cemreler düştü ya, artık köyüme yavaştan bahar gelmeye başladı (evet artık "köyümcüyüm"ben. sanki nerede unutulmuşlar, kenara itilmişler, kalbi kırılmışlar, yaralılar, kaçaklar var, herkes buraya toplanmış gibi. hepimiz birbirimize tutunmuşuz, farkına varmadan birbirimizden güç alıyoruz. sokulmuşuz birbirimize dünyanın geri kalanından korunuyoruz. burası bizim minik sığınağımız. ondan çok seviyorum artık köyümü. "köyüm de köyüm", bundan sonra böyle biline)
her zaman girne'ye giderken kullandığım sağında solunda ucsuz bucaksız tarlaların, otlakların bulunduğu yolun kenarındaki ağaçlar yavaştan çiçeklenmeye başlamış. adanın en güzel zamanları başlamakta. içimizdeki ağaçlar hala tomurcuklanamadı ama olsun. hani new age inanışların guruları hep diyorlar ya "zamanı gelmeden ağaçlar tomurcuklanmaz".... ben de bekliyorum işte içimdeki ağaçların dallarına bahar gelip tomurcukların çıtırtılarını duyacak mıyım acaba diye. hep bekliyorum zaten ben. sonsuz bir sabırla. bu kadar sabırlı olduğumu hiç bilmezken....neredeyse yarım asırdır nefes almakta olduğum şu dünya aleminde, her geçen gün bir özelliğimi farkedip hayretler içinde kalıyorum. son keşfim de bu; bekleme dünya şampiyonu aday adaylığı. hazır böyle bekleyeyazıyorken "keşke" dedim "yakınlarda bir manastır olsa da şöyle bir altı ay dünyadan elimi eteğimi çekebilsem. okuldan altı ay kafa izni alsam ama gerçekten kafa izni alsam. gitsem rektöre desem "benim kafam bozuldu, asfalyalarım atık, bak bedenim gidip geliyor, ağzım konuşuyor ders falan anlatıyorum, çocuklarla eğleniyoruz derslerde espri falan yapıyorum ama içim kan ağlıyor be rektör amca. bir salsan sen beni de ben bir koşu gidip bir manastıra kapansam. ekmek elden su rahibelerden biraz takılsam ben sessiz sedasız. kuş sesi dinlesem, su şırıltısı işitsem, izin verirlerse kitap okusam. manastırın avlusunda oturup ağaçlara baksam. bak bahar da geliyor, ne güzel. her gün dalların nasıl tomurcaklandığını izlerim işte fena mı. normalde göremiyoruz böyle şeyleri. sen farkediyor musun acaba rektör amca, ağaçların ne kadar sürede tomurcuklandığını sonra çiçek açtıklarını. ben göremiyorum valla. istanbul'dayken ne güzel her balkona çıkışta apartmanın önündeki ağaçları izlerdim; cemrelerden sonra bir anda yemyeşil oluverirdi dallar."
böyle kafamda deli deli konuşmalar ama biliyorum rektör amcanın iyi niyeti de bir yere kadar. o halde ben de kendi manastırımı kendim yaratırım diyorum. yaratıyorum da hakkaten. zaten kasım sonunda başlamıştım çalışmalara. evi boyatmıştım ya; ocak'ta istanbul'a gidince kalan üç beş eşyamı da yüklettim konteynıra getirttim buraya. kaç zamandır onları yerleştirmekle uğraşıyorum. yavaş yavaş, canım ne zaman isterse o zaman silip süpürüp yerleştiriyorum eşyaları. bir evi ev yapan halılarmış. makyaj yapınca nasıl ruju sürmeden hiçbir şey belli olmazsa bir yüzde, bir evde de halılar olmayınca bir eksiklik oluyormuş. halıları attım benim ev, "ev gibi ev" oldu sonunda. ha bir de tavanda avizeler olmayınca bir halta yaramıyor ev. pakistanlıların bekar evlerindeki gibi tavandan kordonla sarkan ampuller kadar beni sinir eden az şey var şu hayatta. onları da hallettim. artık hiçbir ampul kordonu meydanda baldırı çıplak sarkmıyor tavandan. yavaş ama emin adımlarla yarattım kendi manastırımı. sabah ya antreman ya da okul için çıkıyorum ne yapacaksam yapıyorum sonra koştur koştur sanki arkamdan atlı kovalıyormuş gibi kendimi manastırıma atıyorum. artık canım ne isterse onu yapıyorum. bazen canım kafa izni kullanıyor; böyle boş boş yatıp tavanı seyrediyorum. tavandaki çatlaklardan fal bakıyorum.
alelacele yaptığım kolileri boşaltır, eşyaları yerleştirirken, kaç zaman önce çerçevelediğim en sevdiğim çocukluk resmim çıktı karşıma. bir sürü çerçevenin içinde kaynamış, kolileri yaparken görmemişim. elimde civciv nasıl da mutlulukla gülmüşüm. o gülüşüme bakınca içim cız ediyor. "ah be canım" diyorum "nasıl da gülmüşsün öyle. elinde civciv var diye mutluluktan gözlerinin içi gülmüş. daha kimseler de kalbini kırmamış besbelli". o fotoğrafa baktıkça çok üzülüyorum. hiç koruyamamışım kendimi. hunharca kırsınlar diye atmışım kalbimi sonradan şeref yoksunu çıkanların önüne. onlar da boş beleş, sahipsiz, korumasız kalp var diye çat çut kırmışlar, yetmemiş bir de üstüne çıkıp tepinmişler. benim zavallı kalbim de kırık dökük, yara bere içinde zamanla tamir etmeye çalışmış kendini. tamir olmuş da. anka kuşu gibi hep doğmuş küllerinden. affetmiş hep ama bu sefer çok fena kırıldı. bir türlü toparlanamıyor. sanırım hiçbir tedavi işe yaramıyor. tıp çaresiz onun durumuna. böyle giderse dalış sezonu açılınca yanıma hiç ağırlık falan almama gerek kalmayacak, kalbimin ağırlığı yetecek dalarken kullandığım ağırlıkların yerine. üstüne gitmeyeyim diyorum. bırakayım kendi haline. halinden anlıyorum da ne yapabileceğimi bilmiyorum..."söz" diyorum "söz...bir daha seni kimsenin kırmasına izin vermeyeceğim. önce beni çiğnemeleri gerekecek. seni amazonlar gibi zeyna gibi koruyacağım canım kalbim. sen bir tanesin. hem zaten kendime kendimden başka kimseden fayda yok canım benim ama ah kalbim sen iyi olmazsan ben kendim kendime iyi gelemem ki. orkidelere nasıl mayalı, şekerli su veriliyorsa coşturmak için sana da usul usul, damardan şefkat versem işe yarar mı? o parçalar bir araya gelir mi? gelseler çok su sızdırırlar mı? kendi manastırımızın penceresinden arka taraftaki arazide ekili zeytin ağaçlarına baksak içimizde çiçekler açar, sen yine kendine gelir, sevebilir misin? ha ne dersin canım kalbim?".