? Evet dedi. Ama burdaki on senelik kariyerimi bırakmam, evimi o şehre taşımam, bütün arkadaşlarımı, dostlarımı bırakıp hiç arkadaşımın, dostumun olmadığı bir yere gitmem şartıyla. Bana gerçekten değer veren ve belki de gerçekten seven birini elimin tersiyle ittim. İyi mi yaptım kötü mü bilmiyorum ama ilk tecrübeden; bir sürü fedakarlıktan sonra elimde bir tek valizle kalınca ben artık biri için birşey yapamıyorum. İster istemez o niye buraya gelmedi , ordaki bütün işleri neden kendi üstüne aldı diğerlerine bırakmadı diye soruyorum ve beni gerçekten sevseydi yapardı diyorum. Ama içimde bir kurtta doğru mu yaptın acaba diye sorup duruyor.
Kısacası hiçbir şey bilmiyorum. Ama artık bu ezik durum canıma tak etti. Evlenmek veya çocuk ( şimdilik ) istemiyorum ama en azından "Bu da benim erkek arkadaşım" diye gururla yanımda taşıyacağım bir işi olan, zevkli, espirili, güvenilir, dürüst, bakımlı, renkli gözlü ve kıvırcık olursa daha da memnun olacağım birini istiyorum. Artık havadaki aşk kokusu geçmeden birlikte koklayacağım birisi olsun.

30 Nisan 2007 Pazartesi

Amadeus'a niyet mitinge kısmet

Ben planlarımla bir bütünüm... her sabah plan yapar ve ne yazık ki bütün planladıklarımdan tamamen farklı ya da bir kısmını gerçekleştirebilmiş bir şekilde yaşarım günümü. Koskoca 30 yıl geçti ben hala günü yaşamayı ve işleri oluruna bırakmayı öğrenemedim. Bu haftasonu da yine böyle planlanıp da tamamen farklı şekilde yaşanan bir haftasonu oldu benim için.
Öncelikle cumartesiden başlamalı...Cumartesi her zaman olduğu gibi sabah derse gittim; İngilizce öğrenme aşkıyla yanıp tutuşanların ateşini söndürüp öğlene doğru eve döndüm. Biber'imin ( iki aylık siyah beyaz yavru kedim ) dördüncü aşısı vardı, gittik veterinerin muayenehanesini dağıtıp çıktık ( Biber'in veteriner maceraları bambaşka bir yazı konusu kanımca ). Bir yandan Biber'i sakinleştirmeye çalışıp bir yandan da "eve gidince önce semizotu mu pişirsem yoksa enginar mı" diye düşünürken Kuzguncuk'tan bir arkadaşım aradı. Biber'i eve attığım gibi Kuzgun'a gittim. Tabii ne enginar ne semizotu pişti. Gece bir gibi yatarken benim planım hazırdı; sabah kurstan sonra spora filan gidilmeyecek, saat üçte AKM'deki "Amadeus " oyununu izlemeye gitmeden önce semizotu pişecek ve eve oyalanmadan dönülüp çevirinin başına oturulacaktı. Kendime bu plana uyacağıma dair verdiğim kocaman bir sözle gönül rahatlığıyla uyudum.
Sabah kurs kısmına kadar herşey yolunda gitti. Eve gelince Sndrfknella'yı aradım. "Amadeus'la buluşmaya kaçta gidelim ? " demekti niyetim ama bir yandan da aklım saat 14'te Cağlayan'da yapılacak mitingteydi. Arkadaşlarımın birçoğu oraya giderken benim sanatsal faaliyet yapacağım tutmuştu. Telefonu açar açmaz bizim nereye gideceğimiz belli oldu. Sndrfknella'nın sesinin tonundan aslında ne yapmak istediğimiz belliydi. Yirmi dakika içinde yola çıktık; istikamet "Cağlayan". Üsküdar'dan belliydi gerçekten kalabalık olacağı, ellerinde bayraklar bir sürü insan Kabataş motoru için sıra beklemekteydiler. Metro'ya varınca gözlerime inanamadım; her yaştan bir sürü kırmızı beyazlı kıyafetler giymiş insanlar ellerinde bayraklarla akın akın meydana koşmaktaydılar. İçimi tarifsiz bir gurur ve sevinç kapladı. "Demek ki" dedim "hala bir şeyler yapabiliriz, hiçbirşey için geç değil. Tepki gösterebiliyoruz ve birşeylere tepki gösterebilecek yürekli insanlar var bu topraklar hala."diye düşündüm, içim umut doldu.
Alana vardık diyebilir miyim bilemiyorum çünkü o kadar yoğun bir kalabalık vardı ki başı nerde sonu nerede bilemedik. Ne yapsak acaba derken bir anda önümüzde biten üç; ikisi genç, birininde gönlünün genç olduğunu tahmin ettiğim beylerin arkasına takıldık, zira iyi yol açıyorlar, aralardan kayıp gidiyorlardı. Onlardan umutluydum, bizi konuşmaların yapılacağı yere götüreceklerdi ama heyhat onlarda başaramadı, bir yerde kaldılar. Hava sıcak, iki saattir yürüyoruz ve acıkmaya başlamışız, E.A'nın üçüncü şarkısından sonra dönüş yoluna geçtik. İşte macera böyle başladı.
Kalabalık o kadar artmıştı ki geldiğimiz yoldan dönmemiz artık mümkün değildi. Bir şekilde kendimizi bir okulun bahçesinde ve bahçe duvarına merdiven dayamış, yukardaki parmaklıkların arasından geçmek için sıra bekleyen amcaların arasında bulduk. Evet yurdum insanı yine yapacağını yapmış koca göbekleriyle parmakların arasında sıkışıp kalmayı göze alarak dönüş yolunu bir şekilde kısaltmanın yolunu bulmuştu. Eh bizde bu fırsatı kaçırmadık tabii. Başarıyla gerçekleşen parmaklık operasyonundan sonra metroyu bulduk. Vagonlar o kadar doluydu ki yer bulamayıp bir sonrakini beklemek zorunda kalacağımız endişesiyle kendimi bir vagona atıp Sndrfknella'ya da "Ben buna biniyorum" diye bağırdım. Tam ben başımın çaresine bakıyorum sen ne yaparsan yap havası oldu (ki hiç böyle şey yapmam, yorgunluktan kendimi şaşırdım ), sevgili arkadaşım biran ne yapacağını bilemedi benim olduğum tarafa kendini zor attı. Taksim'e vardığımızdaysa alternatif bir miting yapılmakta, "saat yediye kadar dağılmazlar ve bunların içinden bir manita yapamazsam dalarım ağbi ben bunlara" bakışlı polislerin gölgesinde bir grup haykırmaktaydı: "Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana!!!!".
Ayaklarımızı artık hissetmememize ve ayakta durmaktan ağrıyan bellerimize rağmen İstiklal'de yürümenin çekiciliğine dayanamayıp ( bi de tramvay bekledik bekledik gelmedi ) Tünel'e kadar yürüdük. Kave'de oturup salata ve "Kızgın Tavuk"tan oluşan menümüze eşlik eden biraları yuvarlayınca keyfimiz katlandı. Ağı ağır dönüşe geçtik, yol üstünde adını hatrılayamadığım bir dondurmacıdan aldığımız koskoca dondurma toplarını yalaya yalaya dolmuşlara kadar yürüdük.
Ama bir de ne görelim dolmuş sırası neredeyse Taksim meydanına varacak, o kadar dolu. B planı; taksiiii!!!!!
Biner binmez "kesin bize kamera şakası yapıyorlar" dedim kendi kendime çünkü direksiyonda Ankaralı Turgut amca oturmaktaydı. Bıyık desen aynı bıyık, giyim kuşam desen aynı kumaş pantalon ve kravat. Bizim "Beşiktaş'a" gitme arzumuzu kaale aldığından bile emin olamadım çünkü sanki biz yokmuşuzcasına telefonda, Sndrfknella'ya göre bir akrabası bana göre ise nişanlısını ( sağ elinin yüzük parmağı kanıt ) aldattığı bir bayanla siz deyin on beş ben diyeyim yirmi dakika hararetli hararetli konuşuyordu, anlaşılan mesele önemliydi. Yol boyunca olayın ne olduğunu öğrenmeye vakıf olamadım hatta Beşiktaş'a gelince konuşmanın devamını öğrenebilmek için "Abi sür Ortaköye" diyesim geldi ama heyhat akşam olmakta ve pişmemiş semizotu beni beklemekteydi.
Yorgun argın kendimizi motora attığımızda ise bizi "fönlü saçlarımı vapurun rüzgarında savururum" kızlar karşıladı. Muhtemelen güzel geçmiş, bol bol nazlanılmış, keyifli bir buluşma sonrasının kritiğini yapmakta ve motorun en rüzgar alan kısmında sigaralarıyla birlikte saçlarını da tutuşturmaya gayret eden iki genç kız önce bana birşey ifade etmedi ama yorgunluktan başımı öne eğerken kızlardan birinin ayaklarının sivri ayakkabısının önünü doldurmaya yetmediğini ama nedense parmaklarının -nasıl olupta-birbirinin üstüne bindiğini anlamadığım o garip duruş gözüme çarptı. Şimdi bu size birşey ifade etmeyebilir ama önü boş sivri burun ayakkabıda büzüşmüş, birbirinin üstüne binmiş parmaklar görüntüsü inanın komik oluyor, bu yüzden Sndrfknella ve ben -belki yorgunluktan bilmiyorum- uzun bir süre buna güldük.
Sonunda sağ salim, hem böylesine coşkulu ve güzel bir mitinge katılarak bir şekilde bir şeylere tepkimizi gösterebilmenin hem de güle oynaya gönlümüzce bir gün geçirmenin keyfiyle evlerimize vardık.
Evet yine olmadı, yine planlarımdan tamamen saptım ve bambaşka şeyler yaptım. Sanırım en keyiflisi bu... Plansız, gönlünce yaşamak.

26 Nisan 2007 Perşembe

İlk yazı ve ben

Herşeyin ilki zor... Okulun ilk günü, tatilden sonraki ilk iş günü, yeni ayakkabıyı giymenin ilk günü ( mutlaka vurur çünkü ), yazı yazmanın ilk günü... Bloguma yazı yazmayı sürekli erteleyip durdum çünkü ne yazacağıma tam karar verememiştim. Bir sürü karalamadan sonra bu işi biraz daha uzatırsam blogumun kapatılacağını düşünüp oturdum bilgisayarın başına.
Aslında benim için oldukça zor bir iş bu çünkü ben bir teknoloji özürlüyüm. Teknolojik şeyler çok canımı sıkıyor ve onları mümkün olduğunca basit şekilde kullanıyorum. Cep telefonumu sadece mesaj atmak, birini aramak ya da arayana cevap vermek için kullanıyorum. Bilgisayarımı ise msn, maillerime bakmak ve daktilo niyetine kullanıyorum. Belki "e o zaman niye blog açtın?" dersiniz; bu soruya cevap olarak verilecek nedenlerden bir tanesi biraz olsun teknofobikliğimi üzerimden atmak. Hatta bu yolla çeşitli atraksiyonlar öğrenip olurda günün birinde renkli gözlü kıvırcık bir beye hava atabilir, "aman da bu kız neler biliyormuş" diyerek göz bebeklerinin kalp şekline dönmesine yol açabilirim.
Hayal işte! ama neden olmasın. Olumlu düşünüp gerçekleştiğini gözümün önünde canlandırmalı ve istemeliyim. Son günlerde herkesin kısık gözlerle mırıldanarak dolaşması şu "Secret" denen kitap+film yüzünden sanırım. Ben dahil herkes kitabı ikişer kez okuyup hayallerine nasıl kavuşacağını öğrenmeye çalışıyor. Gerçekten işe yarıyor mu yoksa 21.yüzyıl insanını gaza getirmenin yeni yöntemimi olduğuna daha tam karar veremedim ama bugün öyle birşey oldu ki eğer bu işte "secret"ın parmağı varsa helal olsun, kimse beni tutmasın.
Olay şu; geçen hafta Cuma öğleden sonra çok keyifli bir arkadaş toplantısında cep telefonum çaldı. Arayan üniversite sekreterimizdi ve benim Mayıs başında yapılacak bir toplantıda raportör olarak görevli olacağımı bildirmek için arıyordu. Ben ve raportörlük...başımdan aşağı kaynar sular döküldü; bütün keyfim kaçtı çünkü ben not alamam, birini söylediğini yazamam ve on senelik öğretmenlik hayatım boyunca bütün genel kurullarda bu işten bileğimin hakkıyla kaçmayı başarmışken şimdi alakasız toplantıda ben bu işi yapamam. Ne yapsam ne etsem de bu işten sıyrılsam diye düşünüp durdum ama baktım bir çıkış noktası yok "ne yapalım, görevdir, yapacağız" diyerek kaderime razı oldum ama bir yandan da kendi kendime bu iş için benim ve birkaç kişinin daha adını alanların bir şekilde bu işten vazgeçeceği hayalini kurdum.Veeee bugün Aysen hanıma ( bu toplantı için bizim ismimizi veren kişi ) toplantıyla ilgili bir haber var mı diye sorunca bana "Hocam sizin isminizi verdik ama size görev vermemişler "demez mi. Kollarımı açarak resmen kadının kucağına uçtum ve onu öpücüklere boğdum. Sabah sabah kadın feleğini şaşırdı. Artık rahatım ama dedim ya bu işte "secret"ın parmağı varsa sağolasın "secret". Şimdi gideyim de renkli gözlü, kıvırcığın hayalini kurayım.