22 Ekim 2015 Perşembe

labirent

 
 
Bungee jumping yapmaya başlarken tepeye çıkana kadar sorun yoktur. Hatta aşağıya kuşbakışı bakarken karınca kadar olmuş insanlar, tepeler, ağaçlar o kadar güzel görünür ve o yükseklikte hissettiğiniz rüzgar sizi öyle mest eder ki bir an orada niye bulunduğunuzu unutur, alemi seyre dalarsınız. Her şey inanılmaz bir sessizlik içinde ayaklarınızın altında serilidir ta ki o klik sesini duyana kadar. O sesten sonra ipler boşalır, biraz önce sizi tatlı tatlı okşayan rüzgar bu defa yüzünüzü şiddetle yalarken inanılmaz bir adrenalin salgılar ve vücudunuzu kontrol etmeye çalışırsınız aksi takdirde parçalara ayrılacağınızı düşünürsünüz. Ama sonra yere çok az bir mesafe kala her şey biter, rüzgar yine tatlı tatlı yüzünüze çarparken o müthiş adrenalinden pelteye dönmüş vücudunuz sadece o boşlukta amaçsızca salınmak ister. Sanki hayatı boyunca orada öyle asılı kalsanız hiç bıkmayacakmış gibi salınmak istersiniz.

Yukarıdaki resimde görülen siyah dosya öyle böyle bir dosya değil benim için. Yarın o dosyayı teslim ettiğimde hayatımın ipini çekip, klik sesini duyacağım ve son sürat bir labirente gireceğim. Bence kapkaranlık ve hiçbir şekilde önümü göremediğim, el yordamıyla, hislerimle ve de okuyacaklarımla yolumu bulacağım bir labirent bu. Çok korkuyorum ama işin tuhafı, bu korkudan da başıma geleceğini bildiğim şeylerden de zevk alıyorum.

Artık söylemenin vakti geldi sanırım....

Geçen biri "nasıl bir işe başvuruyorsunuz?" diye yazmış. E haklı tabii habire Erenköy Ruh ve Sinir ziyaret edilince insanların aklına türlü türlü şeyler gelebilir.

Efenim annelik işine başvuruyorum. Yedi yirmidört ömür boyu taahhütlü bir iş bu. Bile isteye bir evlat edinebilmek için başvurdum ve bir süredir gereken belgeleri toplayabilmek için uğraşıp duruyorum. O postlar bu işin yazılarıydı işte. Yarın topladığım belgeleri teslim ediyorum. Bundan sonra beş görüşme ve sonrasında da süresi belirsiz bir bekleme dönemi var. Bana şans dileyin.
Ya labirentte kaybolacağım ya da bir şekilde yolumu bulacağım.

21 Ekim 2015 Çarşamba

ne şans




Adaletin bu mu dünya yaaaa!!!!!! Sen git Kanada'ya böyle bir başbakan ver bize de düşen uzun olsun, ne şans yaaaaa!!! İsyaaaaannneeeenn.....Üzüntü ve muz kabuğu diyorum da başka bir şey demiyorum. Şu Kanada'ya göçmenlik başvurularına bir daha bakayım ben en iyisi.

20 Ekim 2015 Salı

evladiyelik



Altı saat dersin üstüne bir de özel dersi bitirmiş, dön dolaş aradığım D&R'da yine dön dolaş ara tara zar zor bulduğum, aldığım kişinin beğenmesini umduğum (tövbe tövbe insan hediyesini beğenir mi ama ben bayıldım, hatta her sayfasını keyifle açtım durdum) kitabı paketletirken geldi telefon:

M.D: Merhaba, nasılsınız?

E: Aaaa merhaba iyiyim, siz nasılsınız? (bir yandan da bayram değil seyran değil bu saatte niye beni aradı ki? diye düşünüyorum)

M.D: İyiyim, teşekkürler. Gelmiyor musunuz?

E: Nereye?

M.D: Derseeeee

E: Ne dersi?!!!??? Bugün değil ki dersimiz, çarşamba diye konuşmuştuk ya!!!

M.D: .........

E: Hani ben kapıdan çıkıyordum, ödevsiz günü yapalım dersi, çarşamba yaparız demiştik ya. (konuşmanın bu kısmından anlaşılacağı gibi yırtmaya çalışıyorum. Telefonu bir an önce kapatmayı, eve gitmeyi, duşumu alıp, biran önce çorbamı içip aç karnımı doyurmayı ve hepsinden önemlisi ayağımı uzatmayı hayal ediyorum. Beynimin ve midemin içinde "çorba salata çorba salata çorba salata belki köfte çorba salata belki köfte" diye dans edenler var ama heyhat yine yukardakinin olayda parmağı var)

M. D: Hay Allah! Benim kafam şey olmuş....Ama A.'nın ödevi varmış (tam bu noktada arka fondan gelen böğürtülerden durumun vahim olduğunu ufak çaplı bir kriz durumunun söz konusu olduğunu çakan evladiyelik hoca olarak duruma el koydum)

E: Tamam yarım saat içinde ordayım. (gören de nöbetçi doktor sanacak. "saat olmuş 19:45. bu saatte ne dersi layn, ben de insan evladıyım, eve gelince vakti zamanında bakın şu çocuklarınızın ödevine, anneliğin kitabını bana baştan yazdırmayın" demek var ama içimdeki şu nöbetçi öğretmen iş başında işte kahretsin)

Neyse anlaşıldığı üzere gittik ödevi hallettik ama ben de bittim. Eve geldiğimde biri "İ " dese üzerine kusacak haldeydim. Valla aha buraya yazıyorum bir emekli olayım bir daha ingilizce'nin yüzüne bakmayacağım. Bu ne ya!

Şimdi neon tabela bakıyorum, balkona asacağım böyle janjanlı olanlardan, on metre öteden görünsün; "Evladiyelik hoca, hangi gün hangi saatte olursa olsun sizi adresinizde bulur, iki kelime öğretir, varsa abuk subuk projeniz onu yapar, çevirinizi halleder iyi akşamlar der çıkarız"

19 Ekim 2015 Pazartesi

kafamda deli sorular

Kafamda deli sorular var;

1. Niye ben önüne gelinceye kadar kıpırdamayan asansör tam ben önüne gelince hareket eder ve ben asansör beklemek zorunda kalırım?

2. Ben kalın giyinince ısınan hava niye ince giyinince soğur?

3. "Yaw önemli değil bu kağıt atayım!" dediğim kağıtlar niye daha sonra lazım olur?

4. Zeytinli poğaçaların zeytinleri niye az ve poğaçanın ortasında oluyor?

5. Canımız çok ama çok sıkılınca niye atomlarımıza ayrılıp bir süre kapsama alanı dışında kalamıyoruz?

6. Niye dokuz ayın çarşambası bir araya gelir?

7. O kadar koşulara para yatırmışken ağız tadıyla koşacakken niye ama niye bir türlü o yarışlara katılamıyorum?

8. Niye ama niye hayatın kullanım klavuzu yok? Acaba dağıttılar da ben yine antin kuntin işler peşindeyken haberim mi olmadı?

9. Başımızı niye takıp çıkarmalı bir sistem şeklinde tasarlamamışlar ki ağrıdığında ya da tepemiz attığında çıkarıp bir yere koyar soğumasını beklerdik.

10. Niye kafamda sürekli antin kuntin sorular var?

16 Ekim 2015 Cuma

heyet meyet

 
 
Dün heyet günüydü...Bu işin bana en sıkıntı veren kısmı şu heyet meselesiydi. Hayatımda heyet meyet görmedim ben. Nedir, ne değildir, ne yerler, ne içerler, in midirler cin midirler bilmem. Heyetle münasebet hiç lazım olmamış şimdiye kadar bana. Bu yüzden bir gerginlik bir gerginlik bende. Sabah gardırobun önünde "heyete ne giyilir?" diye kara kara düşünüp, askıdakilere bakarken bir yandan da kesin saçma sapan cevaplar verip bir çuval inciri berbat edeceğime dair içimde bıdı bıdı konuşan o salak sesi dinlememeye çalışıyordum. Velhasıl "ne olacaksa olacak yaw kasma, olmadı sordukları sorulardan bilemediğin olursa, joker hakkımı kullanmak istiyorum dersin olur biter" diye diye saati oniki yaptım, fırladım çıktım okuldan. Tabii yine her randevuya erken gittiğim gibi Erenköy Ruh ve Sinir'e de bir buçuk saatçik  kadar erken gittim. E napıcam, oturdum bahçesinde başladım beklemeye de beklerken kızın biri sinir krizi geçirdi. Bedensel ve zihinsel engelli olduğu belli olan bu kızcağızı annesi doktor kontrolüne getirmiş ama kız -gelmek istemediği zaten her halinden belliydi- avazı çıktığı kadar bağırıp annesine vurmaya başladı. Herkes de oturdu onları izledi. Sonra Allah'tan kız biraz sakinleşti, bir banka oturup kendi kendine ağlamaya başladı ve gösteri bitti. Bu arada da biz (ben ve randevu sırası bekleyen hastalar ve hasta yakınları) olanları poliklinik birin içinde oturup seyrederken bir yandan da içeri girdiğimde hasta babasına refakat etmek için geldiğini düşündüğüm genç çocuk ile yanlarında oturan meraklı teyze arasında ayaküstü terapi seansını dinledik. Çocuk "böyle yaparsa kapatırlar onu!" dedi. Yanlarında oturan meraklı teyze hemen atladı, "biliyorsun galiba sen bu işi?" "Altı kez yattım ben teyze." "Öyle mi? Ben de diyorum nerden tanıdık geliyorsun diye. Benim de kızım yattı da acaba koridorda falan görmüş olabilir miyim seni? Ne şikayetin var oğlum?", "Kardeşlerim delirtti beni teyze. Beni kıskanıyorlar. Ne yaparsam kıskanıyorlar!" "Yok öyle deme evladım. Kardeşin onlar senin. Niye kıskansınlar seni?" diye bir süre daha devam etti bu ayaküstü terapi seansı ama ben bir yerde pes ettim, bıraktım dinlemeyi. Saat bir buçukta beni alacaklarını beklerken, saat iki buçuk üç buçuk oldu ve oturduğum koltukla bütünleşmek ve beni unuttuklarını düşünüp; "sanırım kalkıp beni unuttunuz diye bağırmam gerek ama şurda kıvrılıp uyumak daha keyifli, biraz kestireyim" diyip uyku moduna geçmek üzereyken adımı söylediler. Toplam üç buçuk saat beklemenin vermiş olduğu rehavet ve uyuşukluk ile çıktım heyetin karşısına. Upuzun bir heyet masasına oturmuş yedi kişi. İçeri girer girmez masanın üzerindeki tabakta bir tane kalmış olan poğaçaya gözüm takıldı. "Heyetler de insaflıymış, bak poğaça falan ikram ediyorlar" diye düşündüm. Sonra beni masanın öbür ucuna oturttular (ve tabii o poğaçayı ikram etmediler) yedi kişi kafasını çevirip başladılar bana bakmaya. Bir gülesim geldi. Hepsi bana bakıyor. "eeeee daha daha nassınız?" dememek için zor tuttum kendimi. Kısa süren bir sessizliğin ardından masanın diğer ucundaki deneyimli heyetçi ve heyet başı olduğu belli tombalak teyze soruları sormaya başladı. Diğerleri de çömez heyetçiler, orada heyetçilik oynamaya gelmişler ama yüzlerinde abartılı bir ciddiyet. (Bu psikologlarda niye böyle abartılı bir ciddiyet var anlamadım. Hepsinin surat nötr. Duygu belli etmemeye çalışıyorlar da biraz abartıyorlar bence.) Neyse tombalak heyet başı teyze bana bu işin başından beri sorulan klasik soruları ve başvuru için hangi belgeleri istediklerini sordu. Sanki dün akşam çalışmam gereken sayfaları çalışmış mıyım diye beni sözlüye kaldıran öğretmen gibi. Bir an "şimdi bana marmara bölgesinde yetişen ürünleri de sorar bu!" diye aklımdan geçirmedim değil ama neyse o safhaya gelmeden sözlüm bitti, "çıkabilirsin!" dediler. Heyet maceram topu topu yedi dakika sürdü.
Sonuç ne: hiç yani bilmiyorum. Heyetçi başı teyze ve diğer çömezlere sevdirdiysem kendimi, yırttık yoksa? yoksası yok işte.

15 Ekim 2015 Perşembe

hayalperest

 
Her sabah Köfte bey'le yollara düşüyoruz. Yarım saatliğine tüm sokaklar hatta dünya bizim. O kadar erken dışarıdayız ki mahalle camiinin imamı bizi görünce ezan vaktinin geldiğini anlayıp, sabah ezanını okuyor.
Bu sabah yine sokakların fatihi olarak dolaşırken susamlı çubukları yenilebileybıl ama şimdiye kadar yediğim en kötü Selanik keki yapan Ö. pastanesinin önünde yine son sürat araba kullanan bir kendini bilmezin kurbanı kedi gördük. Kafadan aldığı darbe ile boş sokakta öylece yatıyordu. Zaman ilerledikçe mesaiye ve işine gitmek için yola çıkan arabalar ise kedinin ölüsünü görünce direksiyonlarını hünerli manevralarla sağa sola döndürüp bir şekilde onu daha da pestile çevirmeden yakınından yöresinden geçip gittiler. Bir Allahın kulu inip de kenara alayım demedi. Tabii iş antin kuntin işler müdürü olarak bana kaldı. Ne poşet istediğim pastane sahibi, ne taksisinin içinde oturup olup biteni izleyen taksi şoförü "durun hanfendi, biz kaldırırız onu" demedi. Ne yaptığıma bakmadılar bile. Umursamaz tavırlar içinde kendi işleri ile ilgilendiler.
Ne oldu yahu insanlara? Bu kadar mı herkes kendi içine döndü, kabuğuna çekildi. Bırak kedi ölüsünü insanlar ölmüş, başkentinde 100 kişi yok olmuş, belli bir kesimin dışında hiç kimsede tepki yok. Bir kaç gündür sabahtan akşama kadar dışarıdayım, sokakta gördüğüm insanların yüzüne bakıyorum acaba bir tepki görür müyüm diye yok göremedim, göremiyorum. Bu kadar duygusuz insan topluluğu ile güzel günler hayal etmek, her şeyin bir gün güzel olabileceğini düşünmek hayaperestlikten öte bir şey değil mi? Hala güzel şeyler hayal etmek için yeterince umudumuz var mı yoksa ünlü Türk düşünürü Orhan Gencebay'ın dediği gibi batsın mı bu dünya?

10 Ekim 2015 Cumartesi

utanç



Gözlerim bunu da gördü
Kulaklarım o sayıyı da duydu
İçim acıyla yine kavruldu ki zaten önceki katliamlardan cinayetlerden yanıktı içim.
Hayallerimizi, geleceğimizi, gülüşlerimizi, özgürlüğümüzü, nefes alışımızı bile çaldılar çünkü ben
onca masum can pisi pisine ölürken nefes almaktan, gülmekten utanç duyuyorum. Hayatım boyunca böyle hissedeceğim. Roboski'de, Suruç'ta, Soma'da, Ankara'da onca can katledildiğinde onlar orada bizler de burada öldük. Ruhlarımızın yarısını onlarla birlikte toprağa gömdüler. Artık tüm gülüşlerimiz yarım, aldığımız nefes eksik, suçlu, borçlu. Borçluyuz evet. Hesap sormazsak hesap sorulmasını sağlamazsak, susarsak, sormaz okumaz öğrenmezsek bir de biz onları öldüreceğiz. Ama ölmek kolay aslolan yaşamak ve mücadele etmek, ta ki bizden sonrakilerin gülüşleri tam aldıkları nefes gerçekten özgür olana dek.

4 Ekim 2015 Pazar

39



Hadi bakalım an itibariyle (saatlerimiz 00:00, takvimler 5 Ekim) 3'lülerde bitti gitti sayılır. Geçmiş olsun mu diyelim yoksa gözün aydın mı? Geriye dönüp bakıyorum da pek de fena iş çıkarmamışız; idare ederiz yani. Kabul et arada yalpalıyoruz, sağa sola savruluyoruz ama direksiyonun iyi, yine yola sokuyorsun bizi. Bazen olmadık işler peşinde az koşturmuyorsun bizi ama genel olarak oldukça tahammül edilebıleybıl bir insansın.
Bak şimdiden anlaşalım; şimdiye kadar her şey çok güzel oldu, bundan sonrası da çok güzel olacak. Yorulmak, yılmak yok. Sen düşersen ben seni, ben düşersem sen beni kaldıracaksın. Ona göre.

Oturdun egona da mektup yazdırdın ya, senin Erenköy'dekiler umarım okumuyorlardır. Daha raporu alamadık bak... Neyse...

Seviyorum kız seni!! Hadi şimdi çak bir beşlik, bir çay koy daha pasta yiyeceğiz.

Sevgiler

E.T


yaz vs sonbahar

Bu sene, yaza sadece tahammül ettiğime, bu mevsime o kadar da bayılmadığıma karar verdim. Her sene yaza bir şans daha verirdim ama yok yok benim mevsimim açık ara sarı sonbahar.

Hazır bayram seyran rehaveti kalkmış, kış programı başlamış özel ders vs. ile hafiften sahalara geri dönmüşken, bir yaz ve sonbahar karşılaştırması yapayım dedim. Kendi tarihime de not düşmüş olayım, bakalım yıllar içinde fikrim değişecek mi?


Şimdi Allah için yazın hiç mi güzel tarafları yok; olmaz mı yazı yaz yapan, sıcak kumlardan (pardon taşlardan demek lazım çünkü bizim orası silme taş. Önce şezlongunu veya üzerine yatacağın havluyu taşların üzerine serip, bir iki toto darbesiyle en rahat olacağın şekli bulmak için uğraşman hatta mümkünse o şeklin sen eve gidinceye kadar kalmasını sağlamak için bütün ağırlığını taşlara verecek şekilde iki seksen yatman lazım) serin sulara atladığın an. Bak bunu hiç bir şeye değişmem. O serin suyun bir anda cimil cimil sıcak deriyi soğutma hissi mükemmel bir şey.
Sonra bir de yazı eğlenceli kılan "sahil delişmenleri" var. Onları seyretmekten doğru dürüst kitap okuyamıyorum bazen. Bu abilerin en büyük "sahilde abla tavlama pozu", plajın gerisinden koşa koşa gelip şaaaap diye suya atlamak. Ama bu değme serbest atlama şampiyonlarını kıskandıracak kadar artistik suya girişin arkası, kol kıvırmadan atılan kulaçlar ve her kulaçla senkronize bir şekilde sağa ve sola merdaneli makina misali çevrilen, suya sokulmayan kafalar.
Yazın bir bu abilerin bir de altmış yaş ve üstü yaşlı amcaların hastasıyım. Köpeği olanlar bilir, sabah akşam tuvalet ihtiyaçları için çevre sokakları tavaf etmeniz gerekir ve yazın hava ısındığında bu hem sizin hem de köpeğiniz için tam bir işkence olur. Haliyle erken saatler, havanın henüz ısınmadığı altı buçuk yedi gibi saatler, yazın köpek dolaştırmak için en ideal saatlerdir. Biz de Köfte bey'le yazın bu saatlerde çıkıyoruz dışarı ve çıkışımızda altlarında şort mayo üstleri çıplak (sadece erken saatte değil, gün içerisinde de itina ile şortun üstüne bir şey giymiyor bu amcalar. hayır bir Sean Connery de değiller, şöyle göz banyosu yapalım ama vardır herhalde bunun da bir hikmeti) koca göbekli erken saatte denize giren amca gruplarıyla karşılaşıyoruz. Bunlar sahilde belli aralıklarla konuşlanıyorlar ve hepsi birbirini tanıyor. Sanırım "şort mayolu üstü çıplak koca göbekli amca" klanı falan var bizim yazlık bölgesinde. Benim favorim tavla turnuvası yapan grup. Belli bir ağaçları var, her sabah sektirmeden tavla turnuvası yapıyorlar altı buçukta. Seneye bir iki el tavla atmak için, bu gruba yanaşma planım var, bakalım kısmet.


Bunlar yazın sevimli tarafları ama en sevimsiz kısmı o renkli strafor çubuklar. Herkesin elinde ışın kılıcı sallar gibi salladığı pembe, sarı, yeşil ve mavi renkte olan ve genelde yüzme bilmeyenlerin tercih ettiği ama bence hiç de boğulmaları engelleyici olmayan o aptal çubuklar, bütün plajların gözdesi. Sahile gelen her ailenin baş eşyası, bir de hiç bir yere sığmıyor. Onu bir yere koyabilirse plaja gelen aile, kendi de yerleşebiliyor. Ona bir yer bulmadan deniz keyfi namümkün. 


Ama sonbahar öyle mi! Denize, havaya ve insanın içine bir dinginlik çöküyor sonbahar gelince. Yazın o haldır huldur koşuşturmacasındansa sonbaharın sessiz sahillerini, yağdı yağacak havasını, yağan yağmurun ardından gelen toprak kokusunu, balkona düşen yağmur tanelerini ayağımda çorap, üstümde sweatshirt izlemeyi, dışarda hafif bir rüzgar eserken, serin denize girmek için kendi kendimi kandırma çabalarımı ve denizde donup, suyun dışına çıkınca da serin rüzgarı hissedip titreyerek sıcak duşun altında ısınmayı, bu sefer "altmış yaş ve üstü altlarında eşofman, üstleri yelekli, çoraplı ayaklarına terlik giyen amcalar" grubu ile karşılaşmayı hatta bazıları ile köpek, hava, su, börtü böcek muhabbeti yapmayı, koskoca sahilin nerdeyse bana ait olmasını tercih ederim. 

1 Ekim 2015 Perşembe

istifa


Bugün belki de ilk defa şu anda hayattan istifa etmeye karar verdim. Bu da istifa mektubum:

Sayın Hayat,

Nedir sizin benimle derdiniz kuzum? Hayır Süper Mario gibi tıfıl, totodan bacak ve bıyıklı değilim de siz niye hep beni bir şeylerle uğraştırıyorsunuz? Ben size nerede yamuk yaptım da benim hayatım bir bilgisayar oyununa döndü; habire level atlamaya çalışıyorum. Her levelda önüme yeni bir canavar, yeni bir görev veriyorsun. Yahu benim tek istediğim terliğimi ayağımda keyifle sallayacağım bir hayat, sen beni habire uğraştırıyorsun. Ne Don Kişot'um, ne Jean Dark. Aslında sizden şu terlikten başka oldukça basit isteklerim (bak anlamadıysan yazayım, ne tek taş isterim, ne hanlar hamamlar, ne yatlar ne katlar, bir dürüst yiğit, cesur, kalp isterim sevmesini korumasını, desteklemesini bilen o kadar) var ama siz büyük bir kendini beğenmişlikle bana bunları reva görmüyorsunuz. Biliniz ki size karşı kalbim feci kırık ama Haydarpaşa'nın önüne gidip "Hayat seni yeneceğim uleyynnn!" diye bağırmıyorsam size saygımdandır.
Yine de siz bilirsiniz, siz önden buyrun bana yeni levellar sunun ama ben artık gelişine vuracağım toplara. Olursa olur gerisi yalan olur. Zaten bir Beşiktaş'ı bile şampiyon yapmıyorsun ben senden daha ne isteyeyim. Küstüm ve istifa ediyorum. Lütfen çıkarken şalteri indirin.

Sevgiler,

Eski bir hayranınız

yine yeniden erenköy ruh

Erenköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesi'ne abone oldum! Bu aralar neredeyse her hafta kapısından içeri giriyorum. Acil kapısını tercih ediyorum, eve daha yakın diye. Düz ayak hemen arabayı park edip, güvenliğe bir selam çakıp, kirpik makasını (güvenlik, makyaj çantamda bulunan küçük makasa bu adı verdi!!!) arabada bırakıp, o hafta ne yapmam gerekiyorsa onu yapmam gereken bölüme gidiyorum. Artık idari binadaki herşeyi bilen Erkan bey'e ihtiyacım yok.

Bu haftaki görevim, hani şu gizli saklı bir işim var ya onunla ilgili psikolojik bir teste girmekti. Toplam 564 adet olan soruların ilk 400'unu tamamen cevaplamak (doğru ya da yanlış şeklinde) gerekiyor, geriye kalanlardan da işaretli olanları cevaplamam yeterli.
Bu 400 sorunun hakkaten maşallahı vardı. Aklımda kalanlardan bazıları şunlar:

- sık sık gaipten sesler duyuyorum.
- sık sık başım ağrıyor, nefesim tıkanıyor.
- kuran'da yazan herşey gerçekleşiyor.
- benim için kumpas kuranlar var.
- hayatımın bir döneminde etrafımda bir şeyler aşırma isteği duydum.
- bazen aklımdan kötü kötü düşünceler geçiyor.
- gazetede en çok cinayet yazıları okumayı severim.
-büyük küçük abdestimi tutmakta zorlanıyorum.

Bazı sorular gerçekten insan da "kesin bunda bir nane var!" dedirten cinsten sorulardı ve öyle sormuşlar ki soruları doğru ile yanlış işaretlemek de hata yapabilir insan. Yani soruyu öyle bir sormuşlar ki yapmadığınız bir şey ama doğru diye işaretllemeniz gerekiyor ya da tam tersi.
Ben laylaylom cevapladım soruları, "amaaan bu  uymuş" diye ama dün gün içinde oturup dururken kendi kendime "yaw yanlış cevaplamış olabilir miyim? bir terslik olmaz inşallah; ya doğruyu yanlış yanlışı doğru işaretlediysem" diye diye içim içimi yedi.

Cuma'ya sonuçları alacağım; inşallah delilik oranım düşük çıkar.