28 Ağustos 2012 Salı

manikür pedikür

F. benim dört senedir manikürcüm. Nasıl kasabım, bankam, eczanem konusunda tutucuysam kuaför konusunda da tutucuyum ben. Yıllardır gittiğim kuaför E.'nin ortayaş krizi geçirip "evlenmem lazım uleyynnn!!!" nidaları eşliğinde önce internetten tanıştığı Almanya'daki bir hatuna tutulması ardından Almanya'ya gitmesi ama hatunun iki ayda bunu aldatması sonrasında aşkına karşılık bulamayan eski kuaförümün daha da bunalıma girerek dükkanını başkasına devretmesi ve Amerika'ya yerleşmesi ile gerçekleşen bir nevi pembe dizi tadındaki olaylar neticesinde biraz mecburiyetten biraz çaresizlikten ama çokca da tembellikten (ben kuaförde vakit geçirmesini pek sevmeyen biriyim. Belli zamandan sonra oralarda oturmak beni inanılmaz sıkıyor, uykum geliyor, kuaför koltuğunda uyuklamaya başlıyorum. Bu yüzden şu yaşıma kadar saçlarımı hiç boyatmadım. Ayrıca F.'lerin dükkanının evin karşısında olması kuaför için bir de yollarda vakit kaybetmemi engelleyecekti.) evin karşısındaki kuaför dükkanından içeri girdim. Önce saçıma deneme amaçlı fön çektirdim sonra da manikür yaptırdım. Dükkanlarına giriş o giriş, o günden sonra F. hayatımın vazgeçilmez insanlarından biri oldu.
F.'nin herşeyini bilir, ailesindeki herkesi tanırım. Ablası bir ara önce benim eve yardıma, ardından E.'ciğime yardıma gelmiş daha sonra daha iyi bir iş bulunca bizi bırakmıştı. Sonra da gelinleri G. girdi hayatımıza, bir süre de onunla çalıştık ama sonra G. ev işlerini ağır bulunca, yollarımız ayrıldı. Kısacası F. ile bir sürü şey paylaşıyorum. Hayatımın vazgeçilmez kişileri arasında. Sadece manikür pedikür yaptığı için değil benim hayatımdaki önemi. F. bana Maeve Binchy romanlarındaki karakterleri hatırlatıyor. Eşiyle elele verdiler, önce kendilerine bir ev aldılar. Oturuyorlar ay başı; "şuraya şu ödeme, buraya bu ödeme, şu kızın harçlığı bu senin bilmem ne masrafın" diyorlar, paralarını idare ediyorlar. Bu sene başında arabalarını yenilediler. F. planı hazırdı; araba alınacak, F. araba kullanmasını ilerletecek, ikinci bebeği yapacaklar ve F. sadece evlere maniküre gitmeye başlayacak ve böylece bebeğini kendi büyütecek. Planın yarısını gerçekleştirdiler. F. bahardan beri benim de verdiğim gazla (her maniküre gidişimde, 'oooo araba kullananlar senden akıllı mı? Yaparsın sen bu işi, aslansın kaplansın' diyorum.) araba kullanma işini ilerletti. Şimdi sıra ikinci bebekte, o da olur umarım. F.'nin hayatının istikrarlı gidişini izlemek bana iyi geliyor, onlar böyle elele verince ben de neden bilmem gaza geliyorum. Valla hakkaten bana ne oluyor, ben niye gaza geliyorum acaba? Hem bunu hem de olmadık kişilerin insanların hayatındaki olmadık etkileri üzerinde düşünmek lazım. Şu otuz ağustos tatilinde bununla meşgul olmalı.

23 Ağustos 2012 Perşembe

eve dönüş

Annem, artık ne zaman söylediyse, "leyleği havada görürsen, çok gezersin!" dediğinden beri şu yaşıma geldim hala baharda kafam havada dolaşırım. Evet hem baharın getirdiği o aylaklık hem de havada leylek görme sevdası beni iyice kafası bir karış havada moduna sokar. Hesabım basit leyleği havada göreceğim ve bol bol gezeceğim. Bu hesap bu sene tuttu. Baharda koca bir leylek sürüsünü havada görünce "tamam!" dedim "bu sene gezeceğiz!". Hakkaten gezdim bu yaz. Her ne kadar büyük çoğunluk anne pansiyon olsa da yine de iyi gezdim bu yaz. Hatta önümüzdeki hafta dört günlük bir kaçamak daha yapacağım, umarım. Artık herşeye umarım inşallah diyorum çünkü en son yaptığımız bayram seyahati bir felaketti.


Arife günü herkes sanki sözleşmişcesine saat dört beş civarı yola çıkınca normalde bir saat süren Dilovası sapağı oldu dört saat. Eskihisar'dan feribotla karşıya geçme ihtimalini sıranın ucunun bucağının olmaması yüzünden eleyip, körfezi dolaşma fikrine tutunduk ama bu fikrin feribot fikrinden daha kötü olduğunu en kısa zamanda anladık. Biraz gittikten sonra koskoca otoyolun ortasında kalakaldık. Zira o koskoca dediğimiz otoyol uçsuz bucaksız bir araba denizine dönmüştü. İpini koparan demiyim şimdi ayıp olur ama İstanbul'da yaşayan ne kadar insan varsa herkes ordaydı. Sağ şeritten sol şeride geçmek için bile en az yarım saat beklememiz gerekti. Haliyle yol durumu böyle olunca biz geri döndük, bayramı evde geçirelim dedik. Dedik ama içimiz bir buruk. Kardeşimle benim evde oturup birbirimize bakıp aynı soruyu sorduk; "eee ne yapacağız şimdi?". İçimizde bir boşluk hissi..Bütün plan program gideceğimiz üzerine kurulu. Planda sapma olunca bizim bünyeler de saptı. Sonunda bir uyuyalım da karar veririz dedik, uyuduk uyandık. Sosyal medaynın vermiş olduğu "eskihisar'dan hızlı geçiliyor!" gazını alıp, tekrar yollara düştük. Neyse saat akşam dokuz gibi kendimizi ana kucağına attık.
Her olayın insana birşeyler öğrettiği düşünülürse bu olaydan çıkarılacak derlser şunlar:

1. Yazın katıksız, kışın abasız yola çıkmayacaksın. Gideceğimiz yolun o kadar kısa süreceğini düşündük ki yanımıza sudan başka hiçbirşey almadık. Böyle uzun süre yolda kalınca aklımıza yemek derdi, tuvalet derdi geldi. Bundan sonra çantamda daima yiyecek birşeyler bulunduracağım. Ne olur ne olmaz.
2. Böyle bayram tatillerinde yollara ya bir gün önceden ya sabahın iyice kör şafağında mesela iki üç gibi ya da insan gibi normal saatlerde düşmeli. Aksi takdirde böyle bekleriz upuzun kuyruklarda.
3. Bayram trafiği uzun olur, baştan kabullenmeli sonra aksi beklenti bünyede ciddi hasar yapıyor.
4. Erkek tafrası hiiiç çekilmiyor. Yoğun trafikten dolayı direksiyon başında gerçek bir sinir krizi geçiren kardeşim, bütün yol boyunca söylendi. Sayesinde saçlarımdaki beyazların sayısında gözle görülür bir artış oldu.
5. Yolda yemek dışında okunacak birşeyler olması da faydalı. Mesel ben kaşla göz arasında "Tavan Arasındaki Buda'yı" bitiriverdim.


6. Yine anlaşıldı ki plan program, beyhude şeyler. Birşeye niyet et, ya olur ya olmaz, kısmet. Bu yüzden bundan sonra herşeye "inşallah, maşallahi umarım".
7. Bu yolculuğun sonunda da görüldüğü gibi her yolculuğun en iyi tarafı "eve dönmek"

14 Ağustos 2012 Salı

irmik helvası

Ben tatlıcıyım. Tatlı ile aramda derin bir aşk var ama öyle "otursam bir tepsi baklavayı mideye indiririm"cilerden değilim. Seviyeli bir birliktelik bizimkisi. Her yemeğin ardından tatlı birşeyler atıştırmak hoşuma gider(di bir zamanlar. şimdi biraz dikkat ediyorum.malum yaştan dolayı o şeker direk yağ biçiminde vücuduma katma değer olarak geri dönüyor.). Asla hayır diyemeyeceğim, içim tatlıdan bayılsa da kastırarak yiyebileceğim tatlılar var. Mesela dondurma (dondurmaya asla hayır demem. Ama öyle magnum falan değil benim sevdiklerim. Ya tamam onları da buldum mu hiç kaçırmıyorum ama Ali usta, mado vs. gibi gerçek dondurma yapanlar asıl favorim. Ne zaman onlara gitsem dondurma yemeğe, adamlar külaha dondurmaları koyarken, ben kendimi o dondurma dolabının başında elimde kocaman bir kaşıkla bütün dondurmaları mideye indirirken hayal ediyorum. Hani "buyrun dükkan sizin!" deseler, geçicem dolabın başına bir onu kaşıklayacağım bir öbürünü. Böle gözüm dönüyor.) Mesela irmik helvası. Offf nasıl bayılırım, irmik helvasına. Eskiden annemle otururken, kandil falan olunca illa apartmanda birisi yapar getirirdi. Hiç olmadı anneme yaptırır, sıcak sıcak yerdim. Evet irmik helvası sıcak yenilecek. Dumanı az biraz tüterken, ağzı yakmayacak şekilde yenilecek. Birkaç gündür canım arada irmik helvası çekmekte ama "amaan sıcakta kim uğraşıcak şimdi onunla, zaten tek başınasın, şambrel de genişledi, nerene yiyeceksin" diyerek içimde kıpraşan irmik helvası isteğini öldürmekteydim. Ta ki düne kadar.
Kış moduna geçiyoruz ya yavaş yavaş, minik guşlarda düşmeye başladı. "Karga teacher, biz tatilden döndük, okul açılmadan bir ders çalışsak diyoruz" diyerek, yurda dönüş yaptıklarının müjdesini verdiler. Dün yeni kuşa gittim. Annesiyle hoş beş ettik. Tam derse başlamadan annesi "yeni irmik helvası yaptım, yer misiniz dondurmalı" demez mi. Sanırım orda bir fotoğraf makinası olsa, beni gözlerimden kalpler fışkırırken resmedebilirdi. İçimde bir "alllaaaaaah!" nidası koptu. "Hey allahım, ben istedim bir göz sen verdin iki göz.Of of of of hem de dondurmalı!!!!" diyerek resmen için için bayram yaptım. Ama nezaketimi koruyup ve içimde "hayıııırrrr, hem irmik helvası hem dondurma yersen ne olursun biliyo musuuuun??" diye avazı çıktığı kadar bağıran sesi dinleyip, "dondurmasız olsun lüften!" dedim. Aslında "ben tencereyi alabilir miyim?" demeyi çok isterdim.
Tabi helvanın gelmesi ile bitmesi bir oldu. Utanmasam bir tabak daha isteyeceğim ama yok artık. Neyse eve geldim, nasıl bir mide yanması. İnanılmaz. Sanki midem de asit fabrikası var. Böyle bardak bardak asitleri birinden boşaltıp öbürüne dolduruyorlar. Fokur fokur kaynadı midem. "Hey, allahım! Yaw açgözlülükte yapmadım. Niyedir ki bu ceza?" diye kara kara düşündüm bütün gece. Süt içtim olmadı, Rennie attım iki tane olmadı. "Kesin deliyorum ben bu gece mideyi" diyerek ve bütün geceyi fokur fokur kaynayan bir midenin cızırtılarıyla uyumaya çalışarak geçirdim. Ama asitli bir mide bile beni irmik helvası sevgimden asla vazgeçiremez bu böyle biline.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

bana hayalperest diyebilirsin

Yine ota boka ağlar oldum. Millet kapı gıcırtısına oynar, ben kapı gıcırtısına ağlarım. Öyle de ters bir kişilik bünyede yer kaplamakta. Dün akşam oturdum televizyonun karşısına olimpiyatların kapanışını seyredicem. Şöle bir düşündüm, ömrümde kaç olimpiyat geçti diye. Kabaca hesaplarsam 35 / 36 yaşımda olduğum göz önüne alındığında, her olimpiyatta dört senede bir yapıldığına göre bu demektir ki şu yaşıma kadar dokuz olimpiyat geçmiş. Bunlardan ne hatırlıyorsun derseniz, bir sürü sırıkla atlayan adam, yunus gibi serbest, kurbağa, sırt yüzen yüzücüler, rüzgar gibi koşan atletler, bir Sergei Bubka, bir Mark Spitz, bir Michael Phelps, bir Nadia Comaneci o kadar. Kabul bilinçli bir olimpiyat izleyicisi değilim. Ama yaşlanınca daha bir etrafında olup bitene dikkat kesiliyor. Oturup olimpiyatta hangi dalda ne yapılıyormuş, kim ne kadar altın almış, hangi sporcunun güçlü yönleri neymiş, daha önce nerde madalya almış diye gazeteleri şöle bir tarıyor insan. Bu sene olimpiyatları ciddi ciddi takip etmeye olay başlamadan karar vermiştim. Hem tatildi de, akşam annemde pineklerken televizyonda izlenecek daha iyi birşey yoktu. Ama kazın ayağı öyle olmadı. Anneme gidince, iftardan sonra sahile gidelim diye tutturdular ve her akşam iftar arkası içilen kahveleri takiben, sahildeki çakılların üzerine gece sandalye yerleştirilmek suretiyle oluşturulan çay bahçesinde oturup, gündüz deniz olan önümüzdeki koca karanlığa bakarak oturduk. Yine şunu anladım ki, insan yaşlanınca böle boş karanlıklara bakmak sıkıcı olmayabiliyor, bir süre sonra bir nevi meditasyon gibi geliyor, transa geçip, üç beş çakranızı açabilmeniz mümkün oluyor (eğer açmayı biliyorsanız, ben bilmiyorum). Neyse her ne kadar planladığım gibi olmasa da birkaç yüzme yarışını, Türk voleybol takımının maçlarının bir kısmını, Bolt'un 'Aaa Bolt koşuyo!' demeye kalmadan koşup, yarışı bitirip, rekor kırışını (hakkaten cümleyi söylemek adamın koşusundan uzun sürüyor.), takımdaşı Asafa Powell'ın hüzünlü bakışlarını (bak final koşusunda geride kalıp koşmayı bırakınca, onun için de ağladım. 'ah! adam koşamadı' diye.), erkekler kuleden senkronize atlama finalini gördüm. Bizzat televizyon karşısına oturup izlediğim müsabakalarda olsun, spor haberlerinde ya da spor programlarında denk geldiğimde olsun beni en çok etkileyen, yarışmacıların hemen antrenörlerinin yanına koşmasıydı. Müsabakada sırasını bitiren sonuç iyi de olsa kötü de olsa annesine sığınan yavru misali hemen antrenörüne koşup, bir sarılıyordu. Bu görüntüye de ağladım. Kimi antrenörün zaferle ve gururla sarılışını kiminin de 'boşver yaw! alt tarafı olimpiyat, koy götüne! Önümüzdeki olimpiyatlara bakalım!' dercesine, sporcusuna sarılışını izledim yüreğim burkularak. Böyle böyle onaltı gün geçti. Dün akşam muhteşem, olağanüstü, süper, harika kelimelerinin kifayetsiz kaldığı bir kapanış töreni izledim. Bu İngizler evet megalomanlar, evet az biraz sömürgenler ama kabul etmek lazım adamlar işi biliyor. Kendilerini en iyi şekilde nasıl pazarlayacaklarını biliyorlar. Hem açılışta hem de kapanışta İngiliz olan ne varsa önümüze serdiler. Gözlerimiz kulaklarımız bayram etti. Bütün töreni tüylerim diken diken izledim, istenirse nasıl da bir arada olunabiliyordu işte. Onun toprağı bunun toprağı diye birbirinin gözünü oymak yerine böyle hep birlikte kardeş kardeşe de birşeyler yapılabiliyordu. Aslında keşke her zaman dünyada olimpiyat ruhu hakim olsa. Evet bizim gibi düşünenlere hayalperest denilebilinir ama hiç olmazsa "Ölen birkaç Mehmet için meclisi toplayamayız" diyebilecek bir dolu şuursuza karşı herşey hayal etmekle başlar.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

şehrimden indirim manzaraları

Şimdi artık yavaştan kış moduna geçiyoruz ya, biraz tatil modundan çıkayım insan içine çıkayım, ahali neler yapmakta, şehrimde neler olup bitmekte, ben köyden şehre ya da evden sokağa çıkmazken neler olmuş bitmiş, neler kaçırmışım diye bugün şöööle bir etrafı kolaçan edeyim dedim.
Malum yaz sonu geldi gelecek. Şunun şurasında Eylül'ü de katarsan bir buçuk ay sonra resmen yazın biteceğini söyleyebiliriz. Yaz sonuna yaklaşıyor olmak demek mağazaların yüzde yetmişlere varan indirimler yapması demek. Bu da eğer bu indirimleri zamanında yakalayan indirim kadınıysanız, yani indirimlerde alışveriş yapmak için nakti ve vakti bol birisiyseniz, oldukça uygun fiyatlara bir sürü şeyi evinize götürebilirsiniz anlamına gelmekte.
Bugün spordan sonra, 'hadi biraz daha spor olsun' diyerek ve yukarıda yazdığım ahalinin ahval ve şeraitini merak etme nedenleri ile caddede uzuuun bir yürüyüşe çıktım. Niyetim bu uzuuuun yürüyüşte etrafa bakınıp, az biraz esen havadan faydalanıp, kafayı gezdirip eve dönmekti. Ta ki en sevdiğim mağazanın vitrinine bakıncaya kadar bu niyetim devam etti. Baktım vitrinde %70 indirim. 'Amaaan bir bakar çıkarım, neler varmış görürüm' dedim ama çıkamadım.
Her mevsim yazlık kışlık yaparken kendi kendime hep aynı şeyleri söylerim: 'Kızım elinde bir sürü şey var. Hep aynı şeyleri giyeceğine, değiştir değiştir giy şu giyilmeyenleri, giymiyorsan da ver birine hem değerlensin hem de yer kaplamasın.' Ama sonuçta yine aynı şeyleri giyer, bir de üstüne olmadık bir zamanda olmadık bir yere gidileceği tutarsa, dolap önünde sara krizine tutulmuşlar gibi yerlerde debelenir; "uleeeyyyynnn, ne vardı bilmem neye o kadar para verecek!!! şimdi kartta yer olurdu bu sezon kendime bir sürü giyecek şey alırdım. Yine herşey eski püsküüüü!!! Ah uleeyyyynnn şu paranın gözü kör olsun, yok işte giyecek birşeyim!!!" diye kısaca özetlenebilecek ama aslında gerçek bir sinir krizi olan dolap önü söylenmelerimi eğer evde tek başımaysam bağıra çağıra ama değilsem ufak harflerle gerçekleştiririm. Hele annnem varsa bütün hıncımı ondan çıkarırım. Olay şöyle meydana gelir: ben dolap önünde sinir krizi geçiriyorum. Annem geliyor, garibim kendince bana yardım edecek. Ama öyle bir kombin söylüyor ki benim içimdeki trafik canavarına benzeyen canavar, göğsümü delerek ortaya çıkıyor. Benim sinir krizim annemle ettiğimiz kavgadan dolayı iki kişilik krize dönüyor. Ben ağlıyorum, annem küsüyor, ben olabilecek en sıradan şeyi giyip çıkıp gidiyorum ve istisnasız her dönüşte, arabadan inerken kendime şunu söylüyorum: 'Amaaaan amma dert etmişim, ne giyeceğimi. Herkes giymiş orta karar birşey işte. Bir daha şu kıyafet işini dert etmeyeceğim.
Bu sefer de bu vakte kadar, "amaaan almıcam bir şey işte, bir etek bir tshirt, bilemedin bir kot bir gömlek idare ederim" mottosuyla idare ettim ama bugün favori mağazamda bir baktım, acayip hoş gömlekler, fularlar, elbiseler, pantalonlar, ayakkabılar. Biran ağzım sulandı, çölde vaha görmüş susuz gibi, koştum askılara. Önce elbiselere baktım, kalan beden 42. "Aman" dedim "elbisen çok, elimdekileri giy." Koştum pantalonlara, kalan beden 42. "Aman" dedim "patalonun çok, elindekileri giy." Baktım ayakkabılara, bir tane denedim, numarası 38. İki adımda falloş olur, ayağımdan fırlar. Öbür modeli denedim, numara 36. Zorladım girdi ama oldum mu Külkedisinin kıskanç kardeşlerinden biri. Ayakkabı küçük. "Yaw" dedim "ne kastırıyosun, bu küçük ayakkabıyı giyeceksin de prensle mi evlenicen, bırak! Evde ayakkabı çok, elindekileri giy!". Hüsrandan hüsrana askılar arasında savruluyorum. Eteklere baktım. Kalan bedenler? Evet 42. "Aman be!" dedim "zorla insanı şişmanlatacak bunnar! Memlekette kimse 42 beden değil maşallah. Karatay diyeti işe yaramış olmuş millet 34,36,38." Hırs yaptım, alıcam illa birşey. İçimdeki sesler birbirine girmiş, kimse kimseyi dinlemiyor. Gözümü resmen hırs bürümüş (başka şey de bürüse bu hırs, şimdiye bir yere CEO olmuştum çoktan). Baktım bir beyaz etek, biçimi de tam kafama göre, "42 beden bile olsa alıcam bunu, terziye verir düzeltiririm" dedim. Baktım 40 beden. "İdare eder" dedim aldım. Bir rahatladım ki o kadar olur.
Sonuç olarak, şehrimin hanımları tarlaya giren çekirge sürüsü misali çooooktaaan indirim mallarını talan etmiş. Anlaşılan talan edenlerin çoğu 34,36,38 ve 40 bedenden oluşuyor. Fiyatlardaki indirimler gerçekten iyi. Sezonda hiçbirşey alınmaz. Sezon sonunu ama iyi bir zamanlamayla, hiçbirşey talan edilmeden, beklemek lazım. Bir de indirimde hırs yapmamak lazım, insan bir fena oluyor, kişiliğinin gizli yönleri açığa çıkıyor, kendinden korkuyor.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

yaz 2012'den kalanlar

Bugün benim için kış programı resmen başlamış bulunmaktadır. Kendime hayırlı olsun. Bana tahsis edilen yıllık izinlerimin hepsini bünyede eritmiş ve ofise geri dönmüş bulunmaktayım. Sabahtan beri kendime sürekli telkinlerde bulunuyorum; ofisin ne kaddan da güzel olduğunu, kampusun nasıl da çiçekli böcekli kedili köpekli olduğunu, "amanda masanda oturursun da çayını da içersin de, pek hoş pek hoş", nasılsa yeni ergenler henüz değil kapıda ufukta bile gözükmediler, moralini bozmaaa, yürü be koçum, aslansın kaplansın, sen, kimse senin bileğini bükemez, bak otuz saat ders var kışın bu demektir ki önümüzdeki sene için para biriktirebilirsin, buralardan gidersin, sabır sabır...işte böle diye diye sabahtan beri içimden (bilmiyorum belki dışımdan da) söylenip duruyorum.
Sonra geldim işte ofise, masamı falan sildim sonra dedim ki "benim için yaz bitti, daha önceki yazlarda yaptım mı şimdi hiç gerilere dönüp bakacak halim yok, yaptıysam bir kere de bu yaz için yapayım" diye bu yazın bir muhasebesini yaptım. Bakalım neler getirmiş bu yaz neler öğrenmişiz:

*Bir kere şunu bir kere daha öğrenmiş bulunuyorum ki, sayılı gün inadına daha çabuk geçiyor mirim. Yaz başında yaptığım çizelgede bir sürü hafta gözüküyordu, 'vay bee ne kadan da uzun bu yaz' diye düşünmüş, çizelgede işaretlediğim izin haftaları bir türlü gelmek bilememişti. Oysa şimdi bakıyorum çizelgedeki haftaların sonuna geldik. Ben farkına varmadan yine uçup gitmiş kahrolası günler.
*Yine bir kere daha şunu açık seçik öğrenmiş bulunuyorum ki, insanın evi, kendi düzeni gibisi yok. Kendi öz annenin evi bile olsa, üç gün sonra insan altın kafesteki bülbül misali başlıyor 'ah vatanım amanda evim' şarkısını söylemeye. İnsan kendi evinde "istersen yat istersen kalk, ister evini temizle ister temizleme" modunda oluyor, pek de güzel oluyor. Anne evinde düzen senin düzenin değil, 'dolaplarında çok karışık, ne nerede bulunmuyor' desen sanki küfür etmişsin gibi gücenmeler falan filan. Oysa insan kendi evinde olsa yapacaksa stresini, atacaksa atarını kendi kendine yapar, hadi bilemedi hiç olmadı kedilerine stres yapar, trip atar. Anne evinde annenin stresinden sana sıra gelmiyo.
*Bu yaz farkettiğim başka birşey daha yeni moda annelerin, annelikten anlamadıkları. Doğurup salıyorlar ortalığa. Tamam küçük çocuk tatlıdır ama bir o kadar da canavardır. Yeni ebeveynler (babalar zaten 'aha hatun doğurdu, kiloları aldı. Nerde benim o peşinde koştuğum kadın nerde bu. Bir de başıma bu velet çıktı, sürekli cıyak cıyak. Hatun değil kendini çocuğu toplamaktan aciz. En iyisi bunların yanında durmama rağmen tanımıyomuş gibi yapıp, şu hatunları keseyim' havasında; anne desen olmuş selülit yığını, ama hala elinde poğaça, simit. O kadar göbeğe sarkmış göğüslere rağmen giymiş bikiniyi, lombüdük oturuyo sahilde. Çocuğu suyun içinde başka bir çocuğu boğuyor, umrunda değil. Boş gözlerle bakıyor ortalığa, sanki sanırsın uzaylılar beynini emmiş. Tatil modunda ya bırakmış hanımlığı anneliği, otomatik pilota bağlamış günü geçiriyo) salmışlar ortalığa 'ulu aşşklarının' meyvelerini. Bir allahın yeni ebeveyni demiyor ki 'oğlum / kızım ayıptır, günahtır, yapma etme. Öle bağırılmaz, denizde su sıçratılmaz. Küfür edilmez, üç tekerlekli bisikletinle takur tukur yolda gidilmez, üstüne o sinir bozucu korna gecenin saat sekizinde çalınmaz, hadi çaldın diyelim bunun üstüne de o aptal bisikletini sürüp kornayı çalıp avazın çıktığı kadar bağırılmaz. Çocuğum 'We're the world we're the children' da bir yere kadar, edepli ol!' Maalesef bu mantığa sahip yeni ebeveyn Şam'da kayısıdan bile zor bulunmakta.
*Böle deli dana çoluk çocuk görünce, "ağrısız başım kaygısız aşım, ne işim olur çoluğum çocuğumla" fikri daha bir ağır basar hale geldi. Şimdi benim bu saatten sonra veledim olacak, o böle anıracak ben bir tarafını cimciricem o daha da basacak yaygarayı, sonra hadi bakalım skandallardan skandal beğen. Öle Migros'ta falan bağıran tepinen çocukları görünce ben onların anne babasının yerine utançtan kıpkırmızı oluyorum, ne gerek var organik bir tane bağ yaratmaya. Ben böle iyiyim, eteğimden çekenim yok. Annemin dediği gibi "aklımın esenine gidiyorum".
*Bu yaz her ne kadar on sekizlik çıtır gibi gözüksem de (ha bir de bu yaz sonu mottosu: asla gereğinden fazla alçakgönüllü olma, ezik sanırlar! Yok bundan sonra tevazü varsa yoksa oya boya yağlı boya) kondisyonda fena bir düşüş olmuş. Gerçi düzenli yüzmeye başladıkça nefeste ve yüzme hızımda biraz daha artış oldu ama heyhat tatil bitti. Eskisi gibi hem hızlı hem de uzun yüzemiyorum. Bir dalıp çıkıp, iskelenin boyu kadar gidiyorum. Zaten bizim sahili kapatmış jet ski midir, muz mudur garip su oyuncakları yüzünden yüzme keyfimizi mundar ettiler bu yaz.
*Yukardakilere ek olarak bu yaz, her zaman yaz kış, olur olmadık her yerde gördüğümüz pantalonunun ön tarafında kaybettikleri şeyi arayan adamlara ek olarak burunlarının içinde kaybettiklerini arayan adamların türemiş olduğunu farkettim. Hiç sakınmadan çekinmeden birden akıllarına o kaybettikleri şey geliyor ve başlıyorlar bir hışımla o şeyi aramaya. Nerde oldukları, birinin görüp göremeyeceği hiç umurlarında bile değil. Öle bir kendinden geçme hali, sanırsın nirvanaya ulaşacak o kaybettiği neyse onu bulana kadar. Ama söz verdim kendime bir daha o adamlardan görürsem ellerine vurucam, "pis terbiyesiz!" diyip.
Yaaa işte uzun lafın uzunu bu yazdan aklıma gelenler bunnar. Haaa bir de en sonunda yazdan nefret ettiğime karar verdim. Yaz dediğin böle sıcak olmaz kardeşim. Yaz yazlığında çıktı. Oturduğun yerde bile terliyor, yapış yapış oluyorum. En ideal yaz, ne sıcak ne soğuk olacak ya da İngiltere havası gibi olacak. Sabah kalkacaksın kış günü, öğlen ilkbahar / yaz akşama doğru sonbahar. Hep çantanda ya da elinde bir kazak. Serin havaları özledim, pantalonlarımı özledim.