23 Kasım 2012 Cuma

nane limon mu?

İnsan vücudunun kendine yavaş yavaş ihanet etmeye başladığını sanırım önce bir hafta aç bilaç dolaşsa bile veremediği gramlardan sonra da ufaktan ortaya çıkan hastalıklarından anlıyor. Yıllardır ortaya çıkmayan çarpıntım bir aydan beri yeniden nüksetti. Otururken yatarken yürürken kalbim sanki yerini değiştirmiş, boğazıma taşınmış gibi. Kalbim boğazımda atıyor. Garip bir his. Sıkıntı yapıyor. yorgunluktan mı yoksa çok çay içmekten mi yoksa kalıtımsal mı bilmiyorum. Hatırlıyorum annem benim yaşlarımdayken hep çarpıntısı olduğundan şikayet ederdi. İşte ilahi adalet, sen yıllarca annenin, "ön tekerlek nereye giderse arka tekerlek de oraya gider" sözünü haklı çıkarmamak için çabala didin, kaderine baş kaldır, sonuç sıfır olsun, anan gibi çarpıntıların tutar işte. Haftaya minik bir tatilimiz var. İşe gitmek yok. Aslında bu fırsatı değerlendirip, doktora gidilebilir de ne diyeceğim. Hem çarpıntı varken gitmek lazım galiba ama ben de tatilimi bununla geçirmek istemiyorum. En iyisi daha da kötüleşmesini beklemek ya da oluruna bırakmak, hiç olmadı biraz çayı kahveyi azaltmak, biraz herşeyi oluruna bırakmak. En nihayetinde nane limon kaynatıverir içerim canım, o herşeyin çaresi değil mi zaten!

21 Kasım 2012 Çarşamba

pencere

Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar. İddiasız, mütevazı ama derin anlamlar taşıyan ve kurgusuz gelişen hayatlar, sayısız pencerede bir hayal gibi oynar biter. Kiminin, zaman zaman da olsa seyircisi vardır, ama çoğu bomboş bir salona açar perdelerini. Tek kişilik oyunlarla ya da kalabalık kadrolarla...Dramlar, eğlenceler, aşklar, kavgalar damların, gökyüzünün, karşı duvarın ya da karşı pencerenin kendilerini seyredip seyretmediğine zerre kadar aldırmadan, fütursuzca sahne alır pencerelerde. 

Mine Söğüt'ün Beş Sevim Apartmanı bu paragrafla başlıyor.

Beşi de günün uzun saatlerini pencere önünde geçirirdi. Beşi de pencereye farklı zamanlarda çıkardı. Beşi de pencereden bakıldığında iki apartmanın arasındaki küçücük boşluktan görülen, küçücük deniz manzarasına gözlerini diker ve beşi de bu manzaraya bakıp devamlı bir şeyler mırıldanırdı. Sanki dua okur, sanki görülmeyen, hiç olmayan, varlığı ruhlarında saklı birilerine hüzünlü öyküler anlatırlardı...diye anlatmaya başlıyor Mine Söğüt bu apartmanın sakinlerini. Henüz ilk iki bölümünü bitirmeme rağmen ilk bölümün ve dolayısı ile kitabın giriş paragrafı elimdekinin sıradışı bir kitap olduğunu müjdeledi.
Bu paragrafı okuduktan sonra eve dönüş yolu boyunca pencereleri düşündüm. Pencereler, evlerin gözleri aslında. Nasıl karşımızdakinin gözlerine baktığımızda kalbinin derinliklerine inebiliyorsak ya da kalbimizin derinlikleri gözlerimizden dışarıya yayılıyorsa, evlerin kalbine giden yol da gözler misali pencerelerden geçiyor.
Kendi kişisel tarihimde pencereleri düşündüğümde ilkokul dört ya da beşe geri dönüyorum. İlkokulda matematik kabusumdu benim. Bir çeşit travma, anlatması uzun, başka bir postun konusu olsun. Günlerden bir gün, şu günlerin erken bittiği, havanın erken karardığı soğuk kış günlerinden. Dışarda şakır şakır yağmur yağıyor. Ertesi güne matematik sınavı var. Annem güne gitmiş. Gelsin de matematik çalışalım diye dört gözle onun gelmesini bekliyorum. Hava kararıyor, ben pencerenin önünde dikiliyorum. Saatlerce dikiliyorum. Karanlık sokakta herkes evine dönüyor, bir tek annem gelmiyor. Camda yağmur damlalarının ıslak izler bırakarak süzülüşlerini izliyorum. İçimi bir sıkıntı dalgası kaplıyor. Saatler geçiyor ama annem yok ortalıkta.
Yıllar sonra bile ne zaman pencerenin önünde geçirdiğim bana saatler kadar uzun gelen -belki de sadece bir saatlik- bu bekleyişi düşünsem hala gözlerim dolar. İçimdeki o çaresizlik dalgasını hala dünmüş gibi hatırlarım.
Pencereler, pencere önleri bilerek ya da bilmeyerek kendimizle yüzleştiğimiz, içimizdekileri bir camın arkasından sessizce dünyaya haykırdığımız gizli itiraf mekanları.

18 Kasım 2012 Pazar

bu günlerde

Bu günlerde....

* 'üstün sabır taşı' ödülü falan varsa eğer adaylığımı koyuyorum; çatlamazsam kesin ben alırım ödülü. Zira her akşam annemin kardeşimin iş meselesi ile ilgili bitmek bilmeyen yakınmalarını dinlemek için sabır taşı olmak gerekiyor. Evet büyük çocuk olmak demek her zaman aile ile ilgili meselelerde ateş hattında kalan ilk salak olmak demek. Hele ki benim gibi sorumluluk duygunuz, duygusallığınız, sahiplenme içgüdünüz yüksek bir ilk çocuk iseniz çocukluğunuzdan beri ebeveynlerinizin denek tahtası olur, sizden sonra gelen kardeşlerin olan bitenden daha az etkilenerek büyümesini sağlarsınız çünkü ebeveynler bütün psikolojik savaşlarını sizde test edip onaylar, aynı hataları ikincide yapmaz, bunu sonucu ikinciler daha bir rahat, daha bir umursamaz, daha bir bencil bireyler olarak hayatta günlerini gün ederler. İkinci evladın bir sorunu varsa babaya çaktırmadan anne ile büyük çocuk durumu idare eder, babanın ya da annenin sinirden ağızlarından çıkan ejderhanın alevi misali öfke sözcüklerinden ilk olarak büyük çocuk payını alır. Son evladın derdi ilk evladın derdidir. Anne ilk evlada vıdı vıdılanır, hele hele büyük evlat kız ikinci erkekse, sorunlardan büyüğe bahsedilir, ahlar vahlar büyüğe dökülür, büyük onu bunu şunu yapamaz, son evlat erkek evlat hiiiiç birşeyden haberi olmadan, herşey güllük gülistanlıkmış gibi orda burda şurda gezer, gününü gün eder, kafası atarsa çalışmaz, parası biterse cebi doldurulur. Zaten onun yerine, herşeye göğüs geren, büyük vardır. Bazen annemin kardeşimi bana doğurduğunu düşünüyorum. Ama artık istifa etmek istiyorum.

* insanları iyi tanıyabildiğimi sanırken aslında kimseyi hiç tanımamış olduğumu farketmenin dayanılmaz şaşkınlığını yaşıyorum. Yedi senedir en iyi tanıdığımı sandığım kişi için aslında pek bir önemim olmadığını, yerime yeninin hemen hızla konulabildiğini aslında kimsenin 'vazgeçilmezmiş, çok yakın arkadaşmış, dostmuş' olmadığını, 'iyi varsın'ların nasıl da boş, söylenmiş olmak için söylenen kelimeler olduğunu anlıyorum. Zira bir telefon bilemedin on adım mesafede olan biri aranır, sorulur, iki dakika uğranır ve halinin hatrının nasıl olduğu sorulur. Her şeyden en son haberdar edilmez, önemli gün ve haftalar lalettayn biri iki sıradan lafla geçiştirilmez, uyutulmaya çalışılmaz. Birisine değer veriyorsan hissettirirsin, arar sorarsın hiç olmadı bir mesaj atarsın. Ama arkadaşlık listesinde üstünün çizildiğini anca sen arayıp görüşelim dediğinde bin bir türlü bahane üretilirken başkası ile nerelerden nerelere gidildiğini öğrendiğinde anlarsın. Bu durumda yapacak bir şey kalmaz alır şapkanı gidersin.

* içim şişik vaziyette dolanıyorum. havadan mı marsın merkürün yandan çapraz gerileme hareketlerinden mi yoksa artık siz nazar diyin ben lodos diyeyim bir garip hallerdeyim işte. zaten evden işe gitmek için çıkmak zorunda olmasam iyice eve kapattım kendimi daha da eve kapatasım, dünyayla iyice alakamı kesesim var. şeytana uysam her şeyi dağıtıp, anca bir iki şeyi alıp gidesim var. yine içime gitme halleri geldi. bakalım ne zaman delirip gidebileceğim.

7 Kasım 2012 Çarşamba

nakavt

Metroda, parkta, okulda, dolmuşta, otobüste, bankada, restoranda, sokakta, arabada, manavda, süpermarkette, terzide, dükkanda, alışveriş merkezinde, fırında, servis kuyruğunda, ekmek kuyruğunda, benzin istasyonunda, kafede, tatlıcıda, sınıfta, kantinde, evde, apartmanın önünde.....her yerde
Sıcak geldiği için paltosunu çıkaran, gençlik hevesiyle saçlarını uzatan, metroyu beklerken sürekli saatine bakan, metroya binince gelinen durakları gösteren tabeladan gözünü alamayan, saatine bakan, pastanede oturup çay eşliğinde kurabiyesini yerken sevgilisini kız arkadaşına çekiştiren, midye tavayı bira ile mideye gönderen, yolda yürürken aşka gelip sevgilisine sarılan, kendisine sarılan sevgilisinin ani sevgi göstergesinden hayrete düşen ama aynı zamanda da zevkten mest olup kıkırdayan, iş çıkışı arkadaşıyla gün geceye evrilmeden rakı balık sofrasında kadeh tokuşturan, mesai saati bitse de evine gitse diye çaktırmadan onar dakika arayla saatine kaçamak bakışlar atan, dua mı okuduğu yoksa birşeyi ezberlemeye mi çalıştığı anlaşılmayan sürekli dudaklarını oynatan, oturduğu koltukta yorgunluktan gözleri düşen, parkta oynayan çocuğundan gözünü ayırmayan, merdivenleri yavaş yavaş inen, merdivenleri hızlı hızlı çıkan, gülen, konuşan, endişeli endişeli bakan, boş boş bakan, üzgün üzgün bakan, heyecanlı heyecanlı bakan, yürüyen, oturan, koşan, ağlayan, üşüyen, terleyen, dikilen, hayal kuran, güneşe bakan, yıldızları seyreden, aya hayran kalan, kuşları seven, kediyi okşayan, köpeği kucaklayan, içi titreyen.....gerçek insanlar

"Ş.'yi tanıyordun değil mi?"
"Evet ya, bugün öğlen duydum, ortadan kaybolmuş değil mi?"
"Yok artık kayıp değil; köprüden atlayıp intihar etmiş!"
"Ah ah ah ah! Nasıl ya? Neden?"
"Kimse bilmiyor. Dün sabah kahvaltısını etmiş, eşine servise biniyorum demiş sonrası yok. Telefonu kapalıymış kimse ulaşamamış. Sonra Beylerbeyi'nden atladığı haberi gelmiş."

Hayat karşısında nakavt olmak bu kadar kolay işte. Bir gün birinin eşi, birinin arkadaşı, birinin dostu, birinin oğlu, birinin babası, birinin uzaktan tanıdığı kısacası her yerde her zaman yan yana içiçe olduğumuz gerçek insanlardan biri olan Ş., bir anda yok olan Ş. oluverdi. Adı kaldı geride. Nur içinde yatsın, yolu ışık olsun. Burada bulamadığı huzur şimdi her neredeyse orada onun olsun.
  

2 Kasım 2012 Cuma

sıkışık

Bu aralar kendimi çok sıkışık hissediyorum. Yok öyle iş güç sıkışıklığı değil, o zaten hep var. 'To do list'lerin sonu gelmiyor, bu duruma bünye alışık da son zamanlarda etrafımda olup bitenler ruhumu daraltıyor. Kardeşimin işten ayrılışı bundan dolayı her telefonda annemin hezeyanlarına maruz kalışım, hükümetin akıl almaz saçmalamaları ve bundan direk olmasa bile dolaylı yoldan etkileniyor olmam, her televizyon açışta allahın rantçısı bir salağın 'yok bu değil, bu da değil, bu hiç olmaz' diye diye koskoca ormanları katledecek olmasına ve koskoca ülkede de bunu durduracak kimsenin olmamasına, ağaçsız kalmanın sonucu olarak meydana gelecek iklim değişikliklerine, orada yok olacak tabiata, canlılara karşı hiç birşey yapamayacak olmanın çaresizliğine sıkılıyorum Hatta lafta yemekle uğraşmasını seven bir insanken vakitsizlikten sıradan abuk subuk yemekler yapıyor olmam bile şu aralar canımı sıkıyor. Ve dahası bu kadar saçmalayan bir ülkede ve hatta böyle bir dünyada yaşıyor olmak, istediğin zaman kaçamayacak olma hali beni sıkıştıran. Hep derim ya keşke bir süre atomlarımıza ayrılıp bir kenarda dursak, rahatlayınca tekrar bir araya gelsek. Ne iyi olurdu.