3 Kasım 2015 Salı

hadi

Uyanıyoruz işte bize ayrılan sürenin sonuna gelmediysek eğer ve her uyanış yeni bir başlangıç el değmemiş.

Her sabah uyanınca ben, yatak odamın camından karşı apartmanın üstünde gökyüzüne asılı Lucifer (Sabah yıldızı) ile selamlaşıyorum. "Günaydın! günün güzel geçsin" diyoruz birbirimize göz kırpıp. Bu sabah da bakıştık birbirimize "hadi" dedi bana "üzme kendini bu kadar, yılmak yok öyle ya da böyle yola devam. hem sen işler karışınca kendine demez misin hep 'panik yok, sakin ol' diye, işte o hesap sakin ol. her şey hallolur, olmazsa bile ne olursa olsun ayağa kalkıp mücadele etmek lazım, ne olursa olsun sen pes etmezsin ki."

Sonra karşıma bu yazı çıktı, Diken'den Hürrem Sönmez yazmış: "Yılgın değiliz çünkü yalnız
olmadığımızı biliyoruz".

"Aşktan ve ayrılıktan konuşuyorduk bir gün bir arkadaşımla; sonunda  kaybetmenin acısını yaşadığımız ve kalan hayatımıza kalbimizde derin bir kesikle devam etmek zorunda kaldığımız türden aşklardan.
Hikayesi son derece trajikti, sevdiğini kaybetmenin en ağır ve zorlu haliydi çünkü başına gelen. “Peki” dedim, “Zamanı geri alma şansın olsaydı onu hiç tanımamış, dolayısıyla bu mutluluğu ve sonrasında gelen bu acıyı da hiç yaşamamış olmayı tercih eder miydin?” Bir an bile tereddüt etmeksizin, “Hayır” dedi:  “Asla! Aksine aynı şekilde sonlanacağını bile bile onunla bir yıl daha yaşamak için kalan ömrümü feda ederdim.”
Bu cümledeki iddianın keskinliği bunun zaten mümkün olmadığını bilmekten kaynaklanabilir. Önemli değil, payımıza düşen bilgi değişmez. Hayata anlam katan insanlar bir dirhem bal için kırk çeki odun çiğnemeye razı olanlardır, tek bir gülüş için bir ömrü feda etmeye hazır olanlar.

Buna göre kurgulayacağız hayatı

Sabah uyandığımda garip bir şekilde bu konuşma geldi aklıma. Epey bir kısmımızın üzgün, bedbin, ‘Evet şimdi nereden devam ediyoruz’ diye düşünerek uyandığı bir sabahtı bu.
Dünyanın başka bir yerinde doğmuş olsaydık, belki başka türlüsüne uyanabilirdik evet; tertemiz bir sokakta, ağaçlara baktığımız, taze bir sonbahar havasını içimize çekip gülümseyerek yürüdüğümüz, köpeğini gezdiren yaşlı mutlu insanları, parkta müzik dinleyerek koşanları seyretttiğimiz bir sabah olabilirdi bu örneğin, ama değil. Olmadığına göre buna göre kurgulayacağız hayatı.
Öğrendik ki mutluluk bir andır, mutsuzluk ise uzun bir yol, ya da şairin dediği, “Bir kasaba meyhanesi.” Bizimki gibi bir ülkede yaşamanın tarihine dönüp baktığımızda, uzun  yatay keder çizgileri arasında parlayan nokta kadar yıldızlardır mutluluk dediğimiz.

Hacca giden karınca misali

8 Haziran sabahını hatırladım bu yazıyı yazarken. Güneşin doğuşunu izlemiştim pencereden. Yüzümüzde bir tebessüm, içimizde bir kıpırtıyla gelen bir sabahtı…
Bütün mutsuzluklardan, sıkıntılardan ve hüsranlardan bize yıldız gibi parlayan anlar kalır. Tarihin akışını da o anlar değiştirir, yaşarken her zaman anlamasak da. O anlar içindir ‘uzun ve istikrarlı mutsuzluğumuz.’ Hayatta aksinin de mümkün olduğunu bildiğimiz içindir.
Kendi payıma hiç tatmadan ve yaşamadan, hiç öğrenmeden geçip gitmektense, ne olduğunu bildiğim ve yaşadığım bir şey için mücadele ederek gitmeyi, onun ezasına da katlanmayı tercih ederim. Hacca giden karınca meselini bilirsiniz: “Bu topal ayağınla sen kim çölü geçip hacca gitmek kim” demişler, “Olsun” demiş o da, “Gidemesem bile yolunda ölürüm.”
Bugün böyleyiz evet, ama yılgın değiliz, çünkü ‘başka türlüsünün de mümkün olduğunu’ bilecek kadar şey yaşadık. Yılgın değiliz, çünkü yalnız olmadığımızı biliyoruz. Kederli olabiliriz evet, keder de insan içindir. Ama ‘Hayalgücü iktidara’ demeye devam edeceğiz. Başka yolu yok.

‘Karşı Kıyı’

Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Çetin Altan’ın eski bir yazısı vardır, ‘Karşı Kıyı’yı anlatan. Ondan alıntı yapmak istedim bugün…
“Kimi sırtına taktığı kanatlarıyla uçar gibi oluyor, ötekiler ‘Uçuyor, uçuyor’ diye bağırırken, dizüstü yere yuvarlanıyordu. Kimi kıyıdan bir koşu tutturuyor, sonra aşılmaz bir kayayla karşılaşıp süklüm püklüm geri dönüyordu.
Bazıları da karşı kıyı üstüne düşler kuruyorlardı. Hiç çalışma yoktu orada, acı yoktu, ölüm yoktu. Mevsim hep bahar, rüzgar hep ılık, aşıklar hep mutluydu. Göğüslerde, umutlu ve özlemli bir nefes dolaşıyordu:
– Ah, bir geçebilsek karşı kıyıya, diye…
Acaba gerçekten karşı kıyı var mıydı?
Belki vardı, belki yoktu…
Belki karşıda da bir yığın insan, çürüklük yaşından önce, bu kıyıya geçmek için, yüzmeye, uçmaya, kıyıdan bir yol bulmaya, bataklığı kurutmaya çalışıyordu.”
Bir karşı kıyı yoktur belki, bilmiyoruz, ama biz varlığına inanmışız ve o karşı kıyının yolunda nokta gibi parıldayan yıldızlar, mutlu anlar görmüşüz. Varsın karşı kıyı olmasın ne fark eder, sırf o anlar için bile inanmaya değmez mi…."

Umutlarımın, hayallerimin ve dileklerimin sıcak süte batırılmış un kurabiyesi gibi dağılmasına izin vermiyorum.
Arabayı duvara çarpma ihtimalini bir süreliğine rafa kaldırıyorum.

Hiç yorum yok: