21 Haziran 2013 Cuma

mutluluk: nerden geleceği belli olmaz

Şaftım kaydı vallahi. Bu direniş, devrim işleri tevekkeli değil gençler tarafından yapılıyor. Biz değil otuz beş kırkına merdiven dayamışlar için, zor işler. Olan biteni düşünmekten, takip etmekten helak oldum, oluyorum. Eskiden gözümüzü açmadan gazeteyi açardık, kahvaltı sofrasında, şimdi tweeter açıyoruz. Fena aslında, hepimizin eli gözü cep telefonlarında, kafamızı kaldırıp, birbirimizin yüzüne bakmıyoruz. Bu yüzden pek bu tweeter işi hoşuma gitmiyor ama yapacak bir şey yok, haberler onda.
Neyse bu direniş işine benim evin su boruları da dahil olmak istedi ve "dirensuborusu!", "özgür halkların birleşik su boruları" dediler herhalde ki, geçen hafta evin su boruları su koyverdi, patır patır patladılar. Hal böyle olunca, su borularının değişmesi farz oldu.
Evde tadilat olması demek, evin inşaat alanına dönmesi demek, evde yemeğin olmaması demek, kedilerin ve köpeğin zorla bir tarafta, bir odada tutulmaya çalışılması ve onların tozdan etkilenmemesine çalışılması demek, belirtilen zamanda bitmeme ihtimali olan tadilat yüzünden sefil olmak demek ama benim için en önemlisi EVDE DUŞ ALACAK SUYUN OLMAMASI demek!!!
Geçen hafta başlayan tadilat, benim bütün beklentilerimi karşıladı. Bütün banyo, mutfağın bir kısmı kırıldı, odanın biri banyodan çıkan ıvır zıvırın konması için kapatıldı, yatak odasına geçiş durdu, olmayan salon kapısına mavi kalın naylon yapıştırıldı, mutfağa ve sokak kapısına geçiş balkondan yapıldı. Biz (sevgili, ben, bir köpek, üç kedi ) salonda komun halinde yaşamaya başladık. İnsan önce bir yadırgıyor, koltukta yatmaktan boynu falan tutuluyor ama bir süre sonra alışıyorsun. Kediler ve köpek hemen kendi saflarını belirledi, herkes kendi köşesinde yattı; sorun olmadı. Allah'ın birazcık sevgili kuluyum da hayvanlar birbiriyle geçiniyor yoksa ayvayı yemiştim. Zaten tozdan da fazla etkilenmediler; sorun olmadı.
Hani klasik bir geyik vardır ya "insan birşeyin değerini kaybedince anlar" diye. Banyomdaki duşun kıymetini onu kaybedince anladım. Eskiden ne zaman istersem hop aç duşu gir banyoya şeklinde yaşarken son zamanlarda bir damla sıcak suyun altında yıkanmak için gün saymak Çin işkencesi gibi bir şeymiş. Neyse Çarşamba akşamı en sonunda duşu taktılar. Allah'ım o ne büyük mutluluktu. Hayır utanmasam, sarılacağım duşa, o derece hasret kalmışım, sıcak suya. Ne zaman ki suyu açıp, kafamı soktum altına benden mutlusu olmadı dünyada.
O zaman daha da dank etti kafama; mutluluk bir şeye bağlı değil. Mesela şu Gezi parkı direnişi. Özgürlüklerimizin, özel hayatımızın kısıtlanmasının, yeşilin katledilmesinin farkındaydık ama sesimizi çıkarmak için küçük bir kıvılcım yetti. Bütün yaşadıklarımız evet hem korkunçtu hem de inanılmazdı ama sonuçta şu anda kendimizi inanılmaz mutlu hissediyoruz. Bir şeylerin değiştiğini, en azından değişebilme ihtimali olduğunu bilmek bile bizi mutlu ediyor ve bence bu yüzden kendimizi mutlu hissediyoruz. Daha önce kaybettiğimiz ve şimdi şimdi farkında olduğumuz gücümüzle barışıyoruz ve birbirimizle kenetleniyoruz. Çok güzel şeyler oluyor ve olacak.
Artık benim son moda bir banyom ve geleceğe dair güzel umutlarım var. Mutlu olmak için daha ne isteyeyim.

6 Haziran 2013 Perşembe

zafer


Bir sürü kötü görüntünün yanında dünya, Gezi parkı olaylarının bu zeki ve yaratıcılık kokan duvar yazılarını da hatırlayacak. Gezi Parkı olayları, sadece dünyaya değil kendimize de neler yapabileceğimizi kanıtlamanın yanı sıra bize, gençlerimizin ne kadar duyarlı, zeki, mizah yönü kuvvetli ve çok ama çok yaratıcı beyinler olduğunu göstermesi açısından da tam bir zaferdir.

3 Haziran 2013 Pazartesi

anarşik olmak zor zanaat


Hayat bu... her an herşey olabilir. Bir sabah uyanıp şu 'bela!!!' tibitıra bakıp, tüm amaçları yeşili korumak olan insanların tepelerine uyurken biber gazı sıkmak suretiyle saldırıldığını okumak benim gibi bir sürü insanın hayat rutinini değiştirdi. Kaderde anarşist olmak da varmış. Son altı gündür elimizde akıllı telefonlar, gözümüz tibitırda, aklımız sokakta, elimizde tencere tava kepçe tahta kaşık "eeeehhhhh yetti bea!" diyoruz.
Perşembe akşamının ardından Cumartesi günü de orada bu onurlu direnişi başlatan arkadaşlarımıza desteğe gittiğimizde, doğrusunu söylemek gerekirse biraz hayalkırıklığına uğradım çünkü Cuma gecesinin yoğun direnişinin ardından Cumartesi günü öğle saatlerinde çekilen polisin ardından, meydan İstanbul'un her yerinden akın akın gelen yüz binlerce kişiyle dolmuştu. Kutlayamadıkları 1 Mayıs'ın acısını çıkartıcasına halay çeken, dolaşan, dans eden, şarkı söyleyen bu insanlar, sahte bir zaferin kutlamasını yapmaktaydılar. Zafer sahteydi çünkü daha ortada değişen bir şey, dilenmiş bir özür yoktu (zaten olacağı da yok da, bir ihtimal işte). Hal böyle olunca biz de ortamın nabzını tuttuk, 'bari eve dönelim, evden tencere tava desteğine devam edelim' diye eve dönüş yoluna Gümüşsuyu'ndan başladık. Burada da bir zafer havası hüküm sürmekteydi. Hatta el ele kol kola girmiş sanatçıların, yokuşun aşağısından geldiklerini görünce ahaliden büyük bir alkış koptu. İnönü stadının karşısındaki, Dolmabahçe'ye inerken soldaki yamaçta çoktan Cumartesi pikniği kıvamına bürünen insanlar, çimenlere yayılmış, stadın yanında terkedilmiş polis aracını ters çeviren birkaç hırslı kişiyi, Hollywoodvari bir aksiyon filminin aktörlerini izler gibi izlemekteydiler. Her şey normal her şey olağandı. Ne bir slogan ne bir taşkınlık vardı. Dolmabahçe'den Beşiktaş'a yürürken bir anda gözü yaşlı insanlar gördük. "Gitmeyin ileriye gaz bombası atıyorlar!' dediler. Şahsen ben içimden "Hadi leyn!' dedim. Ortada ne vardı ki bomba atılsın. Arabalar yoldan geçmekteydi, insanlar " oldu da bitti maşallah, yolda attık sloganları, bu kadar anaşiklik yeter, eve gideyim de Survivor seyredeyim' havasında, Cumhuriyet mitingine gelmiş gibi davranan bir kitleydi. Bunlara mı bomba atılacaktı. Öyle değilmiş işte.
Yolu kestiler bir anda. Yol kesildiği için Taksim'den gelen, evine dönen kalabalıklar gittikçe birikmeye başladı. Biriktikçe ve yol açılmadıkça, tansiyon yükseldi, sloganlar atmaya başladık. Sonra olan oldu. Önce "geliyor!" çığlığı duyduk sonra üzerimize doğru koşan kalabalığı. "Koşmayın, sakin olun" çağrısı biraz olsun yatıştırdı milleti, yavaşladılar. Ardından biber gazı geldi. Bir anda öksüren tıksıran insanlar. Neye uğradıklarını şaşıran, dehşet içinde bakan kocaman gözler. O kadar belli ki daha önce böyle bir şeyin içinde bulunmadıkları. Daha kendimize gelemeden Kabataş tarafından bir çığlık "toma geliyor!". Son sürat bir toma üzerimize tazyikli suyu sıktı. Suyun şiddeti o kadar büyük ki, gerçekten karşısında durmak zor. Hepimiz duş yaptık. Ama bu da durduramadı kitleyi. Şoku atlatan gülümseyerek birbirine bakıyor, üstünü başını düzeltiyordu. Baktı polis, ne biber gazı ne tazyikli su grubu dağıtmıyor aksine grup daha da büyüyor, hınçlanıyor, son vuruşu yapmaya karar verdi. Son sürat gaz bombası fişeklerini ateşledi. Kitle deli gibi Kabataş tarafına doğru koşmaya başladı. Biz koşmak yerine Dolmabahçe'de bulunan askeri birliğin karşısında kafamızı koruyarak kapanmayı uygun bulduk. Koşmak, belki panik halinde koşan halkın içinde ezilmek olacaktı. Kafamızı koruyup kapandık. Tek duyduğumuz ateşlenen fişek sesleriydi. Pat pat pat. Nereye atıldığını, nasıl atıldığını göremiyorsunuz, tek duyduğunuz ses ve yapabildiğiniz tek şey de "ne olur bitsin!' diye dua edebilmek. Fişek seslerinin kesilmesinden saniyeler sonra o belki de hayatımda hiç unutamayacağım deneyimi yaşadı duvar kenarına büzüşmüş ben dahil yirmi kusur kişi; yoğunlaştırılmış biber gazının ya da portakal gazının o insanı dehşete düşüren boğulma hissini. Polis bizi biber gazıyla çift taraflı gazladıktan ve sis bombası attıktan sonra coplayarak barikat kurdukları 100 metre ileriye döndü, yürüyerek. Saniyeler içinde ciğerlerim öyle birşeyle doldu ki felç oldum. Nefes alabilmem mümkün değildi. Nefes almaya çalıştıkça nefes alamamam artıyor, nefes alamadıkça nefes alamama paniğim büyüyordu. Elim ayağım titremeye başladı. Tek düşündüğüm "Nefes alamıyorum, nefes alamıyorum"du. Boğulmanın dehşetini anladık hepimiz. Ardından çığlıklar yükseldi. "Ölüyorum! Yardım edin! Astımım var yardım edin! Kurtarın beni! Ne olur yapmayın!" Kimse profesyonel direnişçi değildi ve herkes oraya barışçıl amaçlarla geldiği için kendini koruyacak herhangi bir şeye sahip değildi. Bizim ise yanımızda sadece suyla karıştırılmış Talcid şurup vardı. Ama içinde kaldığımız sis bombası içinde, yanında durduğumuz duvarı bile göremez, o çığlıkları işitirken panikten kurtulup, kendimizi toparlayayıp, Talcid'i gözlerimize sürmemiz pek kolay olmadı. Neyse G.'cim hemen kendini toparladı ve önce kendine sonra bana ve kardeşime Talcidli mucize sıvıyı uyguladı. Gözlerimi açıp biraz kendimi toparlayabildiğimde, gördüğüm manzarayı hiç unutamayacağım. Ortalık toz duman, dakikalar önce binlerce insanın bulunduğu alanda sadece biz kalmışız, millet ağlıyor, herkes panik içinde yerden kalkmaya çalışıyor. Sağınıza bakıyorsunuz 100 metre ileride polis, sana bakıyor dumanların içinde. Ne yapacağı belli değil. Bir an gelip tekrar coplayabilir. Tomaların önünde ellerinde silahlar bakıyorlar sana. Sanki bir korku filmi, uzaydan gelmiş gibiler. Sola bakıyorsun duman. İleride ne olduğunu göremiyorsun. Belki o dumanın içinde de bir polis grubu var ve o tarafa doğru yürürsek, onların kucağına düşeceğiz. Bilemiyoruz. Sonra G.'cim, askeriyenin birkaç kişiyi içeriye aldığını görüyor, biz de o tarafa koşuyoruz, kapıyı kapatıyorlar. Yalvar yakar kendimizi zorla içeriye aldırıyoruz. Karşıya geçerken duvar kenarında kendinden geçmiş adamı söylüyoruz önce ama bizi dinlemiyorlar. "Ambulansa ulaşamıyoruz!" diyorlar. Aklımız o adamda çaresiz bize söylenen tarafa geçiyoruz. Asker de gergin çünkü bize yardım ettiği için polisi karşısına alabilir. Bunu istemiyorlar. Hepimizi görüşme odasına ve mühimmat odasına sokuyorlar. "Işıklar kapanıyor, camdan uzak durun!" uyarısı yapılıyor. Biraz sonra caddeden yine sesler yükselmeye başlıyor. Grup tekrar geliyor. Yine gazlıyorlar ama olmuyor grup bir daha bir daha geliyor polisin karşısına. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Polis grubu Akaretler ve Barbaros'a doğru kovalıyor. Asker, ortalığın nispeten sakinleştiğini görüp bizi dışarı bırakıyor. Etraf sessiz, yolda sökülen kaldırım taşlarını, barikatları görüyoruz. Beşiktaş'a doğru yürüyoruz. Ama o kadar tedirginiz ki karşıdan gelen her karaltı bizim için polis. Biz yolun solunda yürürken sağ tarafta duran polisi görüyoruz, ne yapacaklarını bilmiyoruz. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz, öylesine körlemesine gidiyoruz. Önce motor var mı diye bakıyoruz; yok. Çoktan bitirmişler motorları. Taksi yok, otobüs yok. Tek yapacağımız yürümek. Yürüyerek karşıya geçme ihtimalini değerlendiriyoruz da köprüye nereden çıkacağız. Barbaros çatışıyor, Ortaköy'de slogan atan, onları üst geçitten izleyen polisin ne yapacağını bilemiyoruz. Yıldız'a doğru yürüyoruz, en sonunda bir taksi bulup kendimizi atıyor, eve varıyoruz.
Bütün bu yaşananlar kendime ara ara sorduğum şu sorunun cevabını vermesi açısından önemliydi. "Bir milli mücadele gerekse, savaş durumu oluşsa ön saflarda savaşmak için cepheye vs.'ye gider miyim?" Evet, gidermişim. Cumartesi gecesi yaşadığım o dehşetin ardından vazgeçmek yerine daha da bilendim. Artık o attıkları gazın içinde olan birşeyden mi bilmem, insan vazgeçeceğine, "acımadı ki acımadı ki!" diyip, koşa koşa orada günlerdir direnen, sürekli o korkunç gaza maruz kalan genç, yaşlı herkesin yanında olmak istiyor. Gerçekten bizim yaptığımız tencere tava protestoları evet iyidir güzeldir ama tatlı su aktivistliğinden öte birşey değildir. Bu işte asıl aktivistliği yapanlar ve takdiri hak edenler, daha öncede belirttiğim gibi altı gündür canla başla parkı için direnen kişilerdir.
Her gün onların yanında olamasam da kalbim ve ruhum onlarla. Gerekirse hiç düşünmeden yanlarına giderim ve bizi bir takım çapulcu olarak nitelendiren kişiye de -beni okumaz ya, olsun- "CANISI! ÇAPULCU OLMAKTAN GURUR DUYUYORUM. SONUNA KADAR DİREN GEZİ PARKI" derim.