12 Nisan 2020 Pazar

hakikat

bir ay oldu herhalde karantina günleri başlayalı...saymadım günleri ama başından beri zaman algım kaybolmasın, rutinim bozulmasın ve her geçen dakikanın kayıp olduğuna inandığımdan hemen hemen her gün erkenden kalkıyorum. geç kalkmak sinirimi bozuyor, gün geçiyor ve ben yaşayamadığım, verimli kullanamadığım saatlere üzülüp kendimi yiyiyorum. ne kadar zamanımız kaldığı belli değil ama yapacak çok iş var. en basitinden kuşların ötüşünü kaçırmak istemiyorum mesela. bu hafta sonu komik bir şekilde alınan sokağa çıkma yasağından dolayı iyice sessizleşen sokaklarda havanın da giderek bahara dönmesi ile duyulan tek ses kuşların cıvıltısıydı. türlü türlü öttüler canım minnaklar. aslında şu vakitler kuş olabilmek en iyi şey belki de, sevdiklerinin camına konup, iyiler mi görebilmek için. 
böyle karantina da olunca kaçınılmaz olarak insan daha bir içine dönüyor. bugünler bana yıllardır evli olan orta yaşlı bir çiftin küçük bir sahil kasabasındaki tatilleri sırasında kendileri ve evliliklerindeki sorunlarla yüzleşmesi gibi bir şeyi anımsatıyor. hani önce her şey iyi başlar, iyi anılar, kahkalar vs sonra birden ufacık bir şeyden eteklerdeki taşlar dökülmeye ve gerçekler itiraf edilmeye başlar. sanki ben de kendimle tatile gitmişim de birbirimizle yüzleşiyoruz. kimi zaman başımızdan geçen şeyleri hatırlayıp iyi hissediyoruz kimi zaman ise acı gerçeklerle yüzleşiyoruz. tabii bu hesaplaşma esnasında eskiden zamansızlıktan ihmal ettiğimiz şeyleri de hatırlayıp, tekrar onlara da dönebiliyoruz. benim için bu mutfak oldu. uzun zamandır mutfak, girip ezbere, rutin bir şeyler yaptığım, yeni tatlar ya da tarifler denemenin içimden gelmediği kısacası durup da sadece uyduruk bir selam verdiğim eski bir dost gibiydi. bu anormal günlerde sanırım aramızı biraz düzelttik. mutfağı niye sevdiğimi ve gizli gizli hayalini kurduğum o minik fırını tekrar hatırladım. hani şu mini minnacık ama her sabah taze ekmeklerin yapıldığı, farklı farklı pastaların, brownilerin, poğaçaların piştiği, içerinin lezzetli kokusunun köşeden duyulduğu benim minik cennetim. yeri, dekorasyonu bile hazır kafamda. her sabah kahveye gelen müdavimlerle oturup parmağımızın ucunda terliklerimizi sallayarak havadan sudan, hayattan, çoluktan çocuktan, kitaplardan, filmlerden, güzel şaraplardan vs. den konuşuyoruz sonra onlar kendi işlerine ben de kendi işime dönüyorum. bazen ben içerde çalışırken dükkanın önünden geçenler camı tıklatıp el sallayıp geçiyorlar bazen biri iki saniye içeri girip "akşama meyhanedeyiz" diye program yapıyor. huzurlu, sakin bir hayatın uzantısı minik, huzurlu, sakin bir fırın. geçen instagramda yine böyle hayalleri, hayal etmeyi düşünürken şu söz çıktı karşıma: "istikrarlı hayal hakikattir". belki bugünler de hakikat içindir. unuttuğumuz hayallerimi hatırlamamız ve onları hakikate dönüştürmeye çalışmamız içindir. 

8 Nisan 2020 Çarşamba

sarı şeytan

Günlerden bir gün adamın biri pazar yerini geziyormuş ve tezgahlardan birinin ardında bir kafesin içinde oturan sarı şeytanı görmüş. Tezgahın başında duran kişiye sarı şeytanın satılık olup olmadığını sormuş. Satıcı önce biraz tereddüt etmiş sonra bir miktar para söylemiş. Parasını aldıktan sonra kafesi teslim etmeden, adama şunları söylemiş. "Bak sarı şeytanı her işe koşabilirsin. Ne dersen ne istersen yapar. Onu sürekli meşgul tutmalısın, ona her zaman yapacak bir görev vermeli ve onu meşgul etmelisin aksi takdirde onu boş bırakır veya herhangi bir iş vermezsen seni mahveder, bunu sakın unutma!" demiş. Adam "peki"demiş. "Onu meşgul etmekten daha kolay ne var." Gerçekten de adam sarı şeytana sürekli yapacak bir iş bulmuş. Tarlada çalıştırmış, ev işlerini yaptırmış, çitleri boyatmış vs vs vs. Günleri sarı şeytanla sessiz, sakin bir şekilde sorunsuz geçmekteymiş. Ancak günün birinde adamın uzak diyarlardan bir dostu köye gelmiş ve adamı sake içmeye davet etmiş. Adam önce bu teklifi nazikçe geri çevirmiş ama dostunun ısrarlarına dayanamayıp, daveti kabul etmiş, birlikte sake içmeye gitmişler. Gitmeden önce de sarı şeytana yine bir takım görevler vermeyi ihmal etmemiş. Tabii bir sake ile kalmamışlar. İki üç dört sake sohbet muhabbet derken derken adamın evi de sarı şeytan da aklından çıkmış gitmiş. Ne zaman ki artık eve dönme zamanı gelmiş, adam bir de ne görsün evi bütün malı mülkü alevler içinde sarı şeytan da bahçede oturuyor. 
Zihnimiz bizim sarı şeytanımız. Onu neyle meşgul ettiğimiz ya da edemediğimiz, onu bizim için en faydalı şekilde kullanıp kullanamadığımız zorlu bir pratik gerektiriyor. Ben bu yolun daha çok başındayım. Uzun bir süredir duyduğum ve bir şekilde ağızlara sakız edilmiş, "anda kal, akışta kal" düşünce biçiminin ne olduğunu ve bununla ilgili bir takım şeyleri öğrenmeye çalışıyorum. Zihni anda tutmak en zoru. Şu anda bile bu satırları yazarken o kadar farklı yerlere farklı zaman dilimlerine gitti,  o kadar farklı kişilerle konuştu ki her seferinde kolundan tutup geri getirmem ve bu satırlara odaklanmasını sağlamam gerekti ama gerçekten çok zor. Ciddi mesai harcamak lazım. Belki corona günlerinin bana hediyesi de bu pratiği geliştirmektir. Kimbilir....



6 Nisan 2020 Pazartesi

kurt kocayınca...

bugünlerde annelerinin rahmine düşüp dokuz ay sonra doğacak bebelerin oluşturacağı nesile ad arayışına başlamışlar; Quaranteens ve Coronials çekişecek gibi duruyormuş. ben baştan tercihimi Coronials'dan yana kullanıyorum. böyle ağzı dolduran bir tarafı var. eğer bu dönemde çocuk yapabilecek olsaydım; şöyle "gıcık ergen" safhasına geldiğinde, benim velede kızdığımda ağız dolusu "sen coronials'sın ne anlarsın?" ya da "sen buraya baksana bir coronial, annenim ben senin gidilmeyecek diyorsam gidilmeyecek, taam mı?" ya da "a benim coronial kızım/oğlum üşütmüş mü? ben şimdi tavuk suyuna bir çorba yaparım, bir şeyi kalmaz...kuzum kuzum, kınalı coronial kuzum" derdim belki. der miydim acaba? bilmem ama bildiğim iki şey var; birincisi hayatın kendisi genelde ama bugünlerde özellikle karma karışıkken ve ben daha kendimle baş edemezken bir çocuğum olsun istemezdim. kendime mi yanayım yoksa ona mı yanayım. ancak sanırım insan psikolojisi (benimki hariç) böyle büyük kriz anlarında çok farklı işliyor çünkü yapılan bir araştırmaya göre insanlar en çok savaş zamanlarında çocuk yapıyorlarmış, bunun nedeni de ölüme bir nevi başkaldırmak, hayatı kutsamakmış. doğrudur...haklılardır...çocuk yapmak için geçerli olabilecek en mantıklı ve benim şimdiye kadar duyduğum en iyi gerekçe. 
bildiğim ikinci şey ise anasını satayım benim jenerasyon ne biçim jenerasyon ya allah aşkına....dünya değişecek zamanı benim dönemime getirmiş. mesela ben ilkokuldayken evlerde telefon yoktu sonra evlere telefon geldi, renkli televizyon giderek yaygınlaştı, bir savaşı naklen televizyondan maç izler gibi izledik, 11 eylül oldu gözümüzün önünde milyonlarca insan öldü, ben üniversiteden mezun olurken bilgisayar diye bir şey çıktı daha dosya açamazken online ders vermeye başlıyoruz, cep telefonu diye bir şey icat edildi dünya avucumuzun içinde uzaklar yakın oldu ve bu kadar şey yetmemiş gibi bu virüs ile daha başka neler değişecek bakalım. bu kadar özeti bile insanda illallah ettiren bir dolu şey toplasan otuz otuz beş sene içinde oldu. önümüzdeki otuz otuz beş seneyi düşünemiyorum (bak şimdi aklıma geldi; onca yenilik, icat, aşı, ilaç vs bulundu şu selülitin çaresine bakan olmadı).
neyse büüüüttnnnn bunları aslında yarın hayatımda ilk defa online ders verecek olmanın dayanılmaz bilinmezliğinin yarattığı karın ağrısını unutmak için yazdım. stresten başım ağrıyor. kötü bir şey biliyorum ama tam bir old school olarak hala kağıt, kalem, silgi, defter gibi kırtasiye malzemesi almaktan ve bunları kullanmaktan, böyle sanal ortam vs gibi teknik ruhsuzluklara oldum olası uzak, karşılıklı konuşmanın, mimiklerin jestlerin, beden dilinin, kelimelerin, dokunmanın güzelliğine bayılan biri olarak, bağlantının iyi mi kötü mü olacağını bilmeden, sürekli konuşurken gözümün takılacağı bir video görüntüsü varken neyi nasıl anlatacağım bilmiyorum. kendimi mesleğe ilk başladığım zamanlarda bilgisayar öğrenmeye çalışan yaşı bizden hayli büyük sınıf öğretmenleri gibi hissediyorum. burunlarının üstüne inmiş gözlüklerinin üstünden ekrana umutsuz bakışlarla bakar ve birbirlerini dürtüp "Emine'ciğim dosyayı öyle açmıyorduk galiba şu oynayan şeyi bu resmin üstüne getirip elinin altındaki kumandanın sağına iki kere basacaksın galiba şekerim" diyerek gevrek kahkahalar atarlardı. bizim de onlardan farkımız yok. bu hafta hele de programlarımızın vs her şeyimizin belli olduğu cuma'dan beri tam bir kriz havası hakim malum whatsupp gruplarında. o ona mesaj atıyor bu bunu anlamadım diyor. herkes kendi içinde sinir krizi geçiriyor. bir şeyleri eksik yapıyor olabilmenin paranoyaklığı hüküm sürmekte. yarın dünyaya gözlerini tablet ekranlarına bakarak açmış, sanal bir havuzda japon balığı beslerken anneleri tarafından mamaları yedirilmiş öğrencilerime online ders anlatacağım. olası bir terslik anında da "evinizin Steve Jobs'u" olarak duruma müdahale edeceğim.
bence daha çok kurt kocayınca köpeğin maskarası olur minvalinde bir durum olacak ya bakalım fingers crossed.

4 Nisan 2020 Cumartesi

sesimi duyan var mı?

Saat tam 21:41...mutfak masasında oturmuş narlı, elmalı, chia tohumlu yoğurdumu tatlı niyetine yemiş (halbuki canım nasıl revani istiyor bir bilseniz yoğurt da neymiş) karşımda duran mutfak dolaplarını seyrederek beynimi durdurmaya çalışıyorum zira çok çalışıyor. aynı anda bir sürü şeyi düşünüyorum. bazen evi temizlerken yaptığım gibi bir yeri temizlerken aklıma bir şey geliyor mesela uzun zamandır giymediğim bir pantalon acaba üzerime olacak mı diye bir şey aklıma geliyor ve ben yer silmeyi bırakıp pantalon denemeye kalkıyorum sonra pantalonun olmadığını görüp youtube'da fitness programlarına bakmaya başlıyorum. yerini silmediğim salon orda öylece beni bekliyor. kafamdaki düşüncelerde şimdi aynen böyle. pazartesi günkü online dersi düşünürken, bir yandan instagram canlı yayınlarının nasıl midemi bulandırdığını düşünüp aynı zamanda yarın yine ekmek yapsam mı? dan "aaa benim blogum vardı ya!!!!" noktasına nasıl geldim bilmiyorum. Kafam çok çalışıyor, boşa çalışıyor o ayrı konu da, bazen ısındığını hissediyorum ama bir türlü stand by'a alamıyorum ya da soğutma fanını bulamadım henüz. 
Neyse cuma itibariyle karantinada üçüncü haftayı bitirdik. aslında benimki yarı karantina gibi bir durumdu çünkü her dramatik ve ciddi olayda olduğu gibi bilincimin altı da üstü de bu corona virüs olayını inkara geçti. sabahları erken kalkıp sahilde yürüyüşe gittim, hatta bazı günler öğleden sonra bile gittiğim oldu çünkü fiziksel kontakta bulunduğum hiç kimse yoktu ve yürümek masum bir bedensel hareket gibi geldi ama baktım her geçen gün iş daha da ciddileşiyor, bu yürüyüşler giderek vicdan azabına ve inanılmaz büyük bir suçluluk hissine dönüştü. günah işlerken bile bu kadar büyük bir vicdan azabı hissetmemişimdir kesin bilgi. şimdi sadece apartmanın bahçesine o da kedileri beslemek için çıkıyorum o kadar. Bu iş nereye ve neye evrilecek hiçbir fikrim yok. sadece sessiz sakin duruyorum, defterlerimi, günlüğümü dolduruyorum, yeniden hatırladığım bloguma geri dönmenin sevinciyle sesimi duyan var mı merak ediyorum çünkü bana, bize ya da herkese rağmen gece gelecek ardından yine sabah olacak ve bütün bu süreçte C.G. Jung'un "dışarı bakan rüya görür, içeri bakan uyanır" sözünü unutmadan içime dönüp kendimi keşfetmeye çalışıyorum ki sabah olduğunda daha da güçlü kalkabileyim.