18 Kasım 2015 Çarşamba

where is the water?

Geçen pazar Vodafone İstanbul marathonunda 10 kilometre koştum. 10K koşmak fena değildi de organizasyon bir felaketti. Sabah en geç dokuzda Altunizade'de Boğaz köprüsünün ayaklarının orada olmamız söylendi, biz erkenden gittik yerlerimizi aldık. Sadece biz değil orada çeşitli yardım derneklerinden bir sürü kişi, İstanbul halkının ben diyeyim dörtte ikisi siz diyin dörtte üçü koşmak, yürümek, piknik yapmak, selfie çekmek, evlenme teklifi etmek, "ana ana ana leeeyyynnn, oğlum bu köprü fena sallanıyooere!' demek için bekliyordu. ancak bu güruhun içersinde "köprüde selfie çekmek isteyenler" sosyal yardımlaşma ve dayanışma derneği mensupları açık ara öndeydi. Bir nevi Vodafone Boğaz Köprüsünde Selfie marathonu oldu desek yalan olmaz.



09:05'de start alacağımız söylendiği halde başlamamız 09:30'u buldu. Koşunun başlangıç parkuru, köprünün üstüne serilen vatandaşlar ya da "koşmak ne yaaeee!!!" diyerek yürümeyi ve etrafına bakınmayı tercih eden insanımız sayesinde koşmaktan çok judo, tekvando ya da jui jitsudan oluşan triatlon kıvamındaydı. Bir yandan koşup bir yandan da sağdan soldan gelen yayaları ekarte etmeye çalışmak, tam hızlanacakken aniden önünüzde duran sarmaş dolaş olmuş çiftleri sert bir manevrayla çalımlamak zorunda kalmak gerçekten çok zordu ama sonunda sağ salim arkamızda ölü ya da yaralı bırakmadan vardık Beşiktaş sapağına. Oradan sonrası koşunun en keyifli kısmıydı, hele Barbaros'a gelip, o yokuştan aşağıya kendimizi koşunun rüzgarına kaptırıp soluğu önce Kabataş'ta sonra da Eminönü'nde finish çizgisinde aldık.


Organizasyon klasik Türk işi (göstermelik, plansız programsız, bölük pörçük) ama İstanbul, Altunizade'den Eminönü'ne kadar trafiksiz mükemmeldi. Genlerime kadar temiz hava ile doldum; finish çizgisine, hiç durmadan 10K koşmanın ve gönüllerin birincisi olmanın haklı gururu ile vardım. Gözlerim doldu mu? doldu valla ne yalan söyleyeyim hatta koltuklarım kabardı sonrasında da kocaman bir gülümsemeyle kaplı yüzümü güneşe dönüp vapurun rüzgarında terimi soğuttum.
Bu marathon bitti, bundan sonraki hedefimiz uluslararası arenada gönüllerin birincisi olmak.

*Başlık, koşu sırasında Nestle'nin parkur kenarından uzattığı suları almak için hamle yapan arkadaki bir koşucudan duyduğum bir soru.

12 Kasım 2015 Perşembe

vicky





Küçükken hiç kaçırmadan izlediğim çizgi filmdi Vicky the Wiking. Koca koca adamların çözüm bulamadığı sorunlara Vicky hemen çözüm buluverir, herkesi kendine hayran bırakırdı. Bir de sevinince koşar havaya şıçrar ve iki ayağını yandan birbirine vururdu. Bugün de benim okulun kampüsünde koşturup havaya sıçrayıp ayaklarımı havada birbirine vurasım vardı çünkü evlat edinme prosedürlerinin ikinci ayağı ev ziyaretine gelecekler yakında, büyük ihtimalle haftaya.
Maceramızın son bölümünde (değerli seyirciler / okuyucular)iki hafta önce evraklarımı teslim edip bir dizi ahret sorusuyla sorgulanıp, "bu daha başlangıç, devamı misliyle gelecek" diye nitelendirilebilecek diğer prosedürler hakkında bilgilendirilip okunacak üç kitap ödevi verilerek eve postalanmıştım. O gün bugündür ne arayan vardı ne de soran. Tabii bir karga klasiği olarak ben kendi kendime bu sessizliği kötüye yorup, dosyamı kapattıklarını, bu işin "daha başlamadan bittiğini, zaten benim neyime ki, ben kim oluyorum ki" gibi bir dizi cümleyi ardı ardına kendi kendime sıralayıp, ev ahalisine (bay köfte ve kara kıza; misket bey karizmatik, o pek ilgilenmiyor bu işlerle) dert yanıp duruyordum. İşin kötüsü bizim okulda daha önce evlat edinmiş olan arkadaşımla konuştuğumda bundan sonraki prosedürlerin çok yavaş ilerlediğini, kendisinin bütün işlemlerinin bitmesinin iki yılı aldığını duyunca, takvimi elime alıp oturup kabaca bir hesap yaptım, bu işler böyle kağnı hızıyla giderse bana anca gelse gelse onsekiz yaşında bir çocuk gelir; "hazır burada büyümüşü var sen al bununla ilgilen" derler diye düşünüp, bir de üzerine oturup ağladım (onu da kendi kendime kimselere göstermeden yaptım ki sevmem ağladığımın görülmesini).
Artık nedendir bilmiyorum bugün olaylara müdahele etme genim devreye girip, "kızım kendi kendini yiyeceğine aç telefon, hazır bahanen de var; başka ilden evlat edinmek istemem demiştin, konuştun ya okuldaki başı büyüklerle, dediler ya sana; "aaaa olur mu sana haber gelince iki gün içinde o şehre intikal etmen gerekince biz sana izin veririz dediler ya, 'fizanda da olsa gider alırsın o bebeği hem fizanı da gezersin fena mı?' dediler ya. İşte aç telefonu ben 'fizanda da olsa gidicem o bebeği görücem' de işte hem de bu arada üç numaralı şirin çiko sesinle 'hani bana çaya gelecektiniz, noldu o iş?' diye de sor, bastır, durma, yürü be koçum, kim tutar seni!' diye kendi kendime gazı verince, açtım telefonu. Üç numaralı çiko sesimle hal hatır üç beş, fizan meselesine giriş derken eve ziyarete bağladım. "Hani bana da gelecektiniz?" demeye kalmadı, benim dosya ile ilgilenen G. hanım; "ben de sizi arayacaktım zaten, size geleceğim bu aralar" diyince Sultan filminde evlenme teklifi Sultan tarafından kabul edilen Bulut Aras gibi sevinç nidaları atarak rektörlük katını turlayasım geldi ama onun yerine okul çıkışı soluğu spor salonunda alıp 10K'cık koştum. İyi de oldu haftasonu pazar günü yarış var. Zira ben bu gazla ipi de göğüslerim belki belli mi olur.

3 Kasım 2015 Salı

hadi

Uyanıyoruz işte bize ayrılan sürenin sonuna gelmediysek eğer ve her uyanış yeni bir başlangıç el değmemiş.

Her sabah uyanınca ben, yatak odamın camından karşı apartmanın üstünde gökyüzüne asılı Lucifer (Sabah yıldızı) ile selamlaşıyorum. "Günaydın! günün güzel geçsin" diyoruz birbirimize göz kırpıp. Bu sabah da bakıştık birbirimize "hadi" dedi bana "üzme kendini bu kadar, yılmak yok öyle ya da böyle yola devam. hem sen işler karışınca kendine demez misin hep 'panik yok, sakin ol' diye, işte o hesap sakin ol. her şey hallolur, olmazsa bile ne olursa olsun ayağa kalkıp mücadele etmek lazım, ne olursa olsun sen pes etmezsin ki."

Sonra karşıma bu yazı çıktı, Diken'den Hürrem Sönmez yazmış: "Yılgın değiliz çünkü yalnız
olmadığımızı biliyoruz".

"Aşktan ve ayrılıktan konuşuyorduk bir gün bir arkadaşımla; sonunda  kaybetmenin acısını yaşadığımız ve kalan hayatımıza kalbimizde derin bir kesikle devam etmek zorunda kaldığımız türden aşklardan.
Hikayesi son derece trajikti, sevdiğini kaybetmenin en ağır ve zorlu haliydi çünkü başına gelen. “Peki” dedim, “Zamanı geri alma şansın olsaydı onu hiç tanımamış, dolayısıyla bu mutluluğu ve sonrasında gelen bu acıyı da hiç yaşamamış olmayı tercih eder miydin?” Bir an bile tereddüt etmeksizin, “Hayır” dedi:  “Asla! Aksine aynı şekilde sonlanacağını bile bile onunla bir yıl daha yaşamak için kalan ömrümü feda ederdim.”
Bu cümledeki iddianın keskinliği bunun zaten mümkün olmadığını bilmekten kaynaklanabilir. Önemli değil, payımıza düşen bilgi değişmez. Hayata anlam katan insanlar bir dirhem bal için kırk çeki odun çiğnemeye razı olanlardır, tek bir gülüş için bir ömrü feda etmeye hazır olanlar.

Buna göre kurgulayacağız hayatı

Sabah uyandığımda garip bir şekilde bu konuşma geldi aklıma. Epey bir kısmımızın üzgün, bedbin, ‘Evet şimdi nereden devam ediyoruz’ diye düşünerek uyandığı bir sabahtı bu.
Dünyanın başka bir yerinde doğmuş olsaydık, belki başka türlüsüne uyanabilirdik evet; tertemiz bir sokakta, ağaçlara baktığımız, taze bir sonbahar havasını içimize çekip gülümseyerek yürüdüğümüz, köpeğini gezdiren yaşlı mutlu insanları, parkta müzik dinleyerek koşanları seyretttiğimiz bir sabah olabilirdi bu örneğin, ama değil. Olmadığına göre buna göre kurgulayacağız hayatı.
Öğrendik ki mutluluk bir andır, mutsuzluk ise uzun bir yol, ya da şairin dediği, “Bir kasaba meyhanesi.” Bizimki gibi bir ülkede yaşamanın tarihine dönüp baktığımızda, uzun  yatay keder çizgileri arasında parlayan nokta kadar yıldızlardır mutluluk dediğimiz.

Hacca giden karınca misali

8 Haziran sabahını hatırladım bu yazıyı yazarken. Güneşin doğuşunu izlemiştim pencereden. Yüzümüzde bir tebessüm, içimizde bir kıpırtıyla gelen bir sabahtı…
Bütün mutsuzluklardan, sıkıntılardan ve hüsranlardan bize yıldız gibi parlayan anlar kalır. Tarihin akışını da o anlar değiştirir, yaşarken her zaman anlamasak da. O anlar içindir ‘uzun ve istikrarlı mutsuzluğumuz.’ Hayatta aksinin de mümkün olduğunu bildiğimiz içindir.
Kendi payıma hiç tatmadan ve yaşamadan, hiç öğrenmeden geçip gitmektense, ne olduğunu bildiğim ve yaşadığım bir şey için mücadele ederek gitmeyi, onun ezasına da katlanmayı tercih ederim. Hacca giden karınca meselini bilirsiniz: “Bu topal ayağınla sen kim çölü geçip hacca gitmek kim” demişler, “Olsun” demiş o da, “Gidemesem bile yolunda ölürüm.”
Bugün böyleyiz evet, ama yılgın değiliz, çünkü ‘başka türlüsünün de mümkün olduğunu’ bilecek kadar şey yaşadık. Yılgın değiliz, çünkü yalnız olmadığımızı biliyoruz. Kederli olabiliriz evet, keder de insan içindir. Ama ‘Hayalgücü iktidara’ demeye devam edeceğiz. Başka yolu yok.

‘Karşı Kıyı’

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Çetin Altan’ın eski bir yazısı vardır, ‘Karşı Kıyı’yı anlatan. Ondan alıntı yapmak istedim bugün…
“Kimi sırtına taktığı kanatlarıyla uçar gibi oluyor, ötekiler ‘Uçuyor, uçuyor’ diye bağırırken, dizüstü yere yuvarlanıyordu. Kimi kıyıdan bir koşu tutturuyor, sonra aşılmaz bir kayayla karşılaşıp süklüm püklüm geri dönüyordu.
Bazıları da karşı kıyı üstüne düşler kuruyorlardı. Hiç çalışma yoktu orada, acı yoktu, ölüm yoktu. Mevsim hep bahar, rüzgar hep ılık, aşıklar hep mutluydu. Göğüslerde, umutlu ve özlemli bir nefes dolaşıyordu:
– Ah, bir geçebilsek karşı kıyıya, diye…
Acaba gerçekten karşı kıyı var mıydı?
Belki vardı, belki yoktu…
Belki karşıda da bir yığın insan, çürüklük yaşından önce, bu kıyıya geçmek için, yüzmeye, uçmaya, kıyıdan bir yol bulmaya, bataklığı kurutmaya çalışıyordu.”
Bir karşı kıyı yoktur belki, bilmiyoruz, ama biz varlığına inanmışız ve o karşı kıyının yolunda nokta gibi parıldayan yıldızlar, mutlu anlar görmüşüz. Varsın karşı kıyı olmasın ne fark eder, sırf o anlar için bile inanmaya değmez mi…."

Umutlarımın, hayallerimin ve dileklerimin sıcak süte batırılmış un kurabiyesi gibi dağılmasına izin vermiyorum.
Arabayı duvara çarpma ihtimalini bir süreliğine rafa kaldırıyorum.

2 Kasım 2015 Pazartesi

bittim

"enseyi karatmayın!!" olduuu

"güzel günler göreceğiz" hı hı hı oldu canım başka

"mücadeleye devam,inadına barış" öyle miiii! nerede bu mücadele? benim evin salonunda mı,olur bu akşam biraları alın gelin o halde!!

Şimdi baş parmağınızı işaret parmağınız ile orta parmağınız arasına sokup elinizi bileğinizden döndürüp yüzünüze çevirin. Evet bu size / bize son onüç senedir yapılanların işaretidir ve yukarıda girişte yazdıklarımı da biz azınlıkların kendi kendini rahatlatma, gaza getirme ya da bir nevi mastürbasyonu olarak düşünün.
Bilmiyorum neyse ne ama ben bittim. Dün sabahın köründen beri sandık başlarında uğraşıp daha biz okuldan çıkmamış ve sandıkları teslim etmemişken atılan zafer nidalarını duyduğumdan beri çaresizim, fena halde umutsuzum, yalnızım ve tükeniğim. Hiç bir şeyle ilgili umudum, isteğim ve inancım kalmadı. ruhum bedenime o kadar ağır geliyor ki dün akşamdan beri vücudum çökük, zorla yürüyorum zira ruhumu taşıyamıyorum. Varolmanın dayanılmaz ağırlığı ağır geliyor omurgama. Ağlayamıyorum bile, katıldım kaldım.

Herkes gitmekten bahsediyor, onların gidebilme ihtimalini seviyorum ve bir kenarda durup kollarımı kavuşturmuş izliyorum onların gidebilme ihtimallerini, evet biraz imrenerek biraz da merakla. Yolları açık olsun diyorum ve bu sabah bulduğum bir Kavafis şiirini armağan ediyorum onlara:

'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim,' dedin
'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı
karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma -
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

Kavafis

Onlar gidebilme ihtimallerini konuşurken ben arabamı duvara nasıl çarparım da kendimi atomlara bir daha birleşmeyecek şekilde nasıl ayırırımın hesabını yapıyorum.
O kadar bittim işte ben...