Ben planlarımla bir bütünüm... her sabah plan yapar ve ne yazık ki bütün planladıklarımdan tamamen farklı ya da bir kısmını gerçekleştirebilmiş bir şekilde yaşarım günümü. Koskoca 30 yıl geçti ben hala günü yaşamayı ve işleri oluruna bırakmayı öğrenemedim. Bu haftasonu da yine böyle planlanıp da tamamen farklı şekilde yaşanan bir haftasonu oldu benim için.
Öncelikle cumartesiden başlamalı...Cumartesi her zaman olduğu gibi sabah derse gittim; İngilizce öğrenme aşkıyla yanıp tutuşanların ateşini söndürüp öğlene doğru eve döndüm. Biber'imin ( iki aylık siyah beyaz yavru kedim ) dördüncü aşısı vardı, gittik veterinerin muayenehanesini dağıtıp çıktık ( Biber'in veteriner maceraları bambaşka bir yazı konusu kanımca ). Bir yandan Biber'i sakinleştirmeye çalışıp bir yandan da "eve gidince önce semizotu mu pişirsem yoksa enginar mı" diye düşünürken Kuzguncuk'tan bir arkadaşım aradı. Biber'i eve attığım gibi Kuzgun'a gittim. Tabii ne enginar ne semizotu pişti. Gece bir gibi yatarken benim planım hazırdı; sabah kurstan sonra spora filan gidilmeyecek, saat üçte AKM'deki "Amadeus " oyununu izlemeye gitmeden önce semizotu pişecek ve eve oyalanmadan dönülüp çevirinin başına oturulacaktı. Kendime bu plana uyacağıma dair verdiğim kocaman bir sözle gönül rahatlığıyla uyudum.
Sabah kurs kısmına kadar herşey yolunda gitti. Eve gelince Sndrfknella'yı aradım. "Amadeus'la buluşmaya kaçta gidelim ? " demekti niyetim ama bir yandan da aklım saat 14'te Cağlayan'da yapılacak mitingteydi. Arkadaşlarımın birçoğu oraya giderken benim sanatsal faaliyet yapacağım tutmuştu. Telefonu açar açmaz bizim nereye gideceğimiz belli oldu. Sndrfknella'nın sesinin tonundan aslında ne yapmak istediğimiz belliydi. Yirmi dakika içinde yola çıktık; istikamet "Cağlayan". Üsküdar'dan belliydi gerçekten kalabalık olacağı, ellerinde bayraklar bir sürü insan Kabataş motoru için sıra beklemekteydiler. Metro'ya varınca gözlerime inanamadım; her yaştan bir sürü kırmızı beyazlı kıyafetler giymiş insanlar ellerinde bayraklarla akın akın meydana koşmaktaydılar. İçimi tarifsiz bir gurur ve sevinç kapladı. "Demek ki" dedim "hala bir şeyler yapabiliriz, hiçbirşey için geç değil. Tepki gösterebiliyoruz ve birşeylere tepki gösterebilecek yürekli insanlar var bu topraklar hala."diye düşündüm, içim umut doldu.
Alana vardık diyebilir miyim bilemiyorum çünkü o kadar yoğun bir kalabalık vardı ki başı nerde sonu nerede bilemedik. Ne yapsak acaba derken bir anda önümüzde biten üç; ikisi genç, birininde gönlünün genç olduğunu tahmin ettiğim beylerin arkasına takıldık, zira iyi yol açıyorlar, aralardan kayıp gidiyorlardı. Onlardan umutluydum, bizi konuşmaların yapılacağı yere götüreceklerdi ama heyhat onlarda başaramadı, bir yerde kaldılar. Hava sıcak, iki saattir yürüyoruz ve acıkmaya başlamışız, E.A'nın üçüncü şarkısından sonra dönüş yoluna geçtik. İşte macera böyle başladı.
Kalabalık o kadar artmıştı ki geldiğimiz yoldan dönmemiz artık mümkün değildi. Bir şekilde kendimizi bir okulun bahçesinde ve bahçe duvarına merdiven dayamış, yukardaki parmaklıkların arasından geçmek için sıra bekleyen amcaların arasında bulduk. Evet yurdum insanı yine yapacağını yapmış koca göbekleriyle parmakların arasında sıkışıp kalmayı göze alarak dönüş yolunu bir şekilde kısaltmanın yolunu bulmuştu. Eh bizde bu fırsatı kaçırmadık tabii. Başarıyla gerçekleşen parmaklık operasyonundan sonra metroyu bulduk. Vagonlar o kadar doluydu ki yer bulamayıp bir sonrakini beklemek zorunda kalacağımız endişesiyle kendimi bir vagona atıp Sndrfknella'ya da "Ben buna biniyorum" diye bağırdım. Tam ben başımın çaresine bakıyorum sen ne yaparsan yap havası oldu (ki hiç böyle şey yapmam, yorgunluktan kendimi şaşırdım ), sevgili arkadaşım biran ne yapacağını bilemedi benim olduğum tarafa kendini zor attı. Taksim'e vardığımızdaysa alternatif bir miting yapılmakta, "saat yediye kadar dağılmazlar ve bunların içinden bir manita yapamazsam dalarım ağbi ben bunlara" bakışlı polislerin gölgesinde bir grup haykırmaktaydı: "Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana!!!!".
Ayaklarımızı artık hissetmememize ve ayakta durmaktan ağrıyan bellerimize rağmen İstiklal'de yürümenin çekiciliğine dayanamayıp ( bi de tramvay bekledik bekledik gelmedi ) Tünel'e kadar yürüdük. Kave'de oturup salata ve "Kızgın Tavuk"tan oluşan menümüze eşlik eden biraları yuvarlayınca keyfimiz katlandı. Ağı ağır dönüşe geçtik, yol üstünde adını hatrılayamadığım bir dondurmacıdan aldığımız koskoca dondurma toplarını yalaya yalaya dolmuşlara kadar yürüdük.
Ama bir de ne görelim dolmuş sırası neredeyse Taksim meydanına varacak, o kadar dolu. B planı; taksiiii!!!!!
Biner binmez "kesin bize kamera şakası yapıyorlar" dedim kendi kendime çünkü direksiyonda Ankaralı Turgut amca oturmaktaydı. Bıyık desen aynı bıyık, giyim kuşam desen aynı kumaş pantalon ve kravat. Bizim "Beşiktaş'a" gitme arzumuzu kaale aldığından bile emin olamadım çünkü sanki biz yokmuşuzcasına telefonda, Sndrfknella'ya göre bir akrabası bana göre ise nişanlısını ( sağ elinin yüzük parmağı kanıt ) aldattığı bir bayanla siz deyin on beş ben diyeyim yirmi dakika hararetli hararetli konuşuyordu, anlaşılan mesele önemliydi. Yol boyunca olayın ne olduğunu öğrenmeye vakıf olamadım hatta Beşiktaş'a gelince konuşmanın devamını öğrenebilmek için "Abi sür Ortaköye" diyesim geldi ama heyhat akşam olmakta ve pişmemiş semizotu beni beklemekteydi.
Yorgun argın kendimizi motora attığımızda ise bizi "fönlü saçlarımı vapurun rüzgarında savururum" kızlar karşıladı. Muhtemelen güzel geçmiş, bol bol nazlanılmış, keyifli bir buluşma sonrasının kritiğini yapmakta ve motorun en rüzgar alan kısmında sigaralarıyla birlikte saçlarını da tutuşturmaya gayret eden iki genç kız önce bana birşey ifade etmedi ama yorgunluktan başımı öne eğerken kızlardan birinin ayaklarının sivri ayakkabısının önünü doldurmaya yetmediğini ama nedense parmaklarının -nasıl olupta-birbirinin üstüne bindiğini anlamadığım o garip duruş gözüme çarptı. Şimdi bu size birşey ifade etmeyebilir ama önü boş sivri burun ayakkabıda büzüşmüş, birbirinin üstüne binmiş parmaklar görüntüsü inanın komik oluyor, bu yüzden Sndrfknella ve ben -belki yorgunluktan bilmiyorum- uzun bir süre buna güldük.
Sonunda sağ salim, hem böylesine coşkulu ve güzel bir mitinge katılarak bir şekilde bir şeylere tepkimizi gösterebilmenin hem de güle oynaya gönlümüzce bir gün geçirmenin keyfiyle evlerimize vardık.
Evet yine olmadı, yine planlarımdan tamamen saptım ve bambaşka şeyler yaptım. Sanırım en keyiflisi bu... Plansız, gönlünce yaşamak.
30 Nisan 2007 Pazartesi
26 Nisan 2007 Perşembe
İlk yazı ve ben
Herşeyin ilki zor... Okulun ilk günü, tatilden sonraki ilk iş günü, yeni ayakkabıyı giymenin ilk günü ( mutlaka vurur çünkü ), yazı yazmanın ilk günü... Bloguma yazı yazmayı sürekli erteleyip durdum çünkü ne yazacağıma tam karar verememiştim. Bir sürü karalamadan sonra bu işi biraz daha uzatırsam blogumun kapatılacağını düşünüp oturdum bilgisayarın başına.
Aslında benim için oldukça zor bir iş bu çünkü ben bir teknoloji özürlüyüm. Teknolojik şeyler çok canımı sıkıyor ve onları mümkün olduğunca basit şekilde kullanıyorum. Cep telefonumu sadece mesaj atmak, birini aramak ya da arayana cevap vermek için kullanıyorum. Bilgisayarımı ise msn, maillerime bakmak ve daktilo niyetine kullanıyorum. Belki "e o zaman niye blog açtın?" dersiniz; bu soruya cevap olarak verilecek nedenlerden bir tanesi biraz olsun teknofobikliğimi üzerimden atmak. Hatta bu yolla çeşitli atraksiyonlar öğrenip olurda günün birinde renkli gözlü kıvırcık bir beye hava atabilir, "aman da bu kız neler biliyormuş" diyerek göz bebeklerinin kalp şekline dönmesine yol açabilirim.
Hayal işte! ama neden olmasın. Olumlu düşünüp gerçekleştiğini gözümün önünde canlandırmalı ve istemeliyim. Son günlerde herkesin kısık gözlerle mırıldanarak dolaşması şu "Secret" denen kitap+film yüzünden sanırım. Ben dahil herkes kitabı ikişer kez okuyup hayallerine nasıl kavuşacağını öğrenmeye çalışıyor. Gerçekten işe yarıyor mu yoksa 21.yüzyıl insanını gaza getirmenin yeni yöntemimi olduğuna daha tam karar veremedim ama bugün öyle birşey oldu ki eğer bu işte "secret"ın parmağı varsa helal olsun, kimse beni tutmasın.
Olay şu; geçen hafta Cuma öğleden sonra çok keyifli bir arkadaş toplantısında cep telefonum çaldı. Arayan üniversite sekreterimizdi ve benim Mayıs başında yapılacak bir toplantıda raportör olarak görevli olacağımı bildirmek için arıyordu. Ben ve raportörlük...başımdan aşağı kaynar sular döküldü; bütün keyfim kaçtı çünkü ben not alamam, birini söylediğini yazamam ve on senelik öğretmenlik hayatım boyunca bütün genel kurullarda bu işten bileğimin hakkıyla kaçmayı başarmışken şimdi alakasız toplantıda ben bu işi yapamam. Ne yapsam ne etsem de bu işten sıyrılsam diye düşünüp durdum ama baktım bir çıkış noktası yok "ne yapalım, görevdir, yapacağız" diyerek kaderime razı oldum ama bir yandan da kendi kendime bu iş için benim ve birkaç kişinin daha adını alanların bir şekilde bu işten vazgeçeceği hayalini kurdum.Veeee bugün Aysen hanıma ( bu toplantı için bizim ismimizi veren kişi ) toplantıyla ilgili bir haber var mı diye sorunca bana "Hocam sizin isminizi verdik ama size görev vermemişler "demez mi. Kollarımı açarak resmen kadının kucağına uçtum ve onu öpücüklere boğdum. Sabah sabah kadın feleğini şaşırdı. Artık rahatım ama dedim ya bu işte "secret"ın parmağı varsa sağolasın "secret". Şimdi gideyim de renkli gözlü, kıvırcığın hayalini kurayım.
Aslında benim için oldukça zor bir iş bu çünkü ben bir teknoloji özürlüyüm. Teknolojik şeyler çok canımı sıkıyor ve onları mümkün olduğunca basit şekilde kullanıyorum. Cep telefonumu sadece mesaj atmak, birini aramak ya da arayana cevap vermek için kullanıyorum. Bilgisayarımı ise msn, maillerime bakmak ve daktilo niyetine kullanıyorum. Belki "e o zaman niye blog açtın?" dersiniz; bu soruya cevap olarak verilecek nedenlerden bir tanesi biraz olsun teknofobikliğimi üzerimden atmak. Hatta bu yolla çeşitli atraksiyonlar öğrenip olurda günün birinde renkli gözlü kıvırcık bir beye hava atabilir, "aman da bu kız neler biliyormuş" diyerek göz bebeklerinin kalp şekline dönmesine yol açabilirim.
Hayal işte! ama neden olmasın. Olumlu düşünüp gerçekleştiğini gözümün önünde canlandırmalı ve istemeliyim. Son günlerde herkesin kısık gözlerle mırıldanarak dolaşması şu "Secret" denen kitap+film yüzünden sanırım. Ben dahil herkes kitabı ikişer kez okuyup hayallerine nasıl kavuşacağını öğrenmeye çalışıyor. Gerçekten işe yarıyor mu yoksa 21.yüzyıl insanını gaza getirmenin yeni yöntemimi olduğuna daha tam karar veremedim ama bugün öyle birşey oldu ki eğer bu işte "secret"ın parmağı varsa helal olsun, kimse beni tutmasın.
Olay şu; geçen hafta Cuma öğleden sonra çok keyifli bir arkadaş toplantısında cep telefonum çaldı. Arayan üniversite sekreterimizdi ve benim Mayıs başında yapılacak bir toplantıda raportör olarak görevli olacağımı bildirmek için arıyordu. Ben ve raportörlük...başımdan aşağı kaynar sular döküldü; bütün keyfim kaçtı çünkü ben not alamam, birini söylediğini yazamam ve on senelik öğretmenlik hayatım boyunca bütün genel kurullarda bu işten bileğimin hakkıyla kaçmayı başarmışken şimdi alakasız toplantıda ben bu işi yapamam. Ne yapsam ne etsem de bu işten sıyrılsam diye düşünüp durdum ama baktım bir çıkış noktası yok "ne yapalım, görevdir, yapacağız" diyerek kaderime razı oldum ama bir yandan da kendi kendime bu iş için benim ve birkaç kişinin daha adını alanların bir şekilde bu işten vazgeçeceği hayalini kurdum.Veeee bugün Aysen hanıma ( bu toplantı için bizim ismimizi veren kişi ) toplantıyla ilgili bir haber var mı diye sorunca bana "Hocam sizin isminizi verdik ama size görev vermemişler "demez mi. Kollarımı açarak resmen kadının kucağına uçtum ve onu öpücüklere boğdum. Sabah sabah kadın feleğini şaşırdı. Artık rahatım ama dedim ya bu işte "secret"ın parmağı varsa sağolasın "secret". Şimdi gideyim de renkli gözlü, kıvırcığın hayalini kurayım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)