30 Aralık 2013 Pazartesi

nereye kadar

Geçen gün pazar kahvaltısını hazırlarken, annemlerle yıllar öncesi birlikte geçirdiğimiz pazarlara gitti aklım. Harika pazarlar mıydı? Yoooo..... Lojmanın ne küçük ne büyük mutfağındaki masamızda ettiğimiz zeytinli peynirli reçelli klasik kahvaltıdan sonra annemin çamaşır telaşına düştüğü, babamın koltuğunda klasik pazar kestirmeleri pozisyonu aldığı, benim ve kardeşimin eğer ödev yoksa pazar sinemasını izlemek için televizyonun karşısına geçtiğimiz, aslında hepimizin sıkıntıdan patlamak üzere olduğumuz sıradan pazarlardı onlar. Ne var ki o zamanlar hiçbir cazibesi olmasa da şimdi geriye dönüp bakınca aslında sırf bir arada olduğumuz için bile özlenebilir bu günler ya da sadece bir çocuk olduğum için bile özleyemeye hakkım var o günleri.
Bana o günleri hiç özlemediğim kadar özleten, bu hissi tetikleyen sanırım şu son on beş gün de yaşadıklarımız. Olaylar patlak verdiğinden beri okuduklarımız, duyduklarımız o kadar mide bulandırıcı ki, artık daha fazlası ile ilgili tek kelime duymak istemiyorum. Kendimi son derece aptal, kandırılmış ve cebimdeki bütün para çalınmış gibi hissediyorum. Artık ne yaparsam yapayım, onlar için çalışıyor olacağım. Ben iki kuruşu bir araya getirmek için okuldaki mesaim kadarını okul dışında da yaparken birileri onun parasını bunun parasını kolaydan cebe atıveriyormuş.
Ben yine fena halde eskiye dönmek istiyorum. Yine annemle babamın küçük kızı olmak, kira derdiymiş, kredi kartıymış, akşam yemeğinde ne yenilecekmiş, faturaların son günüymüş gibi dertlerim olmasın istiyorum. Tek derdimin; "dizideki kızla oğlan kavuşacak mı, annem kerevizi yine patates ile karıştırıp biz yutturmaya çalışacak mı?  alçak hoca test değil de klasik zordu, yazmaktan ellerim acıyo vs." olsun istiyorum. Etrafımda olan bitenin hiç farkında olmak istemiyorum. Bu yeni yılın mucizevi bir şekilde beni geriye götürmesidir tüm dileğim, başka da bir şey istemem.
Buralara çokça uğramadığım bir sene oldu 2013. Kendimi sevgilisine ihanet eden biri gibi hissediyorum ama gerçekten çok tatsızdı bu sene. Hiçbir şeye yetişemedim, canım hiçbirşey yapmak istemedi. Üzerime ölü toprağı atılmış gibi bir seneydi. Bitsin gitsin biran önce.
Yeni yıldan da öyle çok büyük beklentilerim yok, belki bu yüzden bu yeni sene de böyle bir garip geçecek. O yüzden bir şey dilemiyorum ama hala benim şu iki satır tıkırdattıklarımı okuyanlar varsa, onlara çok mutlu olmalarını diliyorum. Her ne kadar etrafımızda olumsuzluklar olsa da hep mutlu olun. Ben olamadım bari siz mutlu olun.

21 Kasım 2013 Perşembe

tozunu alalım

Çok uzun zamandır yazmıyorum. Tek neden koşuşturmaca. Ev okul özel dersler üçgeninde Haiyan kasırgasına tutulmuş Filipinler gibiyim. Bugüne not olsun diye olan bitenden aklıma gelenler bunlar:

*Bayram öncesi yıllardır uzun olan saçlarını kısacık kestirdim. Bayram için herkes danaya girdi, ben saça girdim; annemin birebir kopyası oldum çıktım. Bayram da ziyarete gelen annem ile girdiğimiz mağazaların çalışanları "kardeş misiniz?" diyip durdular. Be hey şaşkınlar! anneme iltifat ederken bana da ufaktan dokundurdular haberleri yok.

*Her sabah işe giderken ve akşam dönerken arabanın radyosunda tek kanal açık; açık radyo. İnsan bu radyodaki programları dinledikçe birçok farklı konu hakkında bilgileniyor. Özellikle sabah Açık Gazete de Ömer Madra ve Murat Can Tonbil'in yapmış olduğu  iklim değişikliği ve çevre konularındaki haberleri dinleyince arabadan iner inmez bileklerimi kesip elbirliği ile mahvettiğimiz dünya üzerindeki tüm canlıların yok oluşunu görmektense biran önce bu dünyayı terk-i diyar etmek için içimde dayanılmaz bir istek duysam da bu radyoyu dinlemeyi seviyorum.

*Beş senedir otoparkta yan bloğun kapıcısı ile baktığımız kedimiz Pamuk öldü. Çok yaşlanmıştı ve dişlerinde olan problemler yüzünden yemek yiyemiyordu. Islak mamalarla beslemeye çalıştım ama son iki haftadır bizim bahçeyi terk etmiş, ortalıkta gözükmüyordu. Hiç aklıma gelmedi; kediler öleceklerini anlayınca ortadan kaybolurlar. Kapıcı güç bela onu bulup veterinere götürdü ama fayda etmedi, kaybettik. Daha önce onun o kadar zayıfladığını görüp ben götürmeliydim ama bir türlü vakit ayırıp götüremedim. Şimdi bahçe onsuz çok boş. Her gün arabaya yürürken bir yerlerden çıkıverecekmiş gibi geliyor, içim acıyor.

*Şu siyaset arenasında olan bitene akıl sır erdirmek mümkün değil. Akşamları yapılan oturumları dinliyorum ya da atılan tibitleri okuyorum, saçımı başımı yoluyorum. Ne kadar kolay her şeyi kendilerine malzeme haline dönüştürebiliyorlar. Son örnek Ahmet Kaya. O zamanlar hakikaten şimdinin muktedirleri nerelerdeydiler? Utanmadan "Ah!!! O da burada olsaydı keşke!" denilebiliyor. hayret ki ne hayret. İnsanın içini şişiriyorlar.

*Spora falan gittiğim yok. Canım da istemiyor. Şimdilik itinayla kilo almaya devam ediyorum. Hedefim çok şişman olmak. O kadar.

*Hayatımda ilk defa yazdığım bir yazı bir dergide yayımlandı. O kadar mutlu oldum ki Nobel alsam anca bu kadar sevinirdim. Görmemişin yazısı yayınlanmış tutmuş abartmış işte. Vakit ayırabilsem de bir tane daha yazsam, belki onu da yayınlarlar.

*Loto almaya devam. Yollarda habire bozuk para bulup duruyorum. Hani şu 'Meleklerle Yaşamak' kitabında "yolda bozuk para bulmak evrenden size bereket yağacağına işarettir" diyor ya, ben de habire bu bozukları topluyorum, evde bir sürü para oldu. Sanırım evrenin kastettiği bereket durumu bu; yoksa bana loto numaralarını falan göndermeyecek. Emekliliğine yıllar yıllar kalmış olan züğürdün tesellisi de böyle oluyor.

*Sosyal medyada herkes yılbaşı hazırlıklarına başladı. Daha ben IKEA'ya gidemedim. Çoktan yılbaşı süsleri kapılmıştır. Ağacı da erkenden kurmalı da yılbaşı havasına girmeli. Yahu bu yıllar neden bu kadar hızlı geçiyor. Daha yeni başladı 2013, 2014'e ne oluyor, bu kadar çabuk geliyor. Bu sene kendime söz; daha düzenli günlük ve blog yazacağım.
 

17 Ekim 2013 Perşembe

şiştim

Bayram mayram bıktım vallahi. Şiştim, canım sıkkın. Dağ başına taşınmak ve kimseyi görmek istemiyorum. Bayram da neymiş.

17 Eylül 2013 Salı

eylül dejavusu

Tipik Eylül dejavusunu yaşadığımız dönemdeyiz. Havalar serinledi, ağaçlar yapraklarını bırakıyor, kampusu yeni öğrenciler doldurdu, eskiler arada uğrayıp 'merhaba!' diyor, daha öğrencilerin programlar oturmadı; dersleri alıp bırakıyorlar, yeni ders programı ve vereceğim dersler belli oldu, ofise giren çıkan bir ton öğrenci var. Biz de bilgisayarın karşısında artık son hazırlıkları yapıyoruz.
Balkondaki çiçekler artık tohuma kaçtı, sardunyaların bu sene de tadı kaçık, parkta akşam geç saatte gelen cıvıl cıvıl çocuk sesleri artık duyulmaz oldu ve Köfte bey'i dolaştırmaya çıktığım saatte artık hava karanlık. Ama bütün bu olan bitenlerden şikayetim yok. Niyeyse bu sene 'artık derslere başlasak' ruh hali içerisindeyim. Sanırım Eylül ile birlikte içim duruldu. Hayat rutinimi değiştirmeye çalışmaktan, hayallerimin peşinde koşmaktan vazgeçtim. Yok, böyle demeyeyim, canımı acıttı bu cümle. Durum şu: Hayallerimin şeklini değiştirdim. Durumumu kabul edip, olaya yani hayatıma gerçekçi gözlerle farklı bir bakış açısıyla bakmayı becerebiliyorum artık. Herşey hiç fena değil. Zaten oturup düşününce anlıyorsun: 'daha ne olabilirdi ki?' Yapmayı niyetlendiklerim için daha beklemem gerekiyor ve ben de bu sabrı göstermek zorundayım. Bu gerçeği kabul etmek biraz beni yatıştırdı sanırım.
Bu sene Eylül dejavusu yaradı bana. Daha sakin, daha aklı başında, daha sabırlı, daha vakur, daha mutlu hissediyorum kendimi. İyi bir şey. Bütün sene böyle gitsin.

27 Ağustos 2013 Salı

zor

 
Son altı aydır halet-i ruhiyemi yansıtan en iyi resim Munch'un "Çığlık" adlı tablosu. Aynen böyle sessiz çığlıklar atıyorum. Dünya ve tabii ki ülkemde akıl almaz şeyler oluyor ve yaşamak bana çok zor geliyor. Her sabah gazeteyi açtığımda bin türlü felaket haberi, doğa katliamı, sistem fiyaskosu... Her şeyin sonu geldi bence. Dünyanın düzeni değişiyor ve bu değişen düzende ipin ucunu kaçırdılar, kimse değişen olayları kontrol edemiyor; sıkıştıkları yerlerde savaş çıkarıyorlar. Şimdi kapıda Suriye'ye müdahele var. Bu doğrudan bizi de etkileyecek kaçar mı? Tepemize bir kimyasal silah yemeden akıllanmayacağız. Nerelere kaçalım? Ne yapalım? Bilmiyorum. Gidişat iyi değil.
Dolar ikiyi geçmek üzereyken, ekonomi çok iyi; "Halkımızın dolar borcu yok; bu yüzden endişelenecek bir şey yok!" derken, o vatandaşların çalıştığı kurumların dolar borcu olabileceği (nitekim dolar borcu olan kurumlar bunlar) ve bu kurumların sıkışıp, işten çıkarmalara gidebileceği ihtimalini aklının ucuna getirmeyen aptal bir ekonomi Bakanı ve onun gibi sakat mantıklı, cahil, doğa katili bir hükümet ile geleceğimiz ne olacak ki. İlla bizi bir savaşa sokup rahatlayacak, rant uğruna gözlerine kestirdikleri (3.köprü + ODTÜ ormanları + kıyılar) yerlerde doğa katliamı yapacak ve her zaman her koşulda haklı olan anti demokratik bir yönetim anlayışı insana ne kadar güven verebilir.
Kendimi sıkışmış, umutsuz ve çaresiz hissediyorum. Alıp başımı kaçasım var, nereye gideceksem!!!

23 Ağustos 2013 Cuma

şiir değil

Bir önceki postumun çok kötü bir şiir denemesi olduğu yönünde ciddi yorumlar aldım. Bir kere o postu şiir yazmak amacıyla yazmamıştım. Ben kiiiiimmm şiir yazmak kim. O yüzden şiir zannedenler üzülmesin, şiir denemesi yapmak gibi bir amacım yoktu. Şiirin çok ciddi bir yetenek gerektirdiğini bilecek kadar kendimi biliyorum. O postta sadece aklıma gelenleri alt alta yazdım. Ne şiir ne de başka tarz bir şey denemekti amacım. Ama "şiir denemeniz olmamış bence siz düzyazıya devam edin" gibilerinden yorumlar alınca üstüne bu postu yazmak zorunlu oldu. Aslında herkes istediğini istediği gibi yazamaz mı? Hadi diyelim benim yazdığım şiirdi; şiir denemesi yapmak istedim; insanların yazdıklarına karışma hakkımız var mı ? "Olmamış yazdığınız, şöyle yazsanız daha iyi olur" gibi yorumlar yapmak doğru mu? Merak ettim bak şimdi.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

eksildik

Serin bir Ağustos sabahı
Çıkarken köpekle yürüyüşe
Kafada o güne dair planlar
Bayram geldi arife zamanı
Yapılacaklar çok evde
Hemen bitirmeli işleri
Koşmalı mavi serin sulara
Derken
Nerden bileyim eksildiğimizi
Bu sefer kura enişteme çıkmış
O yatakta yatarken üstü örtülü
Biz geride kalanlar
Yukardakinin oyununa şaşkın
Şokta, bildiğin bir nevi sudan çıkmış balık
Bakakaldık eksilmiş halimize

3 Ağustos 2013 Cumartesi

ağustos mağustos

Hayatımın bir Ağustos'una daha girdim; bilanço şöyle:
* hayatımın bir yıllık izninin bitmesine daha bir hafta var.
*Bu sene -nedense- az deniz az güneş yanığı havasındayım. Denize zaten girip saatlerce çıkmayanlardan değildim ama şimdi öyle hemen bir girip çıkıyorum, ıslatıveriyorum kendimi. Olsun hiç girmemektense bu da iyi.
*Hala anneannem ve kardeşleri hayatta. Yok canım kötü bir şeymiş gibi söylemiyorum. Hala bir aradayız, bayramda seyranda gidip elini öpeceğimiz ve ne yazık ki 'koca kazık kontenjanı' yüzünden harçlık alamayacağımız büyüklerimiz var; bu anlamda söylüyorum.
*Bizim yaz rutinimiz 37 yıldır hala aynı; sabah 08:00 kahvaltı, 08:45-11:00 ev temizliği, alışveriş ya da yemek pişirme, 12:00-12:30 denize dalıp çıkma, 13:00 öğle yemeği, 14:00-17:00 öğle uykusu, 17:00-19:00 teyzeleri gezme, 20:00 akşam yemeği, 20:30 akşam kahvesi, 21:00-00:00 öğleden sonra gidilmeyen teyzelere gidiş ya da deniz kenarında taşların üstündeki kahveye gidip, bulaşık suyuna çaydan üç bardak içiş ve karanlığa doğru bakıp, hayatın anlamını sorgulayış (bu sorgulayışın yüksek sesle yapılışı ve eski defterlerin açılıp ve herkesin eteğindeki taşları dökmesiyle birbirine giriş de bu listeye eklenebilir).
*Hava yine her ağustos olduğu gibi rüzgarlı, deniz dalgalı. Emekli olacağım ve sessiz sakin kumsalda, sakin dümdüz denize gireceğim günleri bekliyorum sabırsızlıkla. (son baktığımda yıl olarak beş sene, yaştan ise on sekiz senem vardı emekliliğime yani ölme eşeğim ölme!!!)
*Bu sene tombik hanımlarda yine bikini moda. Kışın, altın günlerinde pasta, börek, çörek yemek marifetiyle doldurulan  basenler ve karınlar, bu sene yine bikilerden taşan göbek ve selülitler olarak sahillere geri dönmüş. Yanlış anlaşılmasın kimsenin kilosuna, yediğine içtiğine lafım yok ama altmışbeş yaşını geçmiş, biraz etleri sarkmış ve oldukça kilolu hanımlar da bikini giymesin. Yakışmıyor.
*Ben de saldım bu sene. Bende de göbek oldu ve evet yiyeceğim, canım yemek ve bu konuda kendimi sınırlandırmak istemiyor. Şimdi böyle hissediyorum. Dönüşte zaten yine spor salonunun yolları taştan olacak.
*Yeni bir yazar keşfettim. Daha doğrusu herkes keşfetmiş çoktan da ben yeni tanıştım: Alper Canıgüz. On beş günde bütün kitaplarını bitirdim. Alper Kamu'nun beş yaşındaki kırk yaş olgunluğu beni bitirdi. Bazı sayfaları gözlerim dolu dolu okudum.
*Ekim'e iki ay var. Bir yaş daha yaşlanıcam. 'Yaşlanırken daha hızlı dönüyorsun be dünya! Adaletin bu mu??!!' diye klasik yaşlanma geyiğim ile bilançoya noktayı koyuyorum. Nokta.

31 Temmuz 2013 Çarşamba

orta

İyi bir orta bekliyordum hayattan*. Şöyle sıkı bir gol attıracak iyi bir orta. Ama heyhat, orta yaşıma geldim daha o ortayı bulamadım. Altyapı eksikliği malum ama bütün umudum sağ ve sol kanat oyuncularından gelecek afilli yan paslardı ama onlarda topu hep taca çıkardılar. Taca attıkları topun arkasından baktım bir süre, baktım olmayacak kanat oyuncularından vazgeçtim artık kendim koşuyorum topun peşinde. Arada ofsayta düştüğüm olmuyor değil ama iyi çalım atıp, bir iki rövaşata ile durumu kurtarmaya çalışıyorum. Çok yoruluyorum ve arada çok yalpalıyorum. Nefesim uzun soluklu olmuyor, tıkanıyorum bazen. Arada "sol veya sağ kanat oyuncusu transfer etsem mi?" diye düşünüyorum; yine topu taca atarlar ya da faul yaparlar diye çekiniyorum. Öyle olunca maçı çevirmesi zor oluyor hatta maç göz göre göre elden gidiyor. Maçı okuyamayınca çevre teknik direktörlere danışıyorum, onlarla da ekollerimiz farklı, kimyamız uymuyor. 'Hadi' diyorum 'bak kendi işine, biraz daha fazla antrenman; biz bu maçı alacağız başka yolu yok!'' Daha derin nefes alıyor, nefesimi idareli kullanıp, yalpalamadan, yorulmadan maçın temposunu düşürmemeye çalışıyorum.
Son zamanlarda yaptığım kontra ataklardan da eli boş döndüm. O zaman iyice anladım 4-2-3-1 ya da 4-3-3 falan benim için fasa fiso. Bütün altyapıyı, teknik adamları hallaç pamuğu gibi attırmalı, iyi bir sağ kanat oyuncusu alıp, taktiği baştan belirlemeli ve maçı daha açık gözlerle okuyup, daha sıkı asılmalı. Gelişine topa vurmak yine esas ama bu sefer kaleyi gözetmeli. İyi orta gelsin diye hakeme ya da yan hakemlere dua üstüne dua etmek işe yaramıyor; hakem maça ve senin ne kadar iyi oynadığına bakıyor. Kısacası tüm maçı avantaja bırakıyor.
Bir şey oldu ve akıllandım sanki az biraz. Bu sefer maçı oynarken kuracağım taktiği, duran toplara daha sıkı gelişine vuracağım işimi şansa bırakmadan ve ne yaptığımın farkında olarak. Gözüm açık olacak, adımlarımı daha sıkı basacağım çim sahaya - öle rüyada uçuyormuş gibi koşmayacağım topun peşinden-, sağdan soldan gelecek ataklara daha iyi karşı koyacağım ve bu sefer sanırım golü atacağım.

*Son keşfettiğim - ki bundan büyük mutluluk duyduğum- yazar Alper Canıgüz'ün Oğullar ve Rencide Ruhlar kitabını okurken çıktı karşıma bu cümle. İnsanın bütün hayatı boyunca beklediği, aradığı bir cümle olur muymuş; benim varmış. Bu cümleyi okuyunca anladım ve aydınlandı herşey. 

19 Temmuz 2013 Cuma

sıcaktan

Sıcaktan...

*evin içinde herkes bir tarafta. Misket kedisi kah yatak odasındaki komodinin üstünde kah salondaki yemek masasının üstünde yatıyor. Kara kedi salondaki yemek masasının üstüne 'sonra kaldırırım' diye koyduğum bilgisayar çantasını yatak yaptı, orada balkondan esen rüzgara karşı uzanıyor tüm gün. Köfte Bey ise buzdolabının önünü mesken tuttu. Artık alttan soğuk soğuk hava mı geliyor ne, tüm gün buzdolabının önünde şekilden şekile giriyor. Ben işten eve gelince eğer sıcak beni ezmemişse odaları geziyorum, hepsinde yapacak birşey buluyorum. Sevgilinin yeri belli zaten televizyonun karşısındaki koltuk.

*birşey de yiyemez olduk. Pazara gidiyorum, hep aynı şeyler; fasulye, patlıcan, kabak, barbunya.... Bir yerden sonra hepsi aynı. Zaten insanın birşeyler yapası yok, değişik tarifler denemek zor geliyor, eski tarifler ise karın doyurmuyor. Silkinmek lazım.

*kapıyı bacayı açıyoruz, evin içine türlü toz giriyor. N. hanım da temizliğe gelmeyi bıraktı, temizlik işi de bana kaldı. Yapacak birşey yok, elde kova, bez temizlemeye devam. Ama şu ara ara hatta bu ara sık sık esen rüzgar hakkaten insanın canını sıkıyor. Her yer gıcır gıcır.

*bayılmaya bir süre ara vereceğiz ailecek. Zira önümüzdeki haftadan bayramın sonuna kadar hayat bize güzel, tatildeyiz. Kesin bir süre sonra sıkılırım ben bu tatil modundan; önlem almalı, kitap, dergi, elişi vs. doldurmalı çantaya.

*içim geçmez, bayılmazsam eğer düzenli yazasım var buraya. Ama artık kader kısmet, bakalım tatil ne getirecek.

3 Temmuz 2013 Çarşamba

kaşındım

Ben kaşındım. Facebook'a bıraktığı notu görünce meraklandım; aradım. Sesi yorgun ama keyifliydi. İştahla anlatmaya başladı. Geçen yaz tesadüfen görüp girdiği doktora programında ne kadar başarılı olduğunu, Ege'de bir üniversitede yeni bir bölüm açacak olan hocasının onu bu yeni açılacak yeni bölüme almak istediğini, hem Ege'de yaşayacak olmaktan hem de bir devlet üniversitesinde ilk kurulacak yeni bir bölümün öğretim elemanı olacak olmasının avantajlarından, onu isteyen, ona göz kırpan diğer üniversitelerden, nasıl da hayalini kurduğu şeylerin gerçekleşeceğinden ve daha bir sürü şeyden bahsetti. Bööle anlattıkça coştu. O anlattıkça ben telefonun diğer ucunda çöktüm (zaten bir yandan konuşup bir yandan yer siliyordum dizlerimin üstünde; yere yapıştığımı hissettim). Beklediğim soru geldi sonra: "Sen ne yaptın?", "Hiçbirşey!" dedim. Kendimden bile gizleyemediğim bezginlik ve eziklikle. "Baktım bir sürü yere ama istediğim gibi bir doktora programı yok. Tekrar masterdan başlamayı düşündüm bir bölümde ama özel üniversite olduğu için çok para. Ben senin gibi şanslı değilim galiba." "Hareket edeceksin. Bak ben Eskişehir'e gelmeseydim nerden çıkacaktı bu şans karşıma!" "Ben senin gibi öyle kolayca şehir değiştiremiyorum. Kolay düzen bozup düzen kuramıyorum" dedim. O da bana tekrar yaptıklarını anlattı. Geçen kışın ne kadar ayakta koşturmaca ile geçtiğini vs. vs. anlattı. Sonra kapattık telefonu. Takdir ettim, gıpta ettim tabii. Öyle ya da böyle önünü görüyordu işte. Bir ki seneye kitapta çıkartır bu arkadaşım. Doktora da biter, zaten Ege'de de yaşayacak. Daha ne istesin ki hayatta sağlıktan başka.
Ben de kendime baktım. Görmüyorum ilerisini. Yapmış olmak için bir akademik kariyer vs. de yapmak istemiyorum. Ama yapmam gerekiyor mu onu da bilmiyorum. Tek bildiğim artık yalpalamak istemiyor oluşum ve sadece keyif alacağım birşeyler için vakit, nakit vs. harcamak istiyor oluşum. İyi hoş da bekle bekle nereye kadar?

2 Temmuz 2013 Salı

basit bir hayat

Her sene Eylül'de ya da yazlık kışlık yaparken yaptığım genel temizliği bu aralar yapacağım gibi sanki. Başladım ya temizlemeye orayı burayı artık hızımı alamam. Uzun zamandır kafamda olan şeyleri gerçekleştirmeye çalışıyorum.
Mesela kütüphanedeki kitapların tekrar düzenlenmesi, yeni gelenlere yer açılması yer bulamayanların yeni bir yerlere taşınması gerekiyor. Büfedeki tabak çanaklardan tek tük kalmış olanların ihtiyacı olan birisine verilmesi, duvara resimlerin asılması, uzun zamandır çerçeveletilmeyi bekleyen resimlerin çerçeveletilmesi gerekiyor.
Bütün bunların yanı sıra ruhsal olarak da temizlenmeye gerek var. Artık eskiden yapmış olduğum hataları vs.yi düşünüp kendimi didiklemeye son. Oldu bitti, gereken dersler alındı. Artık "ah! keşke yapmasaydım!" demenin alemi yok. aklımı başıma almalı ve aynı hataları yapmadan yoluma devam etmeliyim.
İkinci bir master, doktora vs. düşüncelerini de rafa kaldırdım. Onları yapsam ne olacak. Yaptık bir master pek birşeye çeviremiyorum. Büyük ihtimale ben de olmayan bir akademik kafa yüzünden bu çeviremem işi. Bu yüzden debelenmeyi, "ne yapsam ne yapsam" diye düşünerek kendimi yemeği, huzursuz etmeği bırakıp daha basit, elindeki ile yetinilen bir hayat sürmek en iyisi. Bilmiyorum yanlış mı düşünüyorum ama bu aralar ruh halim temizlenmek üzerine ayarlı.

21 Haziran 2013 Cuma

mutluluk: nerden geleceği belli olmaz

Şaftım kaydı vallahi. Bu direniş, devrim işleri tevekkeli değil gençler tarafından yapılıyor. Biz değil otuz beş kırkına merdiven dayamışlar için, zor işler. Olan biteni düşünmekten, takip etmekten helak oldum, oluyorum. Eskiden gözümüzü açmadan gazeteyi açardık, kahvaltı sofrasında, şimdi tweeter açıyoruz. Fena aslında, hepimizin eli gözü cep telefonlarında, kafamızı kaldırıp, birbirimizin yüzüne bakmıyoruz. Bu yüzden pek bu tweeter işi hoşuma gitmiyor ama yapacak bir şey yok, haberler onda.
Neyse bu direniş işine benim evin su boruları da dahil olmak istedi ve "dirensuborusu!", "özgür halkların birleşik su boruları" dediler herhalde ki, geçen hafta evin su boruları su koyverdi, patır patır patladılar. Hal böyle olunca, su borularının değişmesi farz oldu.
Evde tadilat olması demek, evin inşaat alanına dönmesi demek, evde yemeğin olmaması demek, kedilerin ve köpeğin zorla bir tarafta, bir odada tutulmaya çalışılması ve onların tozdan etkilenmemesine çalışılması demek, belirtilen zamanda bitmeme ihtimali olan tadilat yüzünden sefil olmak demek ama benim için en önemlisi EVDE DUŞ ALACAK SUYUN OLMAMASI demek!!!
Geçen hafta başlayan tadilat, benim bütün beklentilerimi karşıladı. Bütün banyo, mutfağın bir kısmı kırıldı, odanın biri banyodan çıkan ıvır zıvırın konması için kapatıldı, yatak odasına geçiş durdu, olmayan salon kapısına mavi kalın naylon yapıştırıldı, mutfağa ve sokak kapısına geçiş balkondan yapıldı. Biz (sevgili, ben, bir köpek, üç kedi ) salonda komun halinde yaşamaya başladık. İnsan önce bir yadırgıyor, koltukta yatmaktan boynu falan tutuluyor ama bir süre sonra alışıyorsun. Kediler ve köpek hemen kendi saflarını belirledi, herkes kendi köşesinde yattı; sorun olmadı. Allah'ın birazcık sevgili kuluyum da hayvanlar birbiriyle geçiniyor yoksa ayvayı yemiştim. Zaten tozdan da fazla etkilenmediler; sorun olmadı.
Hani klasik bir geyik vardır ya "insan birşeyin değerini kaybedince anlar" diye. Banyomdaki duşun kıymetini onu kaybedince anladım. Eskiden ne zaman istersem hop aç duşu gir banyoya şeklinde yaşarken son zamanlarda bir damla sıcak suyun altında yıkanmak için gün saymak Çin işkencesi gibi bir şeymiş. Neyse Çarşamba akşamı en sonunda duşu taktılar. Allah'ım o ne büyük mutluluktu. Hayır utanmasam, sarılacağım duşa, o derece hasret kalmışım, sıcak suya. Ne zaman ki suyu açıp, kafamı soktum altına benden mutlusu olmadı dünyada.
O zaman daha da dank etti kafama; mutluluk bir şeye bağlı değil. Mesela şu Gezi parkı direnişi. Özgürlüklerimizin, özel hayatımızın kısıtlanmasının, yeşilin katledilmesinin farkındaydık ama sesimizi çıkarmak için küçük bir kıvılcım yetti. Bütün yaşadıklarımız evet hem korkunçtu hem de inanılmazdı ama sonuçta şu anda kendimizi inanılmaz mutlu hissediyoruz. Bir şeylerin değiştiğini, en azından değişebilme ihtimali olduğunu bilmek bile bizi mutlu ediyor ve bence bu yüzden kendimizi mutlu hissediyoruz. Daha önce kaybettiğimiz ve şimdi şimdi farkında olduğumuz gücümüzle barışıyoruz ve birbirimizle kenetleniyoruz. Çok güzel şeyler oluyor ve olacak.
Artık benim son moda bir banyom ve geleceğe dair güzel umutlarım var. Mutlu olmak için daha ne isteyeyim.

6 Haziran 2013 Perşembe

zafer


Bir sürü kötü görüntünün yanında dünya, Gezi parkı olaylarının bu zeki ve yaratıcılık kokan duvar yazılarını da hatırlayacak. Gezi Parkı olayları, sadece dünyaya değil kendimize de neler yapabileceğimizi kanıtlamanın yanı sıra bize, gençlerimizin ne kadar duyarlı, zeki, mizah yönü kuvvetli ve çok ama çok yaratıcı beyinler olduğunu göstermesi açısından da tam bir zaferdir.

3 Haziran 2013 Pazartesi

anarşik olmak zor zanaat


Hayat bu... her an herşey olabilir. Bir sabah uyanıp şu 'bela!!!' tibitıra bakıp, tüm amaçları yeşili korumak olan insanların tepelerine uyurken biber gazı sıkmak suretiyle saldırıldığını okumak benim gibi bir sürü insanın hayat rutinini değiştirdi. Kaderde anarşist olmak da varmış. Son altı gündür elimizde akıllı telefonlar, gözümüz tibitırda, aklımız sokakta, elimizde tencere tava kepçe tahta kaşık "eeeehhhhh yetti bea!" diyoruz.
Perşembe akşamının ardından Cumartesi günü de orada bu onurlu direnişi başlatan arkadaşlarımıza desteğe gittiğimizde, doğrusunu söylemek gerekirse biraz hayalkırıklığına uğradım çünkü Cuma gecesinin yoğun direnişinin ardından Cumartesi günü öğle saatlerinde çekilen polisin ardından, meydan İstanbul'un her yerinden akın akın gelen yüz binlerce kişiyle dolmuştu. Kutlayamadıkları 1 Mayıs'ın acısını çıkartıcasına halay çeken, dolaşan, dans eden, şarkı söyleyen bu insanlar, sahte bir zaferin kutlamasını yapmaktaydılar. Zafer sahteydi çünkü daha ortada değişen bir şey, dilenmiş bir özür yoktu (zaten olacağı da yok da, bir ihtimal işte). Hal böyle olunca biz de ortamın nabzını tuttuk, 'bari eve dönelim, evden tencere tava desteğine devam edelim' diye eve dönüş yoluna Gümüşsuyu'ndan başladık. Burada da bir zafer havası hüküm sürmekteydi. Hatta el ele kol kola girmiş sanatçıların, yokuşun aşağısından geldiklerini görünce ahaliden büyük bir alkış koptu. İnönü stadının karşısındaki, Dolmabahçe'ye inerken soldaki yamaçta çoktan Cumartesi pikniği kıvamına bürünen insanlar, çimenlere yayılmış, stadın yanında terkedilmiş polis aracını ters çeviren birkaç hırslı kişiyi, Hollywoodvari bir aksiyon filminin aktörlerini izler gibi izlemekteydiler. Her şey normal her şey olağandı. Ne bir slogan ne bir taşkınlık vardı. Dolmabahçe'den Beşiktaş'a yürürken bir anda gözü yaşlı insanlar gördük. "Gitmeyin ileriye gaz bombası atıyorlar!' dediler. Şahsen ben içimden "Hadi leyn!' dedim. Ortada ne vardı ki bomba atılsın. Arabalar yoldan geçmekteydi, insanlar " oldu da bitti maşallah, yolda attık sloganları, bu kadar anaşiklik yeter, eve gideyim de Survivor seyredeyim' havasında, Cumhuriyet mitingine gelmiş gibi davranan bir kitleydi. Bunlara mı bomba atılacaktı. Öyle değilmiş işte.
Yolu kestiler bir anda. Yol kesildiği için Taksim'den gelen, evine dönen kalabalıklar gittikçe birikmeye başladı. Biriktikçe ve yol açılmadıkça, tansiyon yükseldi, sloganlar atmaya başladık. Sonra olan oldu. Önce "geliyor!" çığlığı duyduk sonra üzerimize doğru koşan kalabalığı. "Koşmayın, sakin olun" çağrısı biraz olsun yatıştırdı milleti, yavaşladılar. Ardından biber gazı geldi. Bir anda öksüren tıksıran insanlar. Neye uğradıklarını şaşıran, dehşet içinde bakan kocaman gözler. O kadar belli ki daha önce böyle bir şeyin içinde bulunmadıkları. Daha kendimize gelemeden Kabataş tarafından bir çığlık "toma geliyor!". Son sürat bir toma üzerimize tazyikli suyu sıktı. Suyun şiddeti o kadar büyük ki, gerçekten karşısında durmak zor. Hepimiz duş yaptık. Ama bu da durduramadı kitleyi. Şoku atlatan gülümseyerek birbirine bakıyor, üstünü başını düzeltiyordu. Baktı polis, ne biber gazı ne tazyikli su grubu dağıtmıyor aksine grup daha da büyüyor, hınçlanıyor, son vuruşu yapmaya karar verdi. Son sürat gaz bombası fişeklerini ateşledi. Kitle deli gibi Kabataş tarafına doğru koşmaya başladı. Biz koşmak yerine Dolmabahçe'de bulunan askeri birliğin karşısında kafamızı koruyarak kapanmayı uygun bulduk. Koşmak, belki panik halinde koşan halkın içinde ezilmek olacaktı. Kafamızı koruyup kapandık. Tek duyduğumuz ateşlenen fişek sesleriydi. Pat pat pat. Nereye atıldığını, nasıl atıldığını göremiyorsunuz, tek duyduğunuz ses ve yapabildiğiniz tek şey de "ne olur bitsin!' diye dua edebilmek. Fişek seslerinin kesilmesinden saniyeler sonra o belki de hayatımda hiç unutamayacağım deneyimi yaşadı duvar kenarına büzüşmüş ben dahil yirmi kusur kişi; yoğunlaştırılmış biber gazının ya da portakal gazının o insanı dehşete düşüren boğulma hissini. Polis bizi biber gazıyla çift taraflı gazladıktan ve sis bombası attıktan sonra coplayarak barikat kurdukları 100 metre ileriye döndü, yürüyerek. Saniyeler içinde ciğerlerim öyle birşeyle doldu ki felç oldum. Nefes alabilmem mümkün değildi. Nefes almaya çalıştıkça nefes alamamam artıyor, nefes alamadıkça nefes alamama paniğim büyüyordu. Elim ayağım titremeye başladı. Tek düşündüğüm "Nefes alamıyorum, nefes alamıyorum"du. Boğulmanın dehşetini anladık hepimiz. Ardından çığlıklar yükseldi. "Ölüyorum! Yardım edin! Astımım var yardım edin! Kurtarın beni! Ne olur yapmayın!" Kimse profesyonel direnişçi değildi ve herkes oraya barışçıl amaçlarla geldiği için kendini koruyacak herhangi bir şeye sahip değildi. Bizim ise yanımızda sadece suyla karıştırılmış Talcid şurup vardı. Ama içinde kaldığımız sis bombası içinde, yanında durduğumuz duvarı bile göremez, o çığlıkları işitirken panikten kurtulup, kendimizi toparlayayıp, Talcid'i gözlerimize sürmemiz pek kolay olmadı. Neyse G.'cim hemen kendini toparladı ve önce kendine sonra bana ve kardeşime Talcidli mucize sıvıyı uyguladı. Gözlerimi açıp biraz kendimi toparlayabildiğimde, gördüğüm manzarayı hiç unutamayacağım. Ortalık toz duman, dakikalar önce binlerce insanın bulunduğu alanda sadece biz kalmışız, millet ağlıyor, herkes panik içinde yerden kalkmaya çalışıyor. Sağınıza bakıyorsunuz 100 metre ileride polis, sana bakıyor dumanların içinde. Ne yapacağı belli değil. Bir an gelip tekrar coplayabilir. Tomaların önünde ellerinde silahlar bakıyorlar sana. Sanki bir korku filmi, uzaydan gelmiş gibiler. Sola bakıyorsun duman. İleride ne olduğunu göremiyorsun. Belki o dumanın içinde de bir polis grubu var ve o tarafa doğru yürürsek, onların kucağına düşeceğiz. Bilemiyoruz. Sonra G.'cim, askeriyenin birkaç kişiyi içeriye aldığını görüyor, biz de o tarafa koşuyoruz, kapıyı kapatıyorlar. Yalvar yakar kendimizi zorla içeriye aldırıyoruz. Karşıya geçerken duvar kenarında kendinden geçmiş adamı söylüyoruz önce ama bizi dinlemiyorlar. "Ambulansa ulaşamıyoruz!" diyorlar. Aklımız o adamda çaresiz bize söylenen tarafa geçiyoruz. Asker de gergin çünkü bize yardım ettiği için polisi karşısına alabilir. Bunu istemiyorlar. Hepimizi görüşme odasına ve mühimmat odasına sokuyorlar. "Işıklar kapanıyor, camdan uzak durun!" uyarısı yapılıyor. Biraz sonra caddeden yine sesler yükselmeye başlıyor. Grup tekrar geliyor. Yine gazlıyorlar ama olmuyor grup bir daha bir daha geliyor polisin karşısına. Bir süre sonra sesler kesiliyor. Polis grubu Akaretler ve Barbaros'a doğru kovalıyor. Asker, ortalığın nispeten sakinleştiğini görüp bizi dışarı bırakıyor. Etraf sessiz, yolda sökülen kaldırım taşlarını, barikatları görüyoruz. Beşiktaş'a doğru yürüyoruz. Ama o kadar tedirginiz ki karşıdan gelen her karaltı bizim için polis. Biz yolun solunda yürürken sağ tarafta duran polisi görüyoruz, ne yapacaklarını bilmiyoruz. Nereye gideceğimizi bilmiyoruz, öylesine körlemesine gidiyoruz. Önce motor var mı diye bakıyoruz; yok. Çoktan bitirmişler motorları. Taksi yok, otobüs yok. Tek yapacağımız yürümek. Yürüyerek karşıya geçme ihtimalini değerlendiriyoruz da köprüye nereden çıkacağız. Barbaros çatışıyor, Ortaköy'de slogan atan, onları üst geçitten izleyen polisin ne yapacağını bilemiyoruz. Yıldız'a doğru yürüyoruz, en sonunda bir taksi bulup kendimizi atıyor, eve varıyoruz.
Bütün bu yaşananlar kendime ara ara sorduğum şu sorunun cevabını vermesi açısından önemliydi. "Bir milli mücadele gerekse, savaş durumu oluşsa ön saflarda savaşmak için cepheye vs.'ye gider miyim?" Evet, gidermişim. Cumartesi gecesi yaşadığım o dehşetin ardından vazgeçmek yerine daha da bilendim. Artık o attıkları gazın içinde olan birşeyden mi bilmem, insan vazgeçeceğine, "acımadı ki acımadı ki!" diyip, koşa koşa orada günlerdir direnen, sürekli o korkunç gaza maruz kalan genç, yaşlı herkesin yanında olmak istiyor. Gerçekten bizim yaptığımız tencere tava protestoları evet iyidir güzeldir ama tatlı su aktivistliğinden öte birşey değildir. Bu işte asıl aktivistliği yapanlar ve takdiri hak edenler, daha öncede belirttiğim gibi altı gündür canla başla parkı için direnen kişilerdir.
Her gün onların yanında olamasam da kalbim ve ruhum onlarla. Gerekirse hiç düşünmeden yanlarına giderim ve bizi bir takım çapulcu olarak nitelendiren kişiye de -beni okumaz ya, olsun- "CANISI! ÇAPULCU OLMAKTAN GURUR DUYUYORUM. SONUNA KADAR DİREN GEZİ PARKI" derim.

31 Mayıs 2013 Cuma

hadi barikata!!!

Bugün sözün bittiği gün. Bütün olan biten apaçık ortada. Bir şuursuzun kendi ve şürekası için minnacık bir yeşil alanı peşkeş çekme inadına, yürekli insanların karşı koyduğu bir gün. Dün gece Gezi Parkı'na gidip, elimizden geldiğince onlara destek olmaya çalıştık. Bugün daha da fazla sayıda kişi, oraya gidip, değil onların hepimizin mücadelesi olan bu direnişe destek vermesi gerekir.
Hep bir ağızdan yürekten bağırmalıyız: Yeşil için, doğa için, ağaçlar için, gelecek için DİREN GEZİ PARKI!!!!

23 Mayıs 2013 Perşembe

nankör


İşler çok olduğu zaman televizyonda izlenecek süper diziler, filmler, söyleşi programları olur, uzun zamandır aramayan arkadaşların arayıp program yapacağı tutar, sinemalarda izlenmesi gereken müthiş filmler olur, kısacası sizin vaktiniz yokken herşey üst üste gelir vakit olmadığı için hiçbirini yapamazsınız. Herşey içinizde kalır. Ama vakit varken de ne televizyonda izlemeye değer birşey olur, ne arkadaşlar arayıp sorar ne de sinema, tiyatro, konser vs. etkinliği olur. Murhpy kanunu bu galiba; "işler çokken yapacak şey alternatifi bol olur".
İki haftadır ofiste işler azaldı; sınavlar okundu, sonuçlar açıklandı, yaz rehaveti bütün ağırlığı ile üzerimize çöktü. Özel dersler desen uzatmaları daha doğrusu son ittirmeleri oynuyoruz. Veletler, bahar ve aniden bastıran sıcaklar nedeniyle çalışma şevklerini -hiç oldu mu içlerinde bu şevk, o da ayrı konu ya, neyse- balonun ipine takıp gökyüzüne gönderdiler. Kafalar bir karış havada, ders yapasıları yok, ben anlatıyorum, onlar karşımda mayalı ekmek hamuru gibi kabarıp duruyor, şekilden şekile giriyor. Dünkü derste çocuğun o kadar ders yapası yoktu ki, en sonunda yapmamız gereken alıştırmaları yaptırabilmek için "Kim Beşyüz Milyon İster"çilik oynadık (Eğitim öğretim aşkı bu işte! İki kelime daha kulaklarına girsin diye türlü maymunluklar). Zaten muhtemelen haftaya da ders yaparız ondan sonrası "Ayşe Tatilde!".
Şimdi hal böyle olunca, vakit bol ama ben yapacak şey bulamıyorum. Böyle içimde bir boşluk. Sanki "yapmam gereken birşey var ve ben onu yapmıyorum" suçluluğu (arada rüyalarımda da buna benzer birşeyler görüyorum: bir şeyi birine vermişim ve almayı unutmuşum ya da birilerini bir yerlerde bekletiyormuşum. Rüyamda hatırlıyorum bunu ve panikliyorum. Çok net bir hatırlama ve panikleme durumu. Sonra uyanınca "gerçekten böyle birşey var mı?"diye çok düşünüyorum.). Birşeyler yapmam gerekiyor ama ne olduğunu bulamıyorum (Aslında ütü var yapmam gereken belki onun suçluluğudur bu, olabilir, bilemiyorum).
Bir daha işler çokken ve başımı kaşıyacak vakit yokken yapmak istediklerimi yazacağım bir kenara, böylece "Vakit yokken yapmak isteyip de yapamadıklarım" listesi sayesinde aylak zamanlarımda kendimi daha iyi hissedeceğim ve boş vakitlerime nankörlük etmeyeceğim açık (böyle de kendini tedavi edebilen biriyim işte. Aferim bana).

22 Mayıs 2013 Çarşamba

barış parkı

Ayakkabı almak için çıkınca ööle çok uzun dolaşmam ben. Belli birkaç tane tecrübeyle sabit yerim vardır oralara gider, vitrine bakar, dükkanın içine girer, şöle bir etrafı kolaçan ederim. "Beni al!" diyen ayakkabı bu sırada göz kırpar bana. İşareti alır, denerim. Daha ayağıma giyerken bellidir, onun alınıp alınmayacağı. Eğer aramızda bir enerji, aşk doğmuşsa tamam, pakete girer evdeki arkadaşlarının yanına gitmeye hazır olur. Sonrasında okşaya okşaya giyerim kendisini. Başına birşey gelmesin, taşlar façasını bozmasın diye seke seke yürürüm.
Ev tutarken de ayakkabı alır gibi davranıyorum. Önce evin dışına bakıyorum. Kendimi o apartmanın içine girerken hayal ediyorum. Bahçesi var mı, bahçede ağacı var mı bunlara bakıyorum. Şimdi oturduğum evi tutarken de öyle oldu. Baktım dıştan güzel bir bina, bahçede bir sürü bitki (ortancalar, hanımelleri vs.) ama en önemlisi girişi çevreleyen altı tane ağaç. "Tamam" dedim birinci basamağı geçtik. Sonra kiralık olan daireden içeriye girince benim yelkenler suya indi. Mutfak kocaman, salon kocaman, balkonu kocaman. Balkon kapısını açıp, kafamı dışarıya uzatınca gördüğüm park da evin artılarına artı kattı. O zaman yaptığım hesaba göre, bebeğim olunca onu alıp evin hemen yakınındaki bu parka götürecek ve birlikte keyifli keyifli dolaşacaktık (tabi bu hesaba yukarıdaki, baş parmağını, işaret ve orta parmağının arasına sokarak cevap verdi bana ama olsun, "vardır bir bildiği" diyerek konuyu geçiyoruz).


Neyse bebeğimi götüremiyorum bu parka ama her gün oraya götürdüğüm bir köpeğim var. Sabahları Köfte bey'i dolaştırırken sabah yürüyüşü yapan hanım teyzeleri ya da bey amcaları izlemek keyifli oluyor. Arada akşamları ders dönüşünde de sırf orada tepişen, bağrışan çocukları görmek, bir gözü çocuklarında bir gözü arkadaşlarında günlük dedikodu istikakını dolduran anneleri kesmek ya da işten yorgun argın gelmiş ama eşleri tarafından kucaklarına çocuklar tutuşturularak bizim parka gönderilmiş, şort altına siyah soket çorap giyen bezgin ama çaresiz babalara bıyık altından gülmek için yolumu bu parka düşürüyorum. Topu topu on dakikayı bile bulmayan bu geçişlerimde oradaki çocukların bağırışlarını, koşuşmalarını, o kaosu, sırf bana baharın iyiden iyiye geldiğini ve ne olursa olsun hayatın devam ettiğini, etmesi gerektiğini ve kuyruğu her zaman dik tutmanın zorunluluğunu hatırlattıkları için seviyorum. Bu yüzden her geçişimde dudaklarım istemsiz yukarı doğru kıvrılıyor ve içimde çok derinlerden bir yerden birisi şunu fısıldıyor: "Keşke Köfte bey dile gelse de 'anne, beni parkta salıncağa götürsene' dese".

21 Mayıs 2013 Salı

taşikardi

Haftanın üç günü; salı, çarşamba ve perşembe geceleri ben de taşikardi oluyor. Oturup dururken birden kalbim deli gibi atmaya başlıyor ardından fena bir baş ağrısı geliyor. Önceleri bunu iş stresine (hani çocuklar okula gitmemek için hasta olurlar ya o hesap) sonra evdeki günlük rutinin ve iş yorgunluğunun birleşmesine yordum. Ama sonra aklım başıma geldi. Benim taşikardiden Cemile, Kuzey, Cemre, Narin, Fırat, Yağmur, Emre ve Rüzgar sorumlu. Eğer sıkı bir dizi izleyicisiyseniz anladınız derdimi. Haftanın üç gecesi bu sene düzenli olarak izlediğim dizilerdeki baş karakterlerin dertleri beni dert sahibi yaptı. Bu dizileri izlediğim her gece, yatağa taşikardimle birlikte gidiyoruz.
Maaşallah her dört dizinin senaristleri pek hünerli. Nerde üçkağıt, dolap, alavere dalavere, yalan, dolan, kimin eli kimin cebindelik, mafyözlük, sinsilik, kıskançlık, arkadan dolap çevirme, yüze gülme arkadan iş çevirmecilik kısacası ne kadar kötülük varsa, bu senaristler oturup bunları güzelce kurgulayıp bizim gibilere yutturuyorlar. Aslında normal olanı yapıyorlar. Bir nevi zamanın ruhunu yansıtıyor bu diziler. Yok mu etrafımızda böyle yapanlar? Belki şimdi etkilerini kendi üzerimizde hissetmiyoruz ama illa bize de böyle kötülük yapanlar vardır, olacaktır ya da dolaylı yoldan biz de yapılan kötülüklere maruz kalıyoruz çünkü artık kalmadı öyle Fiko gibi, Ali Usta gibi sevecen, anlayışlı, yol gösterici, babacan adamlar ya da Samim ile Meliha gibi birbirine sadık gerçekten seven aşıklar. Herşey Demet Akalın şarkılarına döndü zamanımızda. Bugün sevenler yarın başka birine aşık oluyor, hadi başkasına gitti, bıraktığından hırsını alamıyor üstüne bir de kötülük yapıyor. Daha da fenası gözünü para hırsı bürümüş kadınlar, adamlar türlü kata kulli peşinde haftalardır hesap kitap yapıyor. Eskiden, biz küçükken (80'lere denk gelir benim küçüklüğüm) dizilerde kötü karakterler köşe dönmeye çalışan, rüşvet vermek için katakülli yapan, en kötüsü torpille ayrımcılık yapanlardı. Şimdikiler gibi sıkı kötülük yapan karakter yoktu. Hep derler ya Ceyar bile şimdikilerin yanında melaike kalırdı. Kimse zengin olmak için zengin bir erkek arkadaş kafalamaya çalışmazdı. Dürüst ve namuslu çalışmanın zengin olmaktan daha önemli bir erdem olduğu verilirdi dizilerde. Sevenler gerçekten sever, aşkları için türlü fedakarlıklar yapar, kimse kimsenin gözünü oymazdı. Hadi diyelim bu sevenleri ayırmak isteyenler varsa da onlarda bir iki -şimdiyle karşılaştırıldığında- masumane sayılabilecek oyunun ardından havlu atar, sevenlerin düğününde göbek atardı.
Artık dizilerde eskiden olduğundan farklı olarak "nasıl daha kötü olabilirsiniz?" öğretiliyor. Ondandır şimdiki yeni neslin, kendini bilmez, hadsiz, saygısız ve çokça da şuursuz olması. Büyüğe saygı, kendine saygı, etrafına sevgi, dürüstlük, namus, çalışmak, emek vermek gibi bizim kuşağın benimsediği değerler öğretilmiyor ya da gösterilmiyor ki onlara. Diziler bu işin popüler boyutu ve en yaygın kolu. Her yerde aynı mantık var olduğu sürece, benim gibiler, ekranda "Süper Baba", "İkinci Bahar", "Canım Ailem" ya da "Bir İstanbul Masalı" gibi artık çok safça ve masum kalan dizileri görmeyi çok bekler.

16 Mayıs 2013 Perşembe

topuklu ayakkabı şart mıdır?

Eh sonunda günleri saya saya dönemi bitirebildim. Mutluyum gururluyum. Nispeten rahat günler beni bekler. Havalarda çok ısınmasa, terlemesek daha iyi olur elbet ama na mümkün. Neyse okulun genelinde de herkes son turları atıyor. Öğrenciler ellerinde notlar, kollarının altında kitaplar koridorlarda, "ama bize bunu sordu? sen şuna ne cevap yazdın? aaaa ben onu boş bıraktım" gibi sınav kritiklerini yapıp, biz hocaların sülalelerinin kulaklarını çınlatıp duruyorlar.
Bu günler, mezun olanların havalı havalı cübbeleri ile fakültelerinin önünde hava atttıkları günler. Lacivert cübbelerini savura savura facebook fotoğrafı çektiriyorlar. Kaç gündür gelip geçerken onlara bakıyorum. Yahu bu yeni nesil bir hoş. Erkekler yine bildiğin dümdüz erkek modundalar. Giymiş velet, cübbesini, kafasında da kepi, fotoğrafçı, erkeklere "şurda durun, böyle çekicem fotoğrafınızı" diyor, duruyorlar, şip şak bitiyor fotoğraf olayı. Ama kızlar öyle mi. Zaten önce dışarıya bir takım haykırışlar, ciyaklamalar geliyorsa, anlayın ki kızlar fotoğraf çektirmek için hazırlanmakta. Bizim okulun kızlarının mezuniyet modası şöyle: saçlar illa fönlü olacak, yüzde mutlaka full makyaj yapılmış olacak. Mutlaka ve mutlaka süper bir mini etek ya da elbise giyilmiş olmalı. Altta ise olabildiği kadar yüksek topuklu ayakkabılar zorunlu. Nerdeyse onları tahta bacak kıvamına getirmiş olan bu inanılmaz yüksek topuklu ayakkabılar, bu mezuniyet cübbesinin kaçınılmaz bir gerekliliği midir bilmem ama görünen o ki bu hilkat garibesi yüksek topuklu ayakkabılarınız yoksa sizi mezun etmiyorlar.
Bu şekilde giyinmiş hanım kızlarımız, o ayakkabıların üzerinde değil yürümek duramadıklarından, fotoğraf çekimlerinden önce elleri kafalarında kepleri düşmesin diye garip gurup yürüyememe hallerinde bizim fakültenin önünde ciyaklayarak bir sağa bir sola koşturup duruyorlar. Sanki hepsi poposu yanan birer tavuk. Yeteri kadar ciyaklayıp sağa sola sallana sallana gidip geldiklerine karar verdikleri anda -nasıl oluyor bilmiyorum- bir araya gelip facebook pozu veriyorlar. Hafif sağa ya da sola doğru dönüş, başı öne eğiş, kaşların altından bakıp olabildiğince şuh bir gülüş ile verilen pozlar bunlar.
Bu da bu dönem gençlerinin huyu suyu işte. "Yalan Dünya" dizisindeki Vasfiye teyzenin dediği gibi, "naaapacaksın? Oturup bakacaaaaannnn!!!"

15 Mayıs 2013 Çarşamba

bu gezegen fazla biz gibilere

Reyhanlı'da patlama
Alt tarafı bir futbol maçı uğruna günlerce koca koca adamların birbirlerine demediklerini bırakmaması
Metro kazısında bulunan Neolitik dönem ayak izlerinin üstüne dozerleri sokma
Onca itiraza rağmen Gezi parkını mahvetme çabaları
Çamlıca'ya çok lazımmış gibi dev cami dikme projesi
Üçüncü havaalanı inşa edeceğiz diye o bölgede varolan ekolojik sistemi tahrip etme
Ve daha neler neler...
Bizim gibi barışı seven, huzur isteyen, doğayı, hayvanları, insanları kısacası nefes alıp veren herşeyi değerli gören ve aynı zamanda da özgürlüğün, eskinin, toplumsal değerlerin kıymetini bilenlere bu ülkede hatta bu gezegen de yaşamak çok fazla! Oturup düşünürsek delirmemek içten değil.

24 Nisan 2013 Çarşamba

saya saya

Saya saya günleri bitiriyorum. Takvimindeki kırmızı çarpılar çoğalıyor. Keşke dönemin sonu için attığım o çarpılar, emekli olacağım son dönem için olsa! Geçen bir hesapladım en az onbeş sen var! Gözümde büyüdü bir an o onbeş sene. Ofiste yemek yerken çarpı attığım takvime bakıp, "Anaaaa onbeş sene böyle çalışma takvimleri olacak!" diye düşündüm, iştahım kaçtı. Hep bu bahar yüzünden! Dışarıda hava mis gibi ben sınıfın içinde, "Vat iz a cerınt?" diye tek başıma stand up show yapıyorum. Mart başından beri zaten gidik çocuklar. hiçbirinde motivasyon namına birşey yok. Oflaya puflaya oturuyorlar o sandalyelerin üstünde. Sanırsın hepsinin kafasına silah dayanmış, "bu hazırlıkta okuyacaksın!" denmiş. Bir afra tafra.
Neyse şurda fiilen birşey öğretebileceğim sekiz iş günü var. Sonrası arive derci!!!
Şimdi otur düşün bakalım saya saya bu sekiz gün nasıl geçmez???!!!

17 Nisan 2013 Çarşamba

beynim uyuşuyor

Beynim uyuşuyor....
Bir grup Emek sineması için (bence biraz geç kalınmış olsa da oldukça haklı) bir eylem yapıyor, üstlerine su sıkılıyor, tartaklanıyorlar,
Bir grup Gezi Parkı için kendi çaplarında konserli bir protesto düzenledi (keşke gidebilseydim, gidemedim ama aklım onlardaydı), çok şükür birşey olmadı,
Bir grup seçilmiş akilli!!!!! (o kadar akilliler ki içlerinden bir tanesi son günlerde gerçekleşen depremleri Allahın gazabı olarak nitelendiren bir tibit attı!!!) oldukları söylenerek, görevlendiriliyor!!!!, toplaşıp, görüşmeler yapmaya başladılar, (yine bence bir şekilde bunlar çoktaaaaaan yapılan anlaşmalar için ikna turları bunlar)
Dünyaca ünlü piyanistimiz Hayyam'ın dörtlüklerini tibit attı diye on aylık hapis cezasına çarptırıldı, değil biz bütün dünya şaşkın,
Kim haklı kim haksız bilmiyorum
Ya da kim doğru kim yanlış onu da bilmiyorum
Belki de haklı, haksız, doğru, yanlış yoktur, onu ise hiiiiiçççç bilmiyorum
Birşeyler dönüyor, anlamıyorum
Şimdiye kadar yaşadığımız düzen mi bozuktu da şimdi olanlar bize garip geliyor yoksa olanlar zaten oldukça garipte bize ondan mı tuhaf geliyor hiç bilmiyorum.
Düşünüyorum dinliyorum
Her gün birşeyler okuyorum
Olmuyor çıkamıyorum işin içinden
Beynim uyuşuyor.


2 Nisan 2013 Salı

bilmiyorum

Bahar geldiğinden midir
Yoksa sabah sabah Kazım Koyuncu dinlediğimden midir bilmiyorum
Ama yine tası tarağı toplamadan gidesim var buralardan....
Çok yoruldum herşeyden....
Kendimi sıkmaktan...
Mücadele etmekten...
Uğraşmaktan...
Boşa kürek çekmekten....
Fena halde babamın yanına gidesim var...
Bilmem neden....

26 Mart 2013 Salı

hep mi bana yahu?

Olay 1:

Mekan asansör. Ben bindiğim zaman dolu olan asansör altıncı kata geldiği zaman boşalır ve gençten bir kızcağız biner. Önce sırtı bana dönük birkaç dakika durur, sonra hışımla bana döner ve altıdan yedinci kata çıkıncaya kadar geçen, iki dakikada şunları söyler:
"birşey danışabilir miyim? dedim "bana sonra danış" dedi. İnanabiliyor musunuz? Neymiş efendim, saat birdeki dersini hazırlıyormuş. Bu ne terbiyesizliktir?"
Ben ne olayı bilen, ne bunları söyleyen hocayı ne de bana bunları hışımla, bir çırpıda löngös diye anlatan kızı tanıyan biri olarak, uzun kirpiklerimi kırpıştırmak suretiyle "çattık deliye" diye anlamlandırılabilecek bir gülümsemeyle, "he he he oluyor tabi arada böyle şeyler" minvalinde birşeyleri geveledim ağzımda. Bu kızı daha da coşturdu ve ben asansörden inerken arkamdan şöyle bağırıyordu: "benim de arada canım birilerini öldürmek istiyor ama öldürmüyorum!!!"""

Olay 2:

Mekan metro çıkışından eve giden yol. Her zamanki gibi metrodan çıkmış eve doğru her zaman yürüdüğüm yolda yürümekteyken ve arkamdan birinin geldiğini hissederken, ani bir hareketle yolu değiştirmek istedim ve evin karşısındaki parktan geçerek eve ulaşmak istedim. Tam parktan çıktım, yolun evin olduğu tarafına geçecekken, arkamdan şu sesi duydum:
O ses: "Pardon, yukarda başka yol mu var?"
Ben: "Efendim!!!??? anlamadım."
O ses: "Yukardaki yol nerde?"
Ben: "Siz nereye gitmek istiyorsunuz?"
O ses: "Minibüs caddesine"
Ben: "Ha, o zaman bu yoldan aşağıya yürüyeceksiniz."
O ses: "Biliyorum da ben onu sormuyorum. Yukarıdaki yol nerde?"
Ben: "Beyefendi ne yolu? Parktan geldim ben buraya!"
O ses: "Haaaa demek ordan geldiniz. Demin önümdeydiniz, birden yok oldunuz, sonra önüme çıktınız. Ben de başka bir yol var sanmıştım. Tamam."
Ve adam tırıs tırıs gider. Ne bir "iyi akşamlar", ne bir "teşekkürler" demeden.

Yahu bütün deliler hep mi bana denk geliyor?

23 Mart 2013 Cumartesi

aplacım

Dün sabah ofiste telefonum çaldı. Numara açık seçik gözüküyor, merak bu ya açtım.
O ses: İyi günler, Karga hanımla mı görüşüyorum?
Karga: Evet, benim buyrun!
O ses: Hayırlı Cumalar, Karga aplacım!!! Şimdi aplacım, Allah nasip ederse, inşallah, 1 Nisan'da Kadıköy Halk Eğitim merkezinde aplacım....
Karga: ...........
O ses: Duyuyor musun aplacım, sesim geliyor mu?
Karga: Evet!
O ses: Tamam o zaman aplacım. Allah'ın izniyle, özürlü kardeşlerimizin oynayacağı bir oyun var. Bütün oyuncularımız özürlü kardeşlerimiz....Sesim geliyor mu, aplacım?
Karga: Ben böyle şeylerle ilgilenmiyorum!!!
O ses: Ama aplacım, özürlü kardeşlerimizin sorunlarına duyarsız mı ....
Karga: Ben onlara başka şekillerde yardım ediyorum merak etmeyin!!!
(Karga telefonu kapar, konuşma biter)

Tepeden tırnağa sinirden kıpkırmızı kesildim. Ben kızınca, genelde ne diyeceğimi bilemem. Nutkum tutulur, aklımdan bir sürü şey geçer söylemek için ama söyleyemem. Şimdi bu olayda da o kadar sinirlendim ki birden içimdeki Recep İvedik'i çıkarıp 'hohohoyyytttt, noluyo layyynnnn????" diyesim geldi ama ne diyeceğimi bilemedim. Eğer konuşabilseydim şunları söylerdim herhalde o sese;
* Bir kere kardeşim ben senin nerden aplan oluyorum? Bu ne biçim usluptur?
* Siz benim telefonumu izinsiz kimden aldınız? Adım ve soyadımla beni arayacak kadar bilgiyi hangi kendini bilmez, densiz size verdi?
*Birilerine yardım yapmak ya da yapmamak benim tasarrufumdur, kimin hangi derdine seyirci kalıp kalmayacağım benim bileceğim iştir, kimseye bu konuda hesap vermem, lafını ettirmem. Yardım ederim etmem size ne?
* Ayrıca bu telefon ile bilet satma işi ne kadar güvenlidir. Ben bilet almak istesem, gider Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nin gişesinden, paramı bastırır alırım. Ne yani siz beni aradınız ve bana aplacım dediniz diye ben kırk lira olan biletlerinizi telefonda mi alacağım. O kadar salak mıyım da ben, size kredi kartımın numarasını vereceğim?
* Hem ben nerden bileceğim sizin özürlüler için çalıştığınızı, var mı bir kimlik belgeniz, numaranız? Adını bilmem yüzünü bilmem, o parayı cebine atmayacağını nerden bileyim?
*Ama en önemlisi sen benim telefonumu nerden buldun da, beni adım soyadımla hitap edip arıyorsun ve sonrasında yılışık bir samimiyetle konuşmayı aplacım seviyesine getiriyorsun? Sen kimsin be adam?

demek isterdim. Hatta yazarken o kadar hiddetlendim ki yine bugün o telefon numarasını arayıp, ağzıma geleni söyleyesim geldi. Yahu bu ne terbiyesizliktir. İnsanı zorla kötü yapıyorlar. Ben bu tip işlerin güvenirliliğine güvensem, ilgilenirim, gider bilet alırım zaten. Bir takım yardımların çeşitli kuruluşlar için yapılmakta olduğunu biliyorum ama açıkcası bu işlerin güvenirliliği ile ilgili çok derin kuşkularım var. En son Van'a yana yakıla gönderdiğimiz yardımların depolarda çürüdüğü haberinden sonra beni öldürsen bu tarz yardımları yapmam. Ben kendi elimle götürdüğüm, güvendiğim kişilere şahsi yardımlarımı yapıyorum, bu da bana yeter.
Şimdi kafamdaki asıl mesele benim cep telefonumu alenen satan ya da dağıtan kişileri ve sürekli cebime hiç gitmediğim restoranlardan, mağazalardan, dil okullarından (İngilizce öğreten birine, 'çok uygun koşullarda ingilizce' diye kampanya smsleri geliyor. İronik!!! Onlara da 'isterseniz ben size öğreteyim' diye mesaj atasım geliyor.), otellerden, tur şirketlerinden vs. vs. den gelen mesajları atanları şikayet edip, bu mesajları engelleyemez miyim? Bir de bu aplacım mı şikayet edebileceğim biri yok mu? Bu bir nevi tacize girmez mi? Nedir ne değildir? Biri beni bilgilendirsin, aplanız size kurban olsun!!!

19 Mart 2013 Salı

anadolu'nun metro ile imtihanı

Açıldığından beri haftanın iki günü Kozyatağı-Kadıköy metrosunun yürüyen merdivenlerini aşındırıyorum. İngilizce öğrenmeye çalışan, bu sırada da beni ara ara deli eden minik guşum sayesinde halkımızın metro ile imtihanını gözlemleyebiliyorum. İlk söyleyebileceğim şey, Anadolu yakasının Avrupa yakasına oranla hala ve inatla içerdekiler inmeden içeri girmemeleri gerektiğini öğrenememiş olmaları. Metro durup kapılarını açtığında dışardakiler içerdekilere sadece iki saniye süre tanıyor. Bu sürede içerden çıktın çıktın yoksa dışardakiler öyle bir hücum ediyor ki, bir daha dışarı çıkma şansını elde edebilmek için, biraz gelenleri ittirip kaktırmak gerekiyor. Geçenlerde Kadıköy'den dönerken her zamankinden daha az metro sırası vardı. Ha bu arada şunu da söyleyeyim, "yaşlılara yer verdin yer vermedin" stresine girmemek için dönüşte her zaman vagonun arkasında cam kenarına yakın yerde sırtımı kapalı kapıya ya da vagonun duvarına dayayarak ayakta gitmeyi tercih ediyorum. Ne me lazım, şimdi bana yaşlı gelmeyen biri belki de yaşlıdır. Ayakta kaldığı ve ben oturduğum, ona yer vermediğim için tepemde dikilip bana kötü kötü bakışlar atan kişilerin, stresini çekmektense peşin peşin ayakta dikilmeyi tercih ediyorum. Zaten yolum on onbeş dakka birşey. Neyse ne diyordum, ha, metro geldi kapılar açıldı, içerdekiler çıktı biz de binmek için hamle yaptığımız sırada arkamda kalmak üzere olan kız, ortaya söylüyormuş gibi yapıp beni kastederek, "ama sıra vardı!!" demesin mi. Hiçbirşey demedim çünkü bir) ortada sıra diye birşey yoktu. benden sadece iki saniye önce oradaydılar, hatta yürüyen merdiven de önümdeydiler. iki) sıra olsa bile benim kızın sırası ile işim olmazdı çünkü benim hedefim koltuk değil kenardaki girintiydi. üç) ben sıralara önem veriririm ve orada bir sıra olsaydı, o küçük hanımdan daha hassas bir şekilde sıraya dikkat ederdim.
Baktı benden bir tık yok içieri girmek için hamle yapıyorum, bu sefer minik hanım kızımız ani bir atakla beni ittirip, içeri attı kendini. Bu arada da kılkuyruk erkek arkadaşını çekiştirip, "hadi hadi gel!!" yapmaktaydı. Sonunda zafer kazanmış bir edayla oturdular koltuğa. Böyle minicik şeylerle ego tatmin edenlere hayret etmekten başka birşey yapmayı gereksiz buluyorum.
Tabii metro nispeten ucuz, hızlı, rahat ve sürekli işleyen bir sistem olduğu için, halkım onu da en kısa sürede balık istifine döndürmeyi başarmış. Akşamları yedi ile sekiz arasında Ünalan durağına gelmeden kendinizi kuytuda bir alanda güvene almanız gerekir yoksa tostun arasındaki kaşar kıvamında, ezik büzük ve o kadar insanın yarattığı sıcakta erir halde yola devam edersiniz.
Gözlemlerimdeki son nokta ise bu hattı kullanan erkeklerin oldukça bakımsız oluşu. Ne kadar çok at hırsızı tipli adam var bizim memlekette yahu!!! Hele o ellerin pisliği. Kardeşim kadınların bakımlı olmasını bekliyorsunuz ama siz de kendinize bir çeki düzen verin artık. Ayakkabılarınızı boyatın, elerinize krem sürün (ne onlar öyle çatlak çatlak, tırnakların arasında kirler vs. vs.), üstünüzü başınızı bir ütületin, yıkayın. Ne kadar tipsiz varsa bizim hatta.
Sonuçta, halkımın yeni olan şeylere uyum sağlaması ve onunla bütünleşip, vahşi büyük şehir kanunlarını bu yeni ortama/ ortamlara uygulama hızı inanılmaz. Keşke herşeyde böyle olabilselerdi.

18 Mart 2013 Pazartesi

kısa kısa

Ofiste yazmazsam bir daha bilgisayarın başına oturup yazamıyorum. En iyisi çıkmadan bir şeyler çiziktireyim kısa kısa...
*Annemin ayağındaki olay yine hortladı. Olay diyorum çünkü ne olduğu belli değil. Bugünkü doktor, topuk dikeni diye gittiği doktorun iğne yaparken enfeksiyon kaptırdığını, daha önce şişen ve iltihaplanan ayağın hiçbir şekilde tedavi edilmemiş olduğunu söylemiş. Ayağında toplamaya başlayan iltihap yine yarılmış vs. vs. Olan antibiyotiği de içmişti umarım bu son olur. Canım fena sıkkın bu olaya.

*Bugün babamın doğum günü. Yaşasaydı altmışüçüne basacaktı. Hala düşündükçe inanamıyorum. Beynim uyuşuyor. Ölümü kavrayamıyorum ben. Doğum günün kutlu olsun babacım!! Keşke seninle konuşabilseydim.

* Ondört mondört derken dönemi yarıladık. Bu hafta yedinci hafta. Artık sona doğru gidiş başladı. Zaten zaman da -başka şey olsa yanımda olmaz- benden yana, pek bir hızlı geçiyor. Mart'ın sonu olmuş bile. Yine harala gürele geçiyor günler, sabah aynada yüzüme dikkatlice baktım da yanaklarım aşağıya sarkmaya başlamış bile. Hala pek bir kırışıklık yok ama saçlarım ve yüzüm bana ihanet ediyor, alçaklar.

*Bu aralar böyle yuvarlanıp gidiyorum. Hiçbirşey yapmak istemiyor canım. Sadece ve sadece uyumak istiyorum. Deliksiz uzun huzur uykuları ve uyandığımda da herşey hallolmuş olsun.

*Ha bir de deli gibi yemek yemek istiyorum. Tonlarca yemek, tatlı, abur cubur yiyeyim. Yiyeyim yiyeyim daha da doymayayım.

*Neyse karga kaçar. Bu da böyle dandik bir post oldu.

5 Mart 2013 Salı

temizlikçi

Bahar yavaştan yüzünü göstermeye başladı bile. Sabah okula giderken kullandığım yan yolu çevreleyen erik ağaçları beyaz çiçeklerini açmış bile. Hava hala dengesiz, sağ gösterip sol vuruyor ama artık tamam, bundan sonra kar da soğuk da gelmez. Bahar böyle kendini kapının aralığından gösterirken, doğanın yeniden doğuşuna, her gün başka birinin aramızdan ayrılması ile eksilerek giriyoruz. Doğa uyanıyor, içimizde birşeyler kıpırdanıyor ama bir yandan da yavaş yavaş eksiliyoruz.
2013'ün çocukluğumu ve gençliğimi temizlemeye geldiğinin ne zamandır farkındaydım. Sanki geçmişime ait ne kadar bilindik kişi varsa hepsini yavaş yavaş temizlerken bana da yaklaşmakta olan kırk yaşımı yani kısmi yaşlılığımı gözüme sokmaya çalışıyor gibi bir havası var bu senenin.
Evet Müslüm baba'cı değildim, uzağından yakınından bile geçmezdim kendisinin ama son dönemlerinde farklı sanatçılara ait eserleri kendi yorumu ile söyleyince, kendisine olan sempatim artmış ve insanların ne kadar farklı yüzleri olabileceğini ve bunları bilmeden onları yok saymanın ne kadar yanlış olacağını anlamıştım. Şimdi onun ve ondan öncekilerin gidişiyle içimde birşeyler eksildi. Eskiye ait hiçbirşey kalmıyor artık ve bu beni inanılmaz ürkütüyor. Hala aynaya baktığımda görmediğim kırışıklılarım sayesinde kendimi genç sanırken, böyle kimi ani kimi beklenen vedalar benim de artık küçük olmadığımı hatırlatıyor ve bu durum benim hiç hoşuma gitmiyor.
Bugünlerde baharın içimde başlattığı kıpırtılar eskisinden çok farklı. Artık daha bir dinginim ama bir o kadar da üzgün. Hepsi temizlikçi 2013'ün suçu.

25 Şubat 2013 Pazartesi

yaaa işte böleee

Vallahi daha dün gibiydi geçen seneki Oscar ödül töreni ile ilgili yazı yazmıştım ve yine töreni izlemek için sabahlayamayıp, ertesi gün izlemiştim. Bu sene de aynı şey oldu. Töreni izlemek için sabahlamaya tenezzül bile etmedim. Bu akşam cnbce'den izleyeceğim. Sabah töreni canlı canlı izleyenlerin tivitlerini okudum, içimi bir kıskançlık kapladı. "Emekli olunca yapılacaklar listesine" bir madde daha eklendi: Oscar törenleri izlenecek, töreni izlemek için sabahlanacak. Bütün maddeleri bitirmeye ömrüm yetecek mi yoksa hiç param olmadığı için hiçbirini yapamayacak mıyım yoksa hasta olduğum için yerimden bile mi kalkamayacağım yoksa çok dinç ve fit olduğum için gezip durmaktan evde oturamayacağımdan listemdekileri yapamayacak mıyım bilmem ama günler koştura koştura gelip geçiyor. Daha doğru dürüst kışlamadan bahar geliyor. Bugün hava çok güzel, sinir bozucu. Yaz geliyor, yine sıcak olacak, oturduğumuz yere yapışacağız. Kış bitmesin, bu kıvamda devam etsin.
Yaaaa işte böööleeee....ömür geçip gidiyor, yapılacaklar listeleri çeşitlerini ve maddelerini arttırıyor ama hiçbiri yapılmıyor.
Bugün de böle bir post yazılıp, ortaya atılıyor. Kafam gibi ortaya karman çorman karışık bir post işte.

12 Şubat 2013 Salı

ziriguidum

Müjde, müjde!!! Bütün kederlere, üzüntülere, can sıkıntısına çareyi buldum. Üç öğün bunu izleyip, keyiflenmek mümkün! Tabi gönül, Biscolata erkeklerini böyle dans ederken izlemek ister ama siz de benim gibi bu videoyu izlerken onlar dans ediyormuş gibi hayal kurabilirsiniz!

Haydi eller havaya!

11 Şubat 2013 Pazartesi

hop bir ki üç

İşte geldim burdayım, ben bu işte ustayım demeyeceğim. Yeni bir hafta geldi, hoş geldi, bakalım nasıl geçecek. Şöyle önümüzdeki haftaya baktığımızda atlatılacak bir 14 Şubat geyiği ve Amerikalılar'a Tükçe dersinin sondan bir önceki dersi var. Yani yarın sabah onbir kırk itibariyle haftanın stresi kısmi olarak atlatılacak. 14 Şubat için stresli miyim? Yok canım niye olayım, sevgilim olduğundan ya da onun bu güne özel pastırma çemeni sürülmüş bonfile istemesi (tövbe yalebbim, sevgili de başka isteyecek birşey bulamadı ama yapacağız bir şekilde. İstek önemli yerden geldi sonuçta) falan değil stres yapan. Her sene insanların bu günle ilgili harcama yapılmaya itilmesi beni geriyor. Bu durum şey gibi, "yılbaşında mutlaka eğlenmelisin yoksa tüm sene kötü geçecek!" duygusunun alttan alta verilmesi gibi birşey. "Sevgilinle birşeyler yapmalısın yoksa ilişkine zarar gelir, onun/senin  seni/onu  ne kadar sevdiğini göstermenin yolu bugün" gibi saçma sapan birşeyi alttan alta veriyorlar insanlara. Neyse biz uzaktan bütün bu olan biteni seyrediyoruz, iyi de oluyor. Evet, an itibariyle derse geç kalmak üzereyim ama çok da fifi.

8 Şubat 2013 Cuma

robotix

Bak yılın ikinci ayı başlamış, başlamak ne kelime nerdeyse ayın yarısı gelmiş. Zaten cücük gibi kısacık bu ay, daha gözümüzü açamadan ay sonu gelecek. Ben iyice robotixe başlamış durumdayım. Ne blog yazıyorum, ne blog okuyorum, ne sinemaya gidiyorum, ne günlük yazıyorum, ne sevgili komşuma gidiyorum, ne de başka birşey yapıyorum. Sabah kalk işe git, eve gel, kırkbeş dakka evde takıl, özel derse git, eve gel, yemek hazırla, yemek ye, dizilere bak, sonra tumba yatak. Kendimle bile konuşmuyorum şu günlerde. Kendimle yaptığım en iyi konuşma, 'bu akşam ne pişirsek?'. Ne bu böyle yahu? Noluyoruz? Dizi karakterlerine kendimden daha çok endişeleniyorum. Dün akşam bulaşık yıkarken aaaaa bir baktım; İntikam dizisinde Mert Fırat'ın oynadığı karakter için endişeleniyorum. Farkettim ki elimde köpüklü süngeri tencerenin içinde döndürürken şöyle düşünüyorum: 'Adamda kızı fena seviyor ama kız onu sevmiyor. Ne olacak şimdi? Ya Rüzgar ne yapacak? Amaaaan niye böyle senaryolar yazarlar ki? Yazık yahu hepsine. Şimdi başkasına da aşık olamaz. Öldüyse eğer dizinin başında gösterdikleri gibi iyi olmuş o zaman çocuk için.' Sonra dedim ki kendime: 'Kızım bak git! Olmadık bir dizi için endişeleniyorsun. Delirdin mi yahu! Aklını başına al! Otur kendine yan sen!'
Yaaa işte böyle, robotix robotix takılıyorum. Acilen titremeli ve kendime gelmeli, yazmayı düşündüğüm yazıları yazmalı, aramayı düşündüklerimi aramalı ama en önemlisi oturup kendimle konuşmalıyım.

4 Şubat 2013 Pazartesi

ha gayret

Sevgili Blog,
Sana bu satırları ofisten yazıyorum ve önümde bu dönemi gösteren takvim duruyor. Onaltı haftaya bakıp dün akşamdan beri içimden sürekli kendime tekrarladığım olumlamaları aklımdan geçiriyorum. 'Ha gayret, geçip gidecek onaltı haftada, boşver, vakit geçiyor işte!' diyip duruyorum ama içimdeki somurtuk ses, 'eeee nolcek onaltı hafta sonunda ha? Yine yaz sonra yien sonbahar yine bir onaltı hafta!!! En aşağı yirmi yıl, emekli olana kadar böyle!!!!' diye edepsiz çocuklar gibi ayağını vura vura tepiniyor. İçimdeki diğer olumlamacı tip ise, 'evde olunca da sıkılıyorsun, her işte bir hayır var, işim var diye şükret, herşey için şükret. Gün doğmadan neler doğar, belki loto tutar, belki başka birşey olur. Moralini bozma. Şükran ve halleluyah!' diye geyik yapıyor.
Blog'cum, sabredeyim di mi? Zaten herşey üç buçuğa kadar, zaman da akıp gidiyor, hem bu dönem cumalar rahat. Sıkılmayayım, enseyi karartmayayım. Hadi bakalım ya sabır ya selamet, bu günlerde geçer di mi? Sağlık olsun, yeter ki gönüller bir olsun. Bir işim var, çok şükür bin şükür. (burda ciddiyim!!!)
(amma gaz veriyorum kendime, bu dönem her gün böyle gaz vereyim kendime yoksa geçmez günler. Of pof afra tafra)

31 Ocak 2013 Perşembe

nalçak yeni dönem

Ocak yıldırım hızıyla geçti. 'oooooo bir ay kafadan tatil yapıcaz, bir süre yeni ergen yüzü görmeyeceğiz' diye sevinirken, tatil olmayan tatilimiz çarçabuk geçti, pazartesi yeni dönem başlayacak. (of pof afra tafra...acilen adak adamalı, mum dikmeli, evrene olumlu mesajlar yollamalı, melekleri seferber etmeli; zira ben home office bir iş istiyorum, kendi işimde çalışmak istiyorum, bu kadar öğretmenlik yeter!!!). Parantez içinde bellidir herhalde yeni dönem ile ilgili halet-i ruhiyem. Şöle gönül rahatlığı ile dinlenemeden geçen bir lafta tatil döneminin ardından oldukça yorgun başlayacağım döneme. Hiçbirşey hazır değil dönem için. Hiç istemediğim bir dersi vereceğim, bir şekilde hallederim ondan yana sıkıntım yok ama angaryası, okunacak kağıdı falan çok. Neyse buraya yazmak için aklıma geldikçe afakanlar basıyor. Şu mesleği seçen aklıma hay bin kunduz işesiye diyorum kendi kendime. Aslında şu tatil döneminde yazacak güzel bir Antep gezisi ve annemin ayak meselesi var ama ben değil blog yazmak, kolumu kaldırmak istemiyorum. Vitamin falan mı alsam yoksa anti depresan falan mı alsam da yıldırım gibi geçse şu onaltı haftalık maraton.

16 Ocak 2013 Çarşamba

yasta değilim hastayım

Hastayım hastaaaa!!!! Geçen hafta Hollanda'dan gelen misafirlerimiz yüzünden ayakta bir hafta geçirdik. Yok yemeğe geldiler, yok bizde kaldılar, aman kar yağdı, şuydu buydu derken ben biraz yorgun düştüm galiba ve bu hafta virüsler galip geldi. Bağışıklık düştü. Cumartesi sabahı diz kapaklarımdaki ağrılarla kalktım. Ne zaman diz kapaklarım ağrısa hasta oluyorum ben, öğrendim artık. Kahvaltıdan sonra hemen bir ilaç attım ağzıma, bütün gün çakı gibi dolaştım ama aşkam üşüme nöbeti geldi. Aksi gibi cumartesi akşam gezeceğimiz tuttu. gittiğimiz her yerde insanlar sıcaktan şikayet ederlerken ben içimden, "varsa bana bir soba getirin, rica edeceğim. çok üşüyorum!" diye söylenmekteydim. Sonunda gece eve döndük, ben yorganın altına kendimi attım ve 38 derece ateşle uyudum. Bugüne kadar da salya, sümük, öksürük, ateş sürünüp duruyorum. Ve fakat bilinçli bir çalışan olarak işime zamanında gelip gidiyorum. Sanırım en iyi çalışan Altın Küresi'ni hak ettim (mi acaba?)

13 Ocak 2013 Pazar

kar ertesi

Geçen hafta harala gürele içinde geçti. "Kar yağacaktı, yağıyor, yağdı yağacak, vallahi de billahi de sabaha karşı yağacak, yalanım varsa iki gözüm önüme aksın bugün yarın eli kulağında yağacak!" derken derken yağdırdılar en sonunda karı.
Şöyle bir düşünüyorum da küçükken daha mutluymuşuz yahu. Havada atıştırmaya başlayan kar tanelerini görür, 'tatil yağıyor, tatil yağıyor!' diye sınıftaysak sınıf camlarının, evdeysek ev camlarının önünde zıplardık. Hatırlıyorum kar yağdığında çok mutlu olurdum ben. Her taraf bembeyaz olup, bir nevi masal alemine bürününce ortalık her kötü şeyin yok olduğuna, bir daha can sıkıcı hiçbir şeyin olmayacağına inanırdım. Bir de kar yağınca çöken o derin sessizlik bana çok huzur verirdi. Kar yağınca doğa kısa bir süreliğine tıp oynar. Artık yaşlanınca sadece doğanın o sessizliği içinde yürümek için kar yağsın istiyor insan. Yoksa nerde kar tatili nerde ense yapmak. Geçen hafta pazartesinden başlayan kar geliyor çığırtkanlığı salı günü gerçek olunca,  sabah taksi bulmak için yürürken, yüzüme çarpan kar taneleri hiç de çocukluğumda 'tatil yağıyor!' diye zıplatan kar taneleri gibi değildi. Onlar daha çok 'hay bin kunduz! şimdi kar yağmasının sırası mı! keşke evde olsaydım. Sahi ben niye büyüdüm?!' dedirten kar taneleriydi.
Büyümek böyle nalet bir şey işte. Kar yağarken bile çocukluğun saf günlerindeki gibi o beyazlık sizi mutlu edemiyor çünkü ortalık beyaza bürünürken siz durmayan taksileri durdurmaya, normalde de kötü kullanan şoförlerin daha da kötü kullandığı yollarda dötünüzü kollamaya, kayan yollarda kolunuzu bacağınızı kırmamak için tek kanallı dönemin en büyük kış eğlencesi artistik patinaj buz pateni şampiyonalarından bilinç altınıza yerleşmiş Jayne Torvill hareketlerini sergilemekle ve aynı zamanda karda dondurucu soğukta sokakta kalan kediye köpeğe yem vermekle ya da onların başını sokacağı kartondan evler yapmakla meşgul oluyorsunuz
Büyüdüğümüzde kar yağması demek sizin için hayatın zorlaşması, sizin dışınızda kötü şartlarda yaşayan maddi durumu iyi olmayan, yeterli yakacağı olmayanlar için hayatın daha da zorlaşması ve sizin de onları düşünüp evinizde yarım huzurla oturmak demek. Belki de bütün bu gerçeklikle yüzleşmemek için Peter Pan olmak ve büyümeyi reddetmek en güzeli olurdu.


4 Ocak 2013 Cuma

olur da okursan

Olur da bir gün bu yazıyı okursan bil ki tüm hissettiklerim ihanete dair. Evet bana ihanet ettiğini düşünüyorum. Yeni biriyle çooookkkk yakın arkadaş oldun, beni unuttun, işin özeti bu. İnsan tabii ki yeni insanlarla tanışır, yakın arkadaş olur, bunu kıskanacak kadar çocuk değilim ben. Ama isterdim ki arada bir ara, "hadi gel, bir kahve içelim!" de. Hatırımı sor, neler yaptığımı sor, dert sadece sende mi? belki benim de canım birşeylere sıkılıyor ve içime atmaktan sıkılmış olabilirim. Ama senin umrunda değilim artık. Önceden yapılmış, karar verilmiş planlara son dakka haber verip, birlikte olmak istemediğim kişilerle aynı ortama monte etmeye çalışıyorsun. Ben gelmediğim zaman da, "çağırdığım yerlere gelmeyip, sitem ediyosun sonra da beni üzüyosun!" diyosun. Aklına gelmiyor di mi, senin birlikte dolaştığın kişilerle daha önce bir araya geldiğimde kendimi yama gibi hissetmiş olabileceğim. Nerden gelsin, benim ki de soru işte. Sanırım aslında sorun "çağırdım da gelmedin!" falan değil. Sorun senin benimle bir şekilde artık arkadaş olmak istemeyişin. Benimle hala arkadaş dost olmak istesen, şu anda hayatındaki en önemli meseleyi en son duyan ben olmazdım. Hatta sanırım ben duymayacaktım bile ama görüşelim diye o kadar zorladım ki, mecburen geldin ve anlattın.
Arkadaşlığımız ile ilgili ne zaman ayıldım biliyor musun? Doğum günümde. Aynı yerde çalışmamıza rağmen, bırak ofisime uğramayı telefon bile edip, doğum günümü kutlamadın. Sadece şu meşhur instagramdaki bir resimle kutladın doğum günümü. Hoş o fotoğrafta aslında başkası görsün diye çekilmişmiş meğer. Bırak eskisi gibi yemek yiyelim falan diye plan yapmayı, hediye almayı, aramadın bile. İsterdim ki, bir ara, doğum günümü kutla. Bütün gün hatta akşam da bekledim, ararsın diye. Yok olmadı, iyi arkadaşınla!!!! kahve içmeye gittin. Benim içimde o zaman sana karşı birşeyler koptu gitti. "Demek ki" dedim "bitmiş aramızda o eski dostluk, arkadaşlık!" ama yine de aradım seni, sordum. Dedim ya zorla getirttim seni bana, anlattırdım canını sıkanı. Şimdi düşünüyorum da aslında zorlamamak lazımmış. Ders olsun bana. Hep bebeğin gelişmediğini ve alacaklarını söyledikleri zaman yanımda olan, elimi tutan en iyi dostum olduğunu düşündüm. Hala aramızda o günlerin yakınlığı var sandım ama yanılmışım. Belki de hala öyle hissettiğim için bunları yazıyorum. Evet sen hala benim için o gün yanımda olan, omzunda giden bebeğin ardından ağladığım dostumsun. Belki birgün sen de beni hatırlarsın.

3 Ocak 2013 Perşembe

her güne bir

Her güne bilmem ne türü aktiviteleri seviyorum. Sanırım etrafıma daha farklı bakmama, günümü daha farklı -bence daha farkında yaşamamı sağladıkları- için seviyorum bu aktiviteleri. Bu yüzden instagramda başladığımız her güne bir foto uygulamasına koyduğum resimleri buraya koymaya ve fırsattan istifade her güne bir yazı yazmaya karar verdim. Bakalım ne kadar istikrarlı gidecek bu iş.
Aşağıda ilk üç günün resimleri var. Yazılardan da bu üçüncü yazı olması gerek ama ilk gün rehaveti mazeretimiz dolayısıyla bir gün eksik başlıyoruz olaya.

Birinci gün, akşamdan kalanların resmidir.



















İkinci gün, aslında sayfalarca yazasım var ama hep erteliyorum.



















Üçüncü gün, son finalleri yapıyoruz. Hayatımız sınav.










2 Ocak 2013 Çarşamba

muhasebe

Yeni yılın ilk yazısını yazmak yılın ikinci gününe kısmetmiş. Geçen yılın muhasebesi ve vedası biraz uzun sürünce işler bugüne sarktı. İşte eski yılın muhasebesi:
* 2012 senesini tam anlamıyla ayaklarımın suya erdiği sene olarak hatırlayacağım sanırım. Kendimin, ilişkilerimin kısacası hayatımdaki herşey ile ilgili farkındalığımın arttığı bir yıl oldu. Öğrendiğim en önemli şey ise sabretmek, şükretmek ve beklemek. Herşeyin bir zamanı var ve ne kadar acele edersek edelim zamanı gelmedi mi hiçbirşey olmuyor. Bu yüzden birşey oldu mu artık fevri davranmıyor, sadece bekliyor ve sabrediyorum.
* 2012 temizlik yılı oldu benim için. Kafamdaki bütün büyük meseleleri temizledim. Mesela tezim bitti ki kendisi düşünce ve sıkıntı bakımından beynimin büyük bir yüzdesini kaplamaktaydı. Bitti gitti, kurtuldum. Hoş kalktı da ne oldu, bir doktoraya başlayamadık ya da bölümde bir değişiklik olmadı ama kısmet bazı şeyler. Du bakalım enseyi karartmamak lazım, elbet birşey olur, akan su yolunu bulur.
* 2012'de aileyi genişlettik. Köfte bey, 2012'nin en büyük sürprizi idi. Ailenin eski fertleri ile gittikçe iyiye giden bir ilişkileri var. Şimdilik ne bir hırıltı ne bir homurtu duyuldu. Herkes sınırlarını çizdi, kimse kimseye bulaşmıyor.
* 2012, para meselesinde ciddi anlamda "ayağımızı yorganımıza göre uzatmayı" öğrenme senesi oldu. Neye ne kadar harcayacağız, neler öncelikli hep hesabını kitabını yaptık. Yeni yılda da "yerli malı ve tutum haftası" misali yaşamaya devam edeceğiz gibi gözüküyor.
Kısacası 2012, öğrenme ve farkındalığımı arttırma yılı oldu. Yeni yılda kendime bol şans, bol mutluluk, bol kahkaha, bol sevgi, bol neşe, bol gerçek arkadaş, bol para, bol seyahat diliyorum ve bu sene uzun zamandır unuttuğum ve yapmadığım bir şeyin - hayal etmenin - bana tekrar geri dönmesini diliyorum.

Herkese mutluluk dolu gıcır bir 365 dilerim.