Daha önceki dört yıl bu ise iki yıl sürdü. Demek ki benim için üst sınır dört. Bir dördü geçebilsem işler yoluna girecek ama yok bırak dördü geçmeyi bu sefer süre yarısına düştü.
Evet ben evlilik olayını yapamıyorum. Aslında anlayamadım şu: bu evllik olayı benim bünyeme mi ters yoksa evlendiğim beyefendiler mi yanlış seçenek? Hayır bir anlasam işler yoluna girecek ama daha bu konuda farkındalığım!!! oluşmadı.
Oysa benim istediğim çok basit: biraz ilgi, biraz destek, biraz paylaşım, bol kahkaha, bol gezme, bol eğlence. Şan,şöhret, para, pul değil istediğim.
Şöle aybaşında masa başına oturup kafa kafaya versek plan bütçe yapsak, takvimi önümüze alıp tatilleri işaretleyip "bak bu tatilde buraya gidebiliriz!" diye konuşsak ona göre para biriktirsek mesela ya da akşam işten eve geldiğimizde koltuğa kurulup karşılıklı günümüzün nasıl geçtiğini anlatsak. O, gün içersinde başından geçen ilginç birşeyi anlatsa, ben öğrendiğim birşeyi anlatsam ya da ne bileyim canımızı sıkan şeyleri paylaşsak sonra desek ki "boşver ya ne olmuşsa olmuş, şimdi senin yanındayım ya hayat bana güzel!".
Sonra ev içinde üstünlük kavgası olmasa. "Sen benimle yarışıyorsun! Bana üstünlük kurmaya kalkıyorsun!" cümlelerini hiç duymasam (ne hikmetse her iki evliliğimde de deja vu gibi bu cümleyi duydum. potansiyel bir lider miyim neyim ben yahu?). Beyefendi ev işlerinde bana yardım etmekten gocunmasa yeri geldiğinde cam bile silse. Bunu yapmanın onun erkekliğinden birşey götürmediğini anlasa. Hadi bırak geçtim cam silmeyi (tamam çok uç bir istek oldu) ekmek almak bile zor gelmese. Şööle evini benimsese, evini sadece otel gibi kullanmasa. Evin bir tarafı aktığında ya da tamir edilmesi gerektiğinde, sanki başkasının eviymiş de onlar tamir edecekmiş gibi davranmasa, bir hal çaresi düşünse.
Ama en önemlisi de evliyken "kendimiz kalabilsek". Birbirine yapışık değil birbirine paralel hayatlar sürebilsek ve bundan büyük keyif alsak. Kimse kimseyi değiştirmeye çalışmasa mesela. Birbirimizi sadece olduğumuz kişiler olarak sevsek. Tek taraflı fedakarlık beklemesek, tıngır mıngır yuvarlanıp gitsek, konuşmadığımız zamanlarda sadece elele tutuşup birbirimizin nefesini dinlesek, konuşmadan anlaşsak, bundan da rahatsız olmasak.
Ya işte böyle istemesi kolay ama kazın ayağı öyle değil. Bu ay mahkemeye dilekçemizi verdik. Adli tatil olduğundan daha gün belli değil ama Eylül içersinde bir zaman yollarımız ayrılacak. Ne bileyim içim buruluyor işte. Bu noktaya neden geldiğimizden çok onun bundan sonra ne yapacağını düşününce, içim buruluyor. Yalnız kalacak en çok üzüldüğüm de bu. Ama keşke yürüseydi, keşke sevgili olabilmeyi başarsaydık. Belki o zaman evli olurduk.
29 Temmuz 2011 Cuma
27 Temmuz 2011 Çarşamba
belki de güzel bir yerdeler...kimbilir
İlkokul dördün ya da beşin yazıydı. Sıcak bir sabahtı. Sokakta evcilik mi oynasam yoksa yakalamacılık mı oynasam diye düşünmek en büyük derdimdi. Annem balkonda boynunu eğmiş yukardaki komşu ile hararetli hararetli birşey konuşuyor, aaaaaa'lar eeeeeee'ler, ah ah ah'lar uçuşuyordu konuşmanın içinde. Annemin yüz ifadesinin korkunçluğundan ortada çok önemli bir şeylerin döndüğünü sezmek için deha olmaya gerek yoktu. Hemen annemin yanına balkona gittim, "ne olmuş?" soruma verdiği tek cümlelik yanıtı hayatım boyunca unutamadım. "Demet ölmüş!". Demet, benim hem sınıf arkadaşımdı hem de komşumuzun kızıydı. Onlar tatile gitmeden önceki gün fabrikanın sosyal tesislerinde oynamış, birbirimize sarılıp iyi tatiller dilemiştik. Sonra onu en son evlerinin salonunda annesinin büyüttürüp duvara astığı koskocaman siyah beyaz resimde bize gülerken gördüm.
Demet'in ölümü benim "ölüm", kelimesi ya da olgusuyla ilk karşılaşım ve oturup üstüne uzun uzun düşündüğüm ilk zamandı. O zamandan bu zamana benim beynim ölümü algılamıyor. Ölenlere bir daha hiç dokunamayacağımızı, seslerini duyamayacağımızı, kokularını içimize çekemeyeceğimizi, bunlardan geçtim hayatımızda bıraktıkları boşluğun hiçbir zaman dolmayacağını kabullenemiyorum. Ne Demet'in, ne babamın, ne ailede bize veda edenlerin, ne de tanıdık bildik sanatçıların ölümünü içime sindiremiyorum.
Amy Winehouse'un ölümü aklıma bunları getirdi. Pat diye gelen ölümler belki de böyle kabullenmeyi zorlaştırıyor. Her zaman aklınızın bir yerinde o "nassı ya!" duygusu duruyor. Beyin inatla onların boşluğunu kabullenmiyor. Sonra kendini "nefesi bu kadarmış"la teselli ediyorsun. O "nassı ya!" duygusu hep kalıyor ama "nefesi bu kadarmış" sana bir hava deliği oluyor yoksa içinden çıkılmaz birşey bu "nassı ya!". Delirtir insanı. Bunun dışında biz arkada kalanların, eğer içimizdeki yangını hafifletebilirsek, yapacağımız tek şey güzel bir yerde ve mutlu olduklarını ümit etmek o kadar.
Amy Winehouse - Back To Black AmyWinehouse
Demet'in ölümü benim "ölüm", kelimesi ya da olgusuyla ilk karşılaşım ve oturup üstüne uzun uzun düşündüğüm ilk zamandı. O zamandan bu zamana benim beynim ölümü algılamıyor. Ölenlere bir daha hiç dokunamayacağımızı, seslerini duyamayacağımızı, kokularını içimize çekemeyeceğimizi, bunlardan geçtim hayatımızda bıraktıkları boşluğun hiçbir zaman dolmayacağını kabullenemiyorum. Ne Demet'in, ne babamın, ne ailede bize veda edenlerin, ne de tanıdık bildik sanatçıların ölümünü içime sindiremiyorum.
Amy Winehouse'un ölümü aklıma bunları getirdi. Pat diye gelen ölümler belki de böyle kabullenmeyi zorlaştırıyor. Her zaman aklınızın bir yerinde o "nassı ya!" duygusu duruyor. Beyin inatla onların boşluğunu kabullenmiyor. Sonra kendini "nefesi bu kadarmış"la teselli ediyorsun. O "nassı ya!" duygusu hep kalıyor ama "nefesi bu kadarmış" sana bir hava deliği oluyor yoksa içinden çıkılmaz birşey bu "nassı ya!". Delirtir insanı. Bunun dışında biz arkada kalanların, eğer içimizdeki yangını hafifletebilirsek, yapacağımız tek şey güzel bir yerde ve mutlu olduklarını ümit etmek o kadar.
Amy Winehouse - Back To Black AmyWinehouse
23 Temmuz 2011 Cumartesi
içimde bir fred çakmaktaş var coşmak istiyor
Herşey halloldu. Keyfim yerinde. Durumu şu anki noktaya getirinceye kadar göbeğim çatladı, üç haftadır ne doğru dürüst uyku uyudum ne de yemek yedim ama çok şükür hallettim. Bu arada kafaya bir şeyi takınca sonuna kadar gidebildiğimi de gördüm. Kendim ile ilgili birşeyi daha keşfettim. Ne bileyim gurur duydum be kendimle blog. Şimdi içimde bir fred çakmaktaş var coşmak istiyor. Çok mutluyum.
21 Temmuz 2011 Perşembe
bunlarsız yaz
Öyle böyle hayatmızın bir temmuzu daha devrilmek üzere. Bugün öyle sıkıntı mıkıntı yazısı yazamayacağım. Zira ruhum sıkılmaktan sıkıldı yorgun, harap ve bitap vaziyette. Koyverdim gitti a...k...herşeyin (mutfaktan geçti ağzıma. herkes herşeye a....k... diyor) dedim. Bıktım didinmekten. Neyse bugün aklımda 40 yaşıma girmeden yapacağım şeyleri yazmak vardı vazgeçtim. Yine plan program yapacağım sonra başıma başka başka şeyler gelecek, umutlandırmayayım kendimi.
Gelelim sadede bugün şu yaz günlerinde görmekten bıktığım, tiksindiğim şeyleri yazmak istiyorum. Zaten hava ısınmış, boğucu bir yaz gelmiş, deniz desen uzak bir hayal bir de üstüne bunları görünce iyice çekilmez oluyor. Neleri mi? Yazayım efenim:
- Koca popolu, göbekli abilerin o çirkin ayaklarına giydikleri flip flopları mesela görmek istemiyorum. Ayakları çirkin, bakımsız, kirli, tırnakları kararmış bu abiler, giydikleri o kapri şortların altına flip flopları giyiyorlar son birkaç senedir. Bunları görünce işte benim imdem bulanıyor. Şöyle üstlerine doğru kusasım geliyor. Bizim Türk standardı erkeklerimiz birer Malibu ya da Hawaii sörfçüsü olmadığı, uzun sarışın dar kalçalı hatırı sayılır baklavaları olan birer ilah olmadıklarına göre beylerimizin bünyesi flip flopları kaldırmıyor. Ama minibüs şoföründen, simitçisine vs. vs. hepsinde flip flop. Olmuyor kardeşim. Derhal ve derhal Amerikadan ithal bu flip flop modasının sadece bakımlı anşante Türk erkekleri ile sınırlı kalmasını temenni ediyorum.
- Malum bu sene modacılar bir şort modası çıkardılar. Önüne gelen hatun araba yıkayan seksi manken kızların giydiği kısalıkta yani varla yok arası çeşit çeşit şortu giyip sokaklarda arz-ı endam etmekteler. Hayır şöyle selvi boylu ince bacaklıların giydiklerine sözüm yok. Yakışana pek güzel oluyor. Gözümüz gönlümüz açılıyor da ya o tombul bacaklılara ne demeli. Yaw sokağa çıkarken hiç mi aynaya bakmıyorsunuz ya da anneniz "hop evladım, dur bir dakka sen böyle nereye?" hiç mi demiyor. Valla ben gençken sokağa çıkmak için annemin kıyafet onayını almak Habur sınır kapısını geçmekten daha zordu. Tamam herkes kilolu olabilir, kilolarıyla barışık olabilir ama sırf moda diye koca kalın baldırlarınızı o daracık şortlara tıkıştırmaya ne gerek var. Olmuyor yakışmıyor, daha kötü gözüküyorsunuz. Lütfen biraz daha dikkat.
Şimdilik maruzatım budur. Sokaklardan bildirmeye yine devam edicem.
Gelelim sadede bugün şu yaz günlerinde görmekten bıktığım, tiksindiğim şeyleri yazmak istiyorum. Zaten hava ısınmış, boğucu bir yaz gelmiş, deniz desen uzak bir hayal bir de üstüne bunları görünce iyice çekilmez oluyor. Neleri mi? Yazayım efenim:
- Koca popolu, göbekli abilerin o çirkin ayaklarına giydikleri flip flopları mesela görmek istemiyorum. Ayakları çirkin, bakımsız, kirli, tırnakları kararmış bu abiler, giydikleri o kapri şortların altına flip flopları giyiyorlar son birkaç senedir. Bunları görünce işte benim imdem bulanıyor. Şöyle üstlerine doğru kusasım geliyor. Bizim Türk standardı erkeklerimiz birer Malibu ya da Hawaii sörfçüsü olmadığı, uzun sarışın dar kalçalı hatırı sayılır baklavaları olan birer ilah olmadıklarına göre beylerimizin bünyesi flip flopları kaldırmıyor. Ama minibüs şoföründen, simitçisine vs. vs. hepsinde flip flop. Olmuyor kardeşim. Derhal ve derhal Amerikadan ithal bu flip flop modasının sadece bakımlı anşante Türk erkekleri ile sınırlı kalmasını temenni ediyorum.
- Malum bu sene modacılar bir şort modası çıkardılar. Önüne gelen hatun araba yıkayan seksi manken kızların giydiği kısalıkta yani varla yok arası çeşit çeşit şortu giyip sokaklarda arz-ı endam etmekteler. Hayır şöyle selvi boylu ince bacaklıların giydiklerine sözüm yok. Yakışana pek güzel oluyor. Gözümüz gönlümüz açılıyor da ya o tombul bacaklılara ne demeli. Yaw sokağa çıkarken hiç mi aynaya bakmıyorsunuz ya da anneniz "hop evladım, dur bir dakka sen böyle nereye?" hiç mi demiyor. Valla ben gençken sokağa çıkmak için annemin kıyafet onayını almak Habur sınır kapısını geçmekten daha zordu. Tamam herkes kilolu olabilir, kilolarıyla barışık olabilir ama sırf moda diye koca kalın baldırlarınızı o daracık şortlara tıkıştırmaya ne gerek var. Olmuyor yakışmıyor, daha kötü gözüküyorsunuz. Lütfen biraz daha dikkat.
Şimdilik maruzatım budur. Sokaklardan bildirmeye yine devam edicem.
19 Temmuz 2011 Salı
boşluk
Adsız demiş ki "nasılsın?". Valla bugünlerdeki ruh halim kısaca boşluktayım. Bir ay önceki full enerji mutluluk, neşe yerini temmuz başı itibariyle super bir boşluğa bırakmış bulunuyor. Hiçbirşey hissetmiyorum. Ne sıkıntı, ne üzüntü, ne neşe, ne mutluluk. Evet bir sıkıntım var ama yazmayacağım buralara. Bir haksızlığa uğradım ama bende gizli kalsın istiyorum. Zaten çooook büyütülmemesi gereken birşey büyüdü, benim dışımda büyütüldü ve tüm neşemi, mutluluğumu elimden aldı. Artık daha fazla ortalığa saçılsın istemiyorum. Sıkıntım büyük ve bu aniden ortaya çıkan lanet sıkıntı beni bir boşluğa düşürdü. Şimdi tüm kalbimle herşeyin hazirandaki gibi olmasını diliyorum. İçim tekrar dolsun, bu boşluk bitsin istiyorum.
Geçecek biliyorum bu da geçecek ama ben bu temmuzu hiç hatırlamak istemeceyeğim.
Geçecek biliyorum bu da geçecek ama ben bu temmuzu hiç hatırlamak istemeceyeğim.
13 Temmuz 2011 Çarşamba
incelik
Kadınlar, bazen çocuğudur kendinin. Bu yüzden herhalde ağladıklarında ne kalpleri kırıldı diye, ne canları yakıldı diye ağlarlar. Kadınlar ağladıklarında, ekseriyetle, "Kıyamam ben sana," diye gizlice kendilerine sarılırlar. Yalnız kadınlar, kendilerine yer yer bu hayatta anne merhameti göstermek mecburiyetinde kalırlar.
Yalnızlıklarına, kadınlıklarına, çocukluklarına, annelerine, hayata...Hep birlikte ne varsa yani, o bütüne ağlanır. Yoksa dizdeki yara değildir ne de kalpteki kırık. Hep kırılmasına ağlanır, hep düşülmesine, hep ama hep aynı şey olmasına...Niyesine ağlanır bunların. Bir büyük trajediye. Her bir küçük yara eklendiğinde eski izlere, bütün bu yara zincirine ağlanır. Her ağlama bu zincire bir anne sarılmasıdır. "Gel bakiiiim sen buraya"dır o, "nasıl kıymışlar benim güzel kızıma?"dır. Bu yüzden sebebi sorulduğu anda hikaye anlatılamayacak kadar uzundur. Kelimeleri birbirine karışmış bir eski keder. Belki de aynaya bakıp, gösterip aynadaki görüntüyü, "Buna ağlıyorum işte," denmelidir, "bunun tamamına!"
Öfkelensek keşke. Bağırıp çağırsak, içimize değdirmeden olup biteni. Öyle ağzımızda olsa öfkemiz. Söyleyince geçse. Ama çoğu kez öyle değil işte. çünkü paldır küldür kırılmaz kalp. Çıt eder, eski, renkli, cam kadehler gibi. Sonra alıp o kırık parçaları yerine yapıştırmaya çalışmaları yok mu? Kaba saba durur artık her çaba, kalp bir kez çıt edip çatlayınca.
Kalp hekimi geçen gün, elektrokardiyomu çeker iken, kalbimi ekranda gördüm. Bir tuhaf, bir acayip hismiş meğer. Öyle canhıraş atan bir şey. Sevesim geldi; "Dur biraz, dinlen," diyesim. Kalbimi, çocuğummuş gibi sevesim geldi; anlatamam. Sonra dedi ki doktor: "Çok cefakar bir organdır kalp." Baktım hakikaten öyle. Atıp duruyor yani, ta doğduğun günden bu yana. Bunları yazarken de atıyor mesela. Sevdim onu tuhaf bir merhametle. Çok çalışkan bir şey olduğu için, minnacık haliyle bütün bedenle başa çıkmaya çalıştığı için, sanki çok yorulmuş da duruverecekmiş gibi görünmesine rağmen hareket etmeye devam ettiği için. Tuhaf ama böyle.
Sonra o zaten minnacık haliyle çalışıp duran şeye kıyıyorlar. Tuhaf değil mi? Hepimizin kalbini kırıyorlar.Ne kıymetli kalplerimiz var oysa. Tek beslendiği bu cefakar şeyin, incelikler. Onları esirgiyorlar. Bütün bedenle yıllardır, hiç durmadan başa çıkabilen, binlerce meseleyle başa çıkarken hep devam eden, hep devam eden o gayretli kasımıza, inceliksiz sözleriyle dokunuyorlar. Durmuyor kalp o zaman. Çıt edip soluyor.
Bir kalbin solmasından daha kötü ne olabilir ki?
Durunca görünüyor ekranda. Solunca görünmüyor. Bu yüzden solmuş kalpler aslında durmuş kalplerden daha acıklı oluyor. Bir gün konuşmamaya karar vermiş çocuklar kadar felaket...
Bu günlerde Ece Temelkuran'nın İkinci Yarısı kitabı var elimde. O da benim gibi ömrünün ikinci yarısına başlamış. Onun da içi benim gibi türlü kırgınlıklarla, pişmanlıklarla dolu. Bu kitaptaki her bir deneme de kendimden birşeyler buldum ama en çok yukarıya yazdığım yazısını beğendim. Alın okuyun derim. Kendinizden çok şeyler bulacaksınız.
Yalnızlıklarına, kadınlıklarına, çocukluklarına, annelerine, hayata...Hep birlikte ne varsa yani, o bütüne ağlanır. Yoksa dizdeki yara değildir ne de kalpteki kırık. Hep kırılmasına ağlanır, hep düşülmesine, hep ama hep aynı şey olmasına...Niyesine ağlanır bunların. Bir büyük trajediye. Her bir küçük yara eklendiğinde eski izlere, bütün bu yara zincirine ağlanır. Her ağlama bu zincire bir anne sarılmasıdır. "Gel bakiiiim sen buraya"dır o, "nasıl kıymışlar benim güzel kızıma?"dır. Bu yüzden sebebi sorulduğu anda hikaye anlatılamayacak kadar uzundur. Kelimeleri birbirine karışmış bir eski keder. Belki de aynaya bakıp, gösterip aynadaki görüntüyü, "Buna ağlıyorum işte," denmelidir, "bunun tamamına!"
Öfkelensek keşke. Bağırıp çağırsak, içimize değdirmeden olup biteni. Öyle ağzımızda olsa öfkemiz. Söyleyince geçse. Ama çoğu kez öyle değil işte. çünkü paldır küldür kırılmaz kalp. Çıt eder, eski, renkli, cam kadehler gibi. Sonra alıp o kırık parçaları yerine yapıştırmaya çalışmaları yok mu? Kaba saba durur artık her çaba, kalp bir kez çıt edip çatlayınca.
Kalp hekimi geçen gün, elektrokardiyomu çeker iken, kalbimi ekranda gördüm. Bir tuhaf, bir acayip hismiş meğer. Öyle canhıraş atan bir şey. Sevesim geldi; "Dur biraz, dinlen," diyesim. Kalbimi, çocuğummuş gibi sevesim geldi; anlatamam. Sonra dedi ki doktor: "Çok cefakar bir organdır kalp." Baktım hakikaten öyle. Atıp duruyor yani, ta doğduğun günden bu yana. Bunları yazarken de atıyor mesela. Sevdim onu tuhaf bir merhametle. Çok çalışkan bir şey olduğu için, minnacık haliyle bütün bedenle başa çıkmaya çalıştığı için, sanki çok yorulmuş da duruverecekmiş gibi görünmesine rağmen hareket etmeye devam ettiği için. Tuhaf ama böyle.
Sonra o zaten minnacık haliyle çalışıp duran şeye kıyıyorlar. Tuhaf değil mi? Hepimizin kalbini kırıyorlar.Ne kıymetli kalplerimiz var oysa. Tek beslendiği bu cefakar şeyin, incelikler. Onları esirgiyorlar. Bütün bedenle yıllardır, hiç durmadan başa çıkabilen, binlerce meseleyle başa çıkarken hep devam eden, hep devam eden o gayretli kasımıza, inceliksiz sözleriyle dokunuyorlar. Durmuyor kalp o zaman. Çıt edip soluyor.
Bir kalbin solmasından daha kötü ne olabilir ki?
Durunca görünüyor ekranda. Solunca görünmüyor. Bu yüzden solmuş kalpler aslında durmuş kalplerden daha acıklı oluyor. Bir gün konuşmamaya karar vermiş çocuklar kadar felaket...
Bu günlerde Ece Temelkuran'nın İkinci Yarısı kitabı var elimde. O da benim gibi ömrünün ikinci yarısına başlamış. Onun da içi benim gibi türlü kırgınlıklarla, pişmanlıklarla dolu. Bu kitaptaki her bir deneme de kendimden birşeyler buldum ama en çok yukarıya yazdığım yazısını beğendim. Alın okuyun derim. Kendinizden çok şeyler bulacaksınız.
Etiketler:
bir kitap okudum hayatım değişmedi,
Ve melankoli
6 Temmuz 2011 Çarşamba
beceriksiz
Sadece ama sadece gittikçe hızlanan bir trenin ardından elimden geldiğince hızla koşturup o treni yakalamak istemiştim ben. Eğer o trene binebilirsem kadere karşı koyabileceğimi düşündüm. Kafa tuttuğum kadere yenilmeyeceğimi düşündüm. Ama yok olmadı. Alt etti beni kader. Kenarda yüzünde alaycı bir ifadeyle benim neler yapacağımı beklerken ve biliyorken benim onunla başa çıkamayacağımı ayağını uzatıp çelme takıverdi bana. Nefesim kesildi, yere kapaklandım, kalkamadım, bıraktım o trenin peşinden koşmayı. Artık gittikçe uzaklaşırken ve her geçen gün benim yetişmem olanaksızlaşırken, arkasından bakıyorum o trenin. Omuzlarım düşük, ne yapacağımı bilemez halde. Tek şeyi biliyorum ama o da beceriksiz olduğum.
4 Temmuz 2011 Pazartesi
halı
Bu aralar halı gibi hayatımı silkeliyorum. Üzerindeki bütün tozlar kirler uçup gidecek diye ümitleniyorum. Ama bilemiyorum işte ne olacak bunun sonu. Benim için dua edin sadece. Benimkiler işe yaramıyor belki sizinkiler tutar.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)