24 Mayıs 2015 Pazar

alaplı'nın üstünden karga geçiyor*

Haftalar hatta aylar öncesinden kararlaştırmıştık; 'Bu sene Ereğli'ye okulun mezunlar gününe katılınacak.' Her sene konuşulan bu plan, bu sene lafta kalmadı daha doğrusu kalamadı çünkü biz ilk mezunların mezuniyetinin yirminci senesiydi bu sene. Mezunlar derneğinin gönderdiği mailde biz yirminci yıl mezunları için özel bir programın yapılacağı ve bizim için çeşitli hediyelerin olacağıydı. Eh dernek o kadar çalışınca hele de yirminci yıl olunca bize yol gözüktü. Nerde kalınacak, ne giyilecek, ne yenecek gibi bir sürü plan program yapıldı ve geçen cumartesi sabahı erkenden altıncı sınıftan beri tanıdığım bu demektir ki yirmiyedi senelik arkadaşım A.'yı da alarak yollara düştük.
Geçen hafta başından beri içim heyecandan pır pır ediyordu. En son 99'da Ereğli'ye gitmiş, o zamandan bu zamana kadar da gitmek için hiç fırsat yaratamamıştım. Halbuki ne kadar yakınmış. Tam ikibuçuk saatte Ereğli'ye vardık. Düzce'ye sapmadan önce Ereğli yönünü gösteren tabelayı görünce, yıllarca gerçek evimden uzaktan bir tatil yapıyormuşum da geri dönüyormuşum hissine kapıldım.

                        
Yolda değişen tek şey meşhur Karadeniz otoyolu için açılan dokuz adet tüneldi. Yıllarca etrafını dolaştığımız dağların delinmesi bizi hayretten hayrete düşürüp, her tünelden geçtiğimizde A.'cım ile benim bıkmadan yaptığımız; "aaaaaa, dağı delmişler! aaaaa, denizi göremiyoruz! aaaaa ne kadar uzun tünel! aaaaa ne gerek vardı canım bu tünellere!" konulu bitmek bilmez yorumlarımızdan bıkan kardeşimin, bir ara kendini tünelin derin dehlizlerine atacağını sandıysam da korktuğum başıma gelmedi.
Heyecan ve sevinçten çarpan kalplerimize, açlıktan guruldayan karınlarımızın sesi eklenince soluğu, biz orada yaşarken pek düzenlenmeyen ama şimdi çok keyifli deniz kenarı kafelerinin olduğu Bozhane bölgesindeki bir kafede aldık. Deniz de bizi özlemiş olacak ki pek keyifliydi.

Kahvaltının ardından soluğu eski Bağlık dediğimiz bölgede aldık. Biz öğrenciyken, Bağlık restoranda arada öğlen yemeklerimizi yer, ardından sallana sallana okula giderdik. Ama asıl bizim için bu restoranın önemi, bahçesindeki minik süs havuzuydu. Okuldan çıkıldığında yeni flört etmeye başlayan çiftlerin, kavga edecek ve muhtemelen ayrılacak çiftlerin ya da canı sıkılan, eve gitmeden önce iki çift laf etmek isteyenlerin buluşma mekanıydı. Minik havuzun kenarındaki banklara oturur, ağaçların arasındaki bu görece gizli sığınakta, hem yokuşun aşağısından gelenleri izler hem de kimle oturuyorsanız onunla laflardınız. Cumartesi günü eski günleri yad etmeye bu havuzdan başladık ama ilk hayalkırıklığımızı da burada yaşadık. Eskilerin meşhur lafı, "eskiden dutluktu buralar yavrucum", bizim için tam tersine döndü ve kendimizi şöyle söylerken bulduk; "Eskiden burası havuzdu, yavrucum. Şimdi dutluk olmuş." Yıllar bizim minik havuzu yutmuş, havuzdan geriye bir sürü sarmaşık, ağaç ve bitki örtüsü kalmıştı. Kısacası, havuz anılarımızın üstü sarmaşıklarla kaplanmıştı.

Bu görüntüden biraz moralimiz bozulsa da enseyi karartmadık ve eskiden oturduğumuz evlerin yolunu tuttuk. Tabii dedikodu merdivenlerinde başladı yolculuğumuz.
Bu merdivenler bizim evlerimizin olduğu 48 Evler ve 52 Evler'e gider. A'cım, 48'lerde biz ise 52'lerde oturur, her gün okuldan eve giderken bu merdivenleri kullanır ve bu merdivenleri inerken o günün muhasebesini, önemli olaylarını tartışır, kaynatırdık. Bizim zamanımızda yan tarafı geniş bir yeşillikti, şimdi kocaman ağaçlar büyümüş. Yıllar sonra onlu yaşlarını bitirirken inmeyi bıraktığın o merdivenlerden otuzlarını bitiriyorken iniyor olmak, çok tuhaf geldi; "keşke hiç büyümesek, hep öyle kalsaydık" dedim kendi kendime. Bu merdivenlerden ileriye doğru yürüdüğümde oturduğumuz ev, bana hep oldukça uzak gelirdi. Meğer iki adımlık mesafeymiş. 100 metre bile yokmuş merdivenlerle ev arasında.

Herşey aynı kalmış. Sanki hiç zaman akmamış gibi bu sokakta. Sadece ben küçükken minnacık olan ağaçlar kocaman olmuş.
                                    

52 Evler TK 2 / 7.12....bütün çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği ev. Bu resmi çekerken annem balkondan bakacakmış, "aaaaaa, ne çabuk gelmişsiniz! Hadi sallanmayın dışarıda, içeriye gelin" diyecekmiş, babam da kırmızı Ford Escort'uyla sokağın başından dönecek, bizi görüp şaşıracak, arabadan inip koltuğunun altına minik el çantasını sıkıştıracak ve "kaçta geldiniz?" diye soracak sandım. Belki herşey bir rüyaydı, hiçbirşey değişmemişti, bütün yaşadığımı sandığım şeyler aslında benim kafamdan uydurduğum şeylerdi. Meğer biz hala annem, babam, kardeşim bu evde, hiçbirşey olmamış gibi yaşıyorduk. İçten içe böyle olmasını diledim. Fotoğraf çekiyormuş gibi yapıp, oyalandım durdum evin önünde. Hani olur da gerçekleşirdi dileğim. Gerçekten babam arabadan inerdi, annem balkondan bakardı. Ama olmadı. Evin önünde dikildim durdum ama gerçek olan tek şey bu köhnemiş evdi. İçim buruk, kafam allak bullak geri döndük, okuldaki mezunlar günü kutlamalarına katılmak için okula gittik.

Yirmi yıl sonra aynı kapıdan tekrar girdik. Bahçede bizden yıllar sonra bu okulun koridorlarını, sınıflarını, bahçesini dolduran kahkaları ile ortalığı inleten çocuklar vardı. Kırkbeş dakikalık nostalji gezimizden, kafamız şişmiş olarak döndük. Eeee yaş kemale erince yüksek volumlu müzik ve çocuk sesi bir yere kadar çekiliyor. "Hadi" dedik "sıcaktan boğazımız kurudu, ıslatalım". Çarşıya Yalı caddesi'nin yeni düzenlenmiş mekanlarında bulunan Engin Balık'ta, bira, kalamar ve patates kızartması eşliğinde arkadaşlığımızın şerefne kadeh kaldırdık.

Biraz hoş beşin ardından, saat tam sekizde mezunlar günü yemeğinde tam kadro olmasa da çekirdek kadro olarak buluştuk.

Mezunlar derneğinin ilk büyük organizasyonu olduğu için bilumum aksaklıklar olmadı değil. Mesela biz plaket alacağımızı beklerken boynumuza olimpiyat madalyasının çakmasını taktılar. Hava durumu göz önünde bulundurularak mekanın bahçesi kullanılmak istenmişti ama ses sistemi ve aydınlatma düşünülmemişti. Karanlıkta kör dövüşü yapar gibi aldık madalyalarımızı. Yemeğe eşlik etsin diye çağırılan şarkıcının da repertuarı bilumum damar şarkılardan oluşuyordu ama işin fenası şarkıcı, bu şarkıları sanki silah zoruyla zorla söylüyordu. Ama şimdi adamcağızın hakkını yememek lazım; bizim sınıfın en sevdiği şarkı; "Alaplı'nın üstünden karga geçiyor"u atlamadı.
Ertesi gün yine sabahın erken saatinde yola çıktığımızda mutlu, keyifli ama bir o kadar da hüzünlüydük. Biz fark etmeden yıllar akıp gitmiş, geriye kalan sadece hala dünmüş gibi hatırladığımız anılarımız ve aradan ne kadar süre geçerse geçsin eski canlılığını koruyabildiğimiz arkadaşlıklarımız olmuştu.

*Resimlerin bazıları A.'cığıma ait. Kendisi çocukluğumuzdan beri fotoğrafçılıkla ilgilenirdi, şimdi tanınan bir doğum fotoğrafçısı oldu. Resimler için ona buradan çok teşekkür ediyorum.  

2 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Zamanda yolculuk gibi, değil mi?
Bazen hüzünlendirse de yine de güzel bir yolculuk. :)

serpil dedi ki...

Çileklerin sırrı çözüldü :))