Yukarıya bu yazı için koyduğum resim son günlerde hissettiğim çaresizlikle yoğrulmuş yalnızlığın resmidir aslında. Hoş böyle hisseden sadece ben değilim elbette ama insanoğlu ne derse desin özünde bencil; bir şey olunca hep kendi penceresinden değerlendiriyor olayları.
Dün gördüğüm bu resim, içimde -sanırım 1 Kasım'dan sonra akıl almaz hızda gelişen olayların neticesinde- filizlenen "gitmek" arzusuna nihai kararı aldırdı: kesinlikle buradan gitmek lazım.
Buradan gitmek lazım çünkü olay o kadar komik bir hale geldi ki artık neresi olursa olsun; metro, otobüs, minibüs, açık alan, kapalı alan, kişisel alan hiç farketmiyor o bomba beni, seni, kardeşini, anneni bulabilir. Daha sabah kardeşim söyledi: "Geçen sene olsaydı beni de kaldırımda bulurdun!" diye ki haklı çünkü geçen sene olay yerinin çok yakınındaki Alman kültüre Almanca derslerine gidiyordu olayın olduğu saatlerde. Ama artık oraya gitmemesi hiçbir şeyi değiştirmiyor. Herhangi bir nedenle çok farklı zamanlarda başka bir olayın kurbanı olmak artık kaçınılmaz, ister tahtaya vuralım ister totomuzu kaşıyalım. Her metroya binişimde bütün sakallı adamlara ya da hafif kilolu kadınlara canlı bomba olabilir şüphesiyle kaçamak bakışlar atarak ve ineceğim durağa ne kadar kaldı acaba diye endişeli gözlerle durak isimlerini, giderek hızlanan nefes alıp vermelerle takip etmek, metro inişinde yeri öpecek ruh halinde yaşamak ya da her bomba haberinde elime telefonu alıp "iyi misin?!" paniği ile sevdiklerimi aramak istemiyorum daha fazla. Bu hangi dinden, ırktan, mezhepten vs'den olursa olsun hiçbir masumun savaşı değil ama niye en çok biz yıpranıyoruz?
Perşembe günü daha Taksim'de bomba patlamadan iki gün önce bir kaç yere başvuru yaptım, hadi itiraf ediyorum. Balıkçı misali oltayı salladım, ucunda yem niyetine cv'im. Ne çıkar bilmiyorum; çok şey de çıkabilir hiçbir şey de olmayabilir. Oltayı sallamanın akabinde akşam anneme telefonda ufaktan birşeyler çıtlattım. Klasik hemen olayın negatif yanlarından bahsedip, kısacası "ben bu işte yokum"dedi. Kardeşim, Ahmet Hakan gibi tarafsız bölge. Sonuç: Atlas misali bu işte de kendi dünyamın yükü omuzlarımda. "İki dakika ucundan tutuver!" diyeceğim, yol gösterecek kimse yok. Ne yapacaksam yine kendim yapacağım: yani ya yanıma Leyla'yı da alıp silkeleyeceğim her şeyi, tozu dumana katıp, bir süre tozun yatışmasını bekleyeceğiz, sabredeceğiz yeni bir düzen içinde ya da hiçbir şeyi bozmadan kıyıdan kıyıdan şu anki düzeni devam ettirip, kendimize küçük mutluluklar yaratıp, iyice kendi dünyamıza çekilip evrene mutluluk mesajları yollayıp, meşgul değilse evrenin bizi duymasını umacağız.
Velhasıl her ne olursa olsun haleti ruhiyem Atlas'tan (yalnız bir Atlas'tan) hiç farklı değil.
P.S:
Eski bir hikâyede Herakles ile aralarında geçen olay şöyle anlatılır:
Tanrıların kralı Zeus Atlas'a çok kızmıştı.Bunun nedeni Atlas'ın koca tanrı Zeus ile savaşmak istemesiydi.Koca tanrı,Atlas'a büyük bir ceza verdi;Atlas,sonsuza kadar Gök Kubbe'yi sırtında taşımalıydı!Bu yorucu görevden kurtulmak isteyen Atlas,Herkül kendisinden yardım isteyince sinsice bir plan yaptı.Herakles bir bahçede bir ejderhanın koruduğu üç altın elmayı ele geçirmek istiyordu.Atlas,Herakles'e kendisi dönünceye kadar Dünya'yı sırtında taşırsa elmaları ona getireceğini söyledi.Atlas elmaları aldı ve geldi.Herkül'e: -Sen taşımaya devam et! dedi. Bunun üzerine Herakles taşımayı kabul etti ama sırtına bir omuzluk yerleştirene kadar birkaç dakika Atlas'ın tutmasını istedi. Atlas Dünya'yı alır almaz Herakles kaçtı ve Atlas kandırıldığını anladı.