17 Ocak 2016 Pazar

pazar


Ben küçükken pazarları önce mutfaktan gelen çatal bıçak sesleri ardından da ekmek almaya gitmiş babamın sokak kapısını kapayışı yataktan çıkma vaktinin geldiğinin sinyali olurdu. Ailecek oturduğumuz mutfak masasındaki kahvaltıya radyo tiyatrosunda sonlarını asla öğrenemediğim kapıların gürültüyle çarpılıp kapatıldığı ya da gıcırdayarak açıldığı, adımların sertçe atıldığı oyunlar eşlik ederdi. Kahvaltı sonrasındaysa önce 'Life Goes On' izlenir ardından da babamla matematik çalışmaya çalışırdık. Tabii bu çalışmaya çalışmak babamın beyaz kağıda güzel yazısıyla x'ler y'ler z'ler çizmesi, benim onun yazdığı şekillerde kaybolup bir türlü işin içinden çıkamam ve ısrarla iki noktadan hareket eden arabaları birbirine ulaştıramamam ya da havuzun suyunu bir musluktan doldururken diğer bir musluktan ne kadar zamanda boşaltılabileceğini kavrayamam, babamın benim kesin aptal olduğum hükmüne varması, yaklaşık yarım saat sonra sabrının taşması, çalışma kağıtlarının sinirden sağa sola savrulması, bağırış çağırış, kafaya atılan şaplak (o zamandan beri en sinir olduğum şey kafama dokunulmasıdır), babamın sinirden köpürmüş bir halde odayı ya da salonu terk etmesi, hayattaki en büyük üzüntü kaynaklarından bir tanesinin de kızının sayılarla arasının maalesef hiç iyi olmaması gerçeğini (babamın beni eczacı yapmak gibi bir hayali vardı; olmadı, bir umut kardeşimi yaparım diye düşündü ama ondan da bir eczacı çıkmadı ve babam ufak bir tekne sahibi olup balığa çıkma hayalini gerçekleştiremediği gibi herhangi bir çocuğunun eczanesinde kasada oturma hayalini de gerçekleştiremeden bu dünyadan göçtü) sigarasının dumanını seyrederek kabul etmeye çalışması, benim masanın başında gerçekten hiçbir şekilde anlamlı gelmeyen x'ler, y'ler ve z'lerle bakışıp durmamız ve dışarıda günlerdir dinmeyen yağmurun cama vuran damlalarının birbirleriyle birleşip daha büyük damlalar oluşturarak aşağıya doğru süzülürken benim bu matematik olayını nasıl çözeceğimi bilememenin çaresizliği içinde masanın başında umutsuzca oturup damlaları seyredişim ve bir anda bir matematik dehası olup şu işten ömür boyu sıyrılma hayalleri kurmamla sonuçlanırken, bütün bu kan, nefret ve gözyaşı dolu dakikalara arka fonda annemin gömleklerimizi ve okul formalarımızı ütülerken ütünün çıkardığı buharın garip sesi ve çamaşırların kokusu eşlik ederdi. Bizim pazarlarımız öğle yemeğine kadar böyle gergin geçerdi (bir matematik dehası olsaydım bütün bunlar yaşanmayacaktı ama heyhat zalim kader bana bir matematiği çok gördü, ne yaparsın) ama pazar öğle yemeğinde iş biraz daha normale döner, herkes bütün gerçekleri kabul eder (1. bu kız aptal 2. babayla matematik çalışmak = eziyet 3. bu çocuktan bir cacık olmaz 4. ödevini kendin yap, anlamadığını bile anlamış gibi yap), babam yemek sonrası kendini uykuya verirken, varsa yapılmayan diğer ödevler biter, arabalar hala birbirine iki km bile yaklaşamamış, havuz suyla yarı dolu bir şekilde boşaltılmayı bekler halde kalakalırdı.
Hadi ben çocukken benim ailem böyle pazarlar geçiriyordu şimdikiler ne yapıyor? Cevap veriyorum: avm dolaşıyorlar. Bugün maalesef mecburen uğramak zorunda kaldığım avm'de toplaşmış olduğunu gördüğüm aileler, bana çocukken geçirdiğim atraksiyonlu pazarları hatırlattı. Çoluk çömbelek gelmişler pazar gününün erken sayılabilecek bir saatinde avm'ye aval aval bakınıp duruyorlar. Muhtemelen kahvaltıya gelip günün geri kalan tarafını bir güzel pompalanan imajlara bakıp, kendileri için hangi imajın uygun olabileceğini düşünerek vakit öldürmeyi seçmişler. Halbuki biliyorlar mı acaba o aldıkları pompalanan imajla eve gittiklerinde bütün hayal / imaj onbeş dakika sürecek ve yine her şey eskisi gibi olacak. Yani aldıkları her neyse maalesef onları bambaşka bir hayale / hayata sürüklemeyecek; kocalarının hala göbeği, onların hala selülitleri, oğullarının karnesinde zayıfları ya da obezite problemi, kızları Neşe'nin kepek problemi, ödenecek ev, araba, kredi kartı taksitleri gibi gerçekler hala kapının arkasında duruyor olacak. Öyleyse niye evlerinde ailecek o mutfak / yemek masasının etrafında oturup, akıllı telefonları bir kenara bırakıp, birbirlerinin gözünün içine bakıp konuşup, dertleşerek keyifli bir pazar geçirmiyorlar? Yoksa herkes çamaşır deterjanı ve ütü kokmayan pazarların hayatlarını daha da anlamlı hale getireceğine mi inanıyor?

14 Ocak 2016 Perşembe

bilge

bilge kişilerin ne zaman karşınıza çıkacağı pek belli olmuyor. en azından alınlarında "ben bilgeyim" diye yanıp sönen neon tabela yok.
salı günü post pms sonrası bir durumda olduğumdan mıdır nedir dokunsan ağlayacak bir ruh hali içerisindeydim. hatta günün büyük bir kısmını gözlerim dolu dolu geçirdim (sorsan nedeni hem var hem yok). bu ruh hali içerisinde akşam veterinere gittik Köfte bey ve Misket ile. zaten varsa bir sıkıntın en iyisi benim veterinere gitmek. orada o kadar çok bekliyorsun ki bu esnada ya kendi içine dönüp bir iç hesaplaşmaya girer nirvanadan çıkarsın ya da etrafta bulunan değişik bir sürü insana dalar, onlarla sohbet ederken kendi derdini unutursun. sıra bize gelip  kontrolümüzü olduktan sonra hesap öderken, benim veterinerle üç beş muhabbet ettik. şimdi konu nereden oraya geldi bilmiyorum, dedim ki; "çok ama çok istediğiniz bir şey olmadığında ne yaptınız?". "olmamışsa olmamıştır." dedi Karadeniz aksanıyla. zaten uzun beyaz saçları var. bir an Gandalf'ı gördüm sanki karşımda. "sen elinden geleni yaptın mı?" diye sordu bana. "evet, hem de çok" dedim. "iyi o zaman" dedi. "git bir demli çay iç açık havada, sonra da ceketini al, yoluna git". gözlerim yaşlı bakakaldım ona. "insanlar" dedi " hep olmuşa üzülüyor, hiç geleceğe üzülen var mı? yok. olana ya da isteyip de olmayana üzülmenin anlamı yok. olan olmuş bitmiş, düzeltebilecek misin? hayır. o zaman yola devam."

Öyle işte, kırıkları toparlayıp yola devam.

12 Ocak 2016 Salı

bulantı

"Biz ölmüşüz," dedi Winston.
"Biz ölmüşüz," diye yineledi Julia, görev bilircesine.
"Siz ölmüşsünüz," deyiverdi arkalarından acımasız bir ses.

George Orwell - 1984

Bu yazı aslında haftasonu yapılan Kıbrıs kaçamağından elde, hafızada ve akılda kalan gözlemlerin, yorumların yazısı olacaktı ama yine güzel, artık iyice yalnız ve lunaparktaki korku tünellerinden birine dönüşen ülkemde bir canlı bombanın kendini patlatacağı tuttu. Hakikaten hepimiz bir korku tünelinin içinde yaşıyoruz nicedir. Hani o korku tünellerinde tren köşeyi döndüğünde ya da karanlıkta ilerlerken karşınıza aniden bir ceset çıkar ya işte yaşadığımız bu topraklar üzerinde de yolda yürürken yanınızdaki eşiniz, dostunuz, kardeşiniz, hiç tanımadığınız biri veya siz aniden bir cesede dönüşebilirsiniz. Artık böyle bir şeyin neden, niçin, ne zaman, nerede geleceğinin işareti yok. Çok bilinmeyenli denklemler zamanında yaşıyoruz; içimiz sıkıntılı, böğrümüzde taşlarla ve sürekli bir suçluluk duygusuyla.
Geçen gün bilindiği üzre sabahın kör karanlığında yine ayaktayken, saniye farkıyla elektrik kesintisine yakalanmadan asansörden inip eve girince elektrik olmadığını farkettiğimde yaşadığım dehşeti bir aydan fazla bir süredir doğuda, Sur'da, Cizre'de, Silopi'de yaşıyorlar. Benim iki saniyede mum, fener vs ile idare edebileceğim bir sıkıntıyı onlar günlerdir çekmekte. Bu aklıma gelince yaşadığım suçluluk duygusu benim yüreğimi sıkıştıran ya da sadece "burada çocuklar ölüyor!" farkında mısınız diye doğal olarak isyan eden birinin terörist ilan edilip "ama o da yanlış yaptı (bkz. Ertuğrul Özkök bugünkü yazısı)" diye yazılar yazıldığı zaman "peki sen ne yapıyorsun kardeşim, çocuklar, kadınlar, masumlar oralarda ölürken" denmemesi benim tepemi attıran veya zamanında kendi çıkarları için elin ruh hastalarını bu toprakların her yerine dağıtan zihniyetin yine bu topraklarda tam dört katliam yapan bu ruh hastaları guruhunu hala durdurmaması (aslında durdurulmak istenmemesi) benim beynimi uyuşturan, midemi bulandıran.
Belki de giderek bu cinnetin içinde acı çekmekten giderek kaybolan / kaybolacak ruhlarımız durup durup beni ağlatan.

7 Ocak 2016 Perşembe

yeni yıl yeni yıl



Hazır hava yağmurlu (ohh mis!!) ben de ofiste oturuyorken (dönem bitti, geçenler geçti kalan sağlar bizimdir!) şöyle mükellef bir yeni yıl yazısı yazılmalı aksi takdirde boş duranı yukarıdaki sevmez. 
Geçen hafta yeni yıl ilk sürprizini kar yağdırarak yaptı ve gönüllerimize taht kurdu. Ancak bilumum astrolog 2016 yılının 2015'ten beter olacağını, gelenin gideni aratacağını muştulayıp durmakta. Hani utanmasalar 'biz direk 2016'yı pas geçip 2017'yi yaşayalım' diyecekler, o kadar karamsar bakıyorlar bu yeni seneye. Valla yaşayıp göreceğiz. 
Kendi adıma da ben 2016'nın ilk yedi ayını direk geçip Ağustos'a gelmeyi istiyorum. Zira yine rahat duramayıp (rahat itina ile batıyor bana; son kararım) kendimi bir diploma programına soktum. Uluslararası geçerliliği olan bir öğretmenlik diploması programı bu ve an itibariyle canımı okumakta. Şu an iki modülünü birden yapıyorum. Bu şu demek; hem Haziran başında bir sınava gireceğim hem de ufak çaplı bir tez yazacağım (shit!!!). İlk bölüme sonbahardan beri çalışmam lazım ama kafamı toparlayıp çalışamadım (elektrikler evde değil kafamda kesikti hocam!) ancak çalışmaya başladım; ikinci bölüm bu hafta başladı ve ay sonuna 1100 kelimelik bir şey yazmam lazım (duble shit!!). Neyse yapacağız bir şeyler, başka yolu yok! Ha bu eziyeti o kadar çekiyorsun sonra ne olacak? Valla sağ salim çıkarsam şu işin içinden var kafamda  b c d planları; bunlardan biri olacak. 
Haaaa tabii bir de bu ay yapacağım evlatlık başvurusunun son görüşmesi var (triple shit!!!). Of pof afra tafra....
Evet ya zamanı donduralım ya da abilerim ablalarım şu fakir kulunuza bir yardım ediverin pamuk eller cebe; bir kaç adet 3D kopyamı yaptıralım; bir kopyam okulda çalışsın, bir kopyam diploma derslerine çalışsın, bir kopyam evlatlık görüşmesine hazırlansın, bir kopyam özel derslere gitsin, bir kopyam evi temizlesin yemek yapsın, bir kopyam köpeği gezdirsin, bir kopyam restoran / bar açsın, bir kopyam başladığımız motosiklet kursunu tamamlasın, bir kopyam dünyayı gezsin. Ben mi? Pijamalarımı çıkarmadan bütün gün koltukta iki seksen yatıp, dizi seyredeyim.