26 Eylül 2012 Çarşamba

bu aralar





Bu aralar ailecek, birden bire pattadak hayatımıza giriveren Köfte bey'li yeni hayatımıza alışmaya çalışıyoruz. Hepimiz için Köfte bey'li bu hayat yeni. Kedilerin dilini çözdük. Gak diyorlar getiriyoruz mamalarını, guk diyorlar veriyoruz sularını. Mırmırlarının tonlamalarından keyifliler mi keyifsizler mi biliyoruz. Ama henüz Köfte bey'i çözemedik. Garibim pek sesli bir bey de değil kendileri. Şimdilik kapının arkasını kendine mesken tuttu. Bir kenara kıvrılıp, bütün gün uyuyor. Ne zaman "Hadi, Köfte attaya gidiyoruz!" diyoruz o zaman ayağa kalkıyor. Onun dışında ağzı var dili yok köpeciğimin. Anlayacağınız kediler ve biz ailemizin yeni ferdini tanımakla meşguluz. Bu aralar bizde macera çok.

14 Eylül 2012 Cuma

hayat devam ediyor (mu?)


Yine geldi Eylül. Haziran'dan bakınca Eylül'e varması pek uzak bir ihtimal gibi gözüküyordu ama o tatil bu tatil derken koskoca bir yazı daha devirdik ve yine fonda Alpay hafiften hafiften "Eylül'de Gel" şarkısını mırıldanmakta.
Geçen haftadan beri yeni veliler yeni öğrenciler, heyecanla ellerinde kayıt evrakları, bir üniversiteyi kazanmanın haklı gururu ile yeni bir hayata başlamanın bilinmezliğinin verdiği tedirginlik içinde girdiler yine okulun kapısından. Her zamanki Eylül telaşı hüküm sürmekte ofiste ve okul genelinde. Oysa benim içimde hiç öyle yeni dönem heyecanı yok. Kaç gündür zorluyorum kendimi ama çık! bana mısın demiyor, heyecanın h si yok içimde. Hatta o kadar sıkılıyorum ki birkaç gündür yıllardır uğramayan kalp çarpıntılarım başladı yine. Tansiyonum mu yükseliyor nedir, bilmiyorum, önce bir boğazım sıkılıyor gibi oluyor sonra baş ağrısı sonra kalp çarpıntısı. Acaba panik atak mı? Neyse ne yine başlıyoruz işte.
Okulda böyle ortalık karışıkken, evde yine klasik Eylül temizliğimi yapıyorum. Evde ne kadar dolap varsa hepsini indiriyorum, düzenliyorum. Taaaa ne zamandır dolapların içine gelişi güzel atılmış şeyleri düzenliyorum. Ailem genişledi, onların yeni eşyaları geldi, onları yerleştiriyorum. Kısacası evi öyle bir dağıttım ki toparlayamıyorum.
Eylül geldi, hava serinledi, okullar açıldı, evimize yeni bir düzen geldi...İşte böyle tıngır mıngır bizim hayat devam ederken, başka yerlerde mesela Afyon'da bir anda neden ne olduğu bilinmezken oğlunu, kocasını, nişanlısını, yavuklusunu kaybedenler için ya da yeni bir hayat uğruna açık denizlerde umut ararken eşini sevdiğini kaybedenler için, muhtemelen altın arayacak alan yaratmak için yeni arazi açmak uğruna yakılan kızılçam ormanlarının yakınlarında yanan tarla sahipleri ve bunlar gibi binlerce insan için de hayat devam ediyor mu acaba? Sanmam...bu hayatta zaman herkes için farklı şekillerde işliyor. Kimine hayat neşeli bir şarkı ya da sürükleyici bir roman tadında ilerlerken kimine hayat karpuz gibi tane hesabı yapılan ölümlerden ibaret.
Bilmiyorum, herkes kendi hayatını yaratır derlerken ne kadar haklılar acaba. Biz mi hayatımızı yaratıyoruz yoksa hayat devam ederken bizi mi yaratıyor? Ama bildiğim tek birşey var o da alıp başımı gitmek için içimde dayanılmaz bir istek olduğu.

4 Eylül 2012 Salı

keşke hep ferdi çalsaydı

Bugün seneyi devriyesi babamın. Kabul artık eskisi kadar canım acımıyor ama özlemi ve boşluğu hiç bitmedi. Hala ve tabii ki ben ölünceye kadar hayatım yarım kalmış bir şekilde devam edecek. Gençken hadi gençken demeyeyim daha henüz yaşını başını almış kategorisinde sayılmam; çocukken diyeyim, ölümü düşündüğümde hep annemle babamdan sonra ölmek isterdim; sırf onlar öldükten sonra yalnız kalmayayım diye. Neyse her zamanki gibi planlar tutmadı.
Geçen hafta havadan gelen tatile çıktığım zaman başladım Mahir Ünsal Eriş'in "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde..." kitabını okumaya. Uzun zaman kitapçılarda görüp burun kıvırdıktan sonra orda burda okuduğum birçok olumlu yorumun ardından deyim yerindeyse koştura koştura gittim aldım kitabı. İyi ki de yapmışım. İçinde yer alan çok sade, basit ama bir o kadar da akıcı bir dille yazılmış hikayeleri okurken çocukluğuma döndüm. Yazarın başından geçenlerin çok benzeri benim de başımdan geçti. İçim buruldu, büyümüş olmanın acısı çöktü içime. Hiç adetim olmamasına rağmen kitaptaki birçok cümlenin altını kocaman kalın çizgilerle çizmek istedim. O kadar içten ve hani "hislerime tercüman oldu" denilen türde cümlelerdi bunlar.
Pek de birşeyin farkında olmadığımız, o tasasız, mutlu, neşeli, bilinmezliklerin içimizi bulandırmadığı ve en önemlisi de ailecek hep bir arada olduğumuz zamanlar olduğu için değerlidir çocukluk ve bu kitap okuyanı o aslında unutmak istemeyeceğinin farkında olmadan unuttuğu çocukluğuna götürdüğü için güzel bu kitap. İnsana annesi, babası, kardeşi ile birlikte olduğu ve tasasız kahkalarını patlattığı günlere götürdüğü için güzel.
"...haftanın yedi günü, en çok annemi özledim  o zamanlardan bu zamanlara kadar. anne ne güzel şey...Ben çocukluğumdan beri, hayatı annemin ölümüne kadar sanmışım, onu anladım ben de.(...) Şu ağzı burnu yumruklanası 'ölenle ölünmüyor' cular olmasa, farkına bile varmayacaktım annem ölünce, hepimizin ölmüş sayılmadığının."
Böyle yazmış yazar "kadınlar hep olmadık zamanlarda" isimli öyküsünde. Babanın ölümünde ise hayatı yarım kalıyor insanın, bitmeden önce. Keşke hayatımızın sonuna kadar evimizde bangır bangır ferdi çalsa ve biz hiç büyümeseydik.