13 Ağustos 2012 Pazartesi

bana hayalperest diyebilirsin

Yine ota boka ağlar oldum. Millet kapı gıcırtısına oynar, ben kapı gıcırtısına ağlarım. Öyle de ters bir kişilik bünyede yer kaplamakta. Dün akşam oturdum televizyonun karşısına olimpiyatların kapanışını seyredicem. Şöle bir düşündüm, ömrümde kaç olimpiyat geçti diye. Kabaca hesaplarsam 35 / 36 yaşımda olduğum göz önüne alındığında, her olimpiyatta dört senede bir yapıldığına göre bu demektir ki şu yaşıma kadar dokuz olimpiyat geçmiş. Bunlardan ne hatırlıyorsun derseniz, bir sürü sırıkla atlayan adam, yunus gibi serbest, kurbağa, sırt yüzen yüzücüler, rüzgar gibi koşan atletler, bir Sergei Bubka, bir Mark Spitz, bir Michael Phelps, bir Nadia Comaneci o kadar. Kabul bilinçli bir olimpiyat izleyicisi değilim. Ama yaşlanınca daha bir etrafında olup bitene dikkat kesiliyor. Oturup olimpiyatta hangi dalda ne yapılıyormuş, kim ne kadar altın almış, hangi sporcunun güçlü yönleri neymiş, daha önce nerde madalya almış diye gazeteleri şöle bir tarıyor insan. Bu sene olimpiyatları ciddi ciddi takip etmeye olay başlamadan karar vermiştim. Hem tatildi de, akşam annemde pineklerken televizyonda izlenecek daha iyi birşey yoktu. Ama kazın ayağı öyle olmadı. Anneme gidince, iftardan sonra sahile gidelim diye tutturdular ve her akşam iftar arkası içilen kahveleri takiben, sahildeki çakılların üzerine gece sandalye yerleştirilmek suretiyle oluşturulan çay bahçesinde oturup, gündüz deniz olan önümüzdeki koca karanlığa bakarak oturduk. Yine şunu anladım ki, insan yaşlanınca böle boş karanlıklara bakmak sıkıcı olmayabiliyor, bir süre sonra bir nevi meditasyon gibi geliyor, transa geçip, üç beş çakranızı açabilmeniz mümkün oluyor (eğer açmayı biliyorsanız, ben bilmiyorum). Neyse her ne kadar planladığım gibi olmasa da birkaç yüzme yarışını, Türk voleybol takımının maçlarının bir kısmını, Bolt'un 'Aaa Bolt koşuyo!' demeye kalmadan koşup, yarışı bitirip, rekor kırışını (hakkaten cümleyi söylemek adamın koşusundan uzun sürüyor.), takımdaşı Asafa Powell'ın hüzünlü bakışlarını (bak final koşusunda geride kalıp koşmayı bırakınca, onun için de ağladım. 'ah! adam koşamadı' diye.), erkekler kuleden senkronize atlama finalini gördüm. Bizzat televizyon karşısına oturup izlediğim müsabakalarda olsun, spor haberlerinde ya da spor programlarında denk geldiğimde olsun beni en çok etkileyen, yarışmacıların hemen antrenörlerinin yanına koşmasıydı. Müsabakada sırasını bitiren sonuç iyi de olsa kötü de olsa annesine sığınan yavru misali hemen antrenörüne koşup, bir sarılıyordu. Bu görüntüye de ağladım. Kimi antrenörün zaferle ve gururla sarılışını kiminin de 'boşver yaw! alt tarafı olimpiyat, koy götüne! Önümüzdeki olimpiyatlara bakalım!' dercesine, sporcusuna sarılışını izledim yüreğim burkularak. Böyle böyle onaltı gün geçti. Dün akşam muhteşem, olağanüstü, süper, harika kelimelerinin kifayetsiz kaldığı bir kapanış töreni izledim. Bu İngizler evet megalomanlar, evet az biraz sömürgenler ama kabul etmek lazım adamlar işi biliyor. Kendilerini en iyi şekilde nasıl pazarlayacaklarını biliyorlar. Hem açılışta hem de kapanışta İngiliz olan ne varsa önümüze serdiler. Gözlerimiz kulaklarımız bayram etti. Bütün töreni tüylerim diken diken izledim, istenirse nasıl da bir arada olunabiliyordu işte. Onun toprağı bunun toprağı diye birbirinin gözünü oymak yerine böyle hep birlikte kardeş kardeşe de birşeyler yapılabiliyordu. Aslında keşke her zaman dünyada olimpiyat ruhu hakim olsa. Evet bizim gibi düşünenlere hayalperest denilebilinir ama hiç olmazsa "Ölen birkaç Mehmet için meclisi toplayamayız" diyebilecek bir dolu şuursuza karşı herşey hayal etmekle başlar.

Hiç yorum yok: