27 Temmuz 2012 Cuma

kabak


Yaz bitmeden yolunuzu Ölüdeniz'e düşürün bence. Hatta biraz daha ileriye Faralya'ya Kabak Koyu'na Kurtuluş ile Serpil'in "Valley Camp"ına gidin. Ağaçların altında tahtadan bungolovlarda cırcırböcekleri eşliğinde ister sahilde ister kampın içinde yayıla yayıla, terliğinizi ayağınızın ucunda sallayarak birkaç gün geçirin. Geri dönmek istemeyeceksiniz eminim. Bir tshirt ve şort hadi bilemedin bir bikini bir havludan ibaret yükünüzü sırtlayıp, buraya huzur bulmaya gelirseniz hiç pişman olmayacaksınız.
Yıllar önce Kelebekler Koyu'na gelmiş, oldukça meşakatli (dağdan inme şeklinde) yollardan denize gidip gelmiş ve bu maceralı seyahatın tadı damağında kalmış biri olarak, Kabak Koyu seyahati denildiğinde hiç düşünmeden kabul ettim. Kabak köyü'ne geldikten sonra isterseniz arazi araçları ile isterseniz işaretli patikayı kullanarak koya inebilirsiniz. Biz patikayı tercih ettik ve araçlardan daha hızlı indiğimizi söyleyebilirim. O kadar sıcağa rağmen kampa vardığımızda bizi karşılayan güleryüzler tüm yol yorgunluğumuzu aldı götürdü. Azıcık hoş beş, Lady'nin yavrularını sevmek derken güzel bir duş ardından lezzetli yemekleri midemize gönderdik ve soğuk biralarımız eşliğinde gecenin geri kalanını tamamladık.
Kaldığımız süre boyunca yaptıklarımız üç aşağı beş yukarı aynıydı ama orası öyle güzel bir yerdi ki ne geçen günlerin ne de geçen saatlerin farkına vardık. Hatta açık havada olmaktan mıdır nedir ne kadar içersek içelim sarhoş olmamız mümkün olmadı ya da ben orada o kadar mutlu oldum ki zaten sarhoştum hiçbirşey anlamadım.
Biz önce çadırda kalmayı düşündük ama kampın terasında uyku tulumunun içinde açık havada yıldızları seyrederek uykuya dalmak o kadar keyifliydi ki, çadırı uyumak için hemen hemen hiç kullanmadık. Evet, burada asıl güzel olan şey, gece olduğunda gökyüzünde bir torbadan saçılmış gibi duran yıldızlardı. Hayatımda hiç bu kadar çok yıldızı bir arada görmemiştim ve sanırım gökyüzünün o görüntüsünü bir daha hiç unutmayacağım. Dedim ya sırf simle kaplanmış gibi duran gökyüzünü görmek için bile buraya gelinir.

26 Temmuz 2012 Perşembe

izmir



İzmir...

Deniz, huzur, dinginlik, neşe demek.
Yolda yürüyenin de parkta oturanında samimiyetle güldüğü, merhabayı, günaydını eksik etmediği bir yer demek.
Nasıl Ankara'ya gidenin en büyük sevinci İstanbul'a dönme ihtimaliyse, İstanbul'da yaşayanın da umudu birgün İzmir'de yaşayacak olma hayali.
İşte bu hayal demek İzmir.
                                              

İzmir...

İki adımda Çeşme'ye ya da Alaçatı'ya gidip bembeyaz bir yelkenlide mavi suları yara yara giderken mutluluktan dört köşe olmak demek.
Her sokağında dolaşırken aslında yaşadığımız şehr-i İstanbul'un ne kadar karmaşık, boğucu, stresli, içine kapalı, üzücü bir yer olduğunu farketmek demek.

Ama hepsinden öte

İzmir...
Sevdiğinin omzuna yaslanıp güneşi batırmak demek.

Kısacası

İzmir...
Aşk demek.










12 Temmuz 2012 Perşembe

karga yollar düşer

Baharda leylekleri havada gördüm, hem de kocaman bir sürüyü. Ondandır bu yaz elde bavul habire gidip geliyorum. Yine gidiyorum. Bu sefer anne pansiyona değil. Başka pansiyona. Başka başka pansiyonları da teftiş etmek de yarar var. Başka başka sahilleri teftiş etmek, şu meşhur selülitlere bir de yakından bakmak lazım. Bu yüzden topladım yine bavulu, abbas yolcuyum ben. Önce otobüs bileti almıştım ama milletin akşam 11'de olan otobüsüne sabah saat 4'te bindiğini duyunca kıydım paraya uçak bileti aldım. Ama bu seferde havaalanına ulaşım sorunu var. Bilgisayarın karşısında otobüs ara, servis ara, helak oldum. Uçak yolculuğu beni hep gerer. Uçaktan falan korktuğumdan değil, uçağı kalktığı kapıyı bulamayıp, uçağı kaçırma korkum yüzünden. Bu da bir çeşit fobi herhalde. Uçak kaçırmak, otobüs kaçırmak ben de fobi. Dün geceden beri uyuyamıyorum. Midem kasılıyor. Yolculuk etmek hem çok zevkli hem de inanılmaz stresli. Gerçi uçağa ya da otobüse binince stres geçiyor ama oraya varıncaya kadar, bana pek yaklaşmayın. Yine aynı şeyi yapıp üç saat öncesinden havaalanına gideceğim herhalde yoksa stresten ölücem.
Yeni sahillerden bildirmek üzere şimdilik hoşçakalın.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

observer

20 kusur senelik arkadaşım... Her ne kadar ikimizde kendimizi şu an bulunduğumuz yaşta hissetmiyor olsak, ona baktığımda saçlarımıza yerleşen tek tük beyazın dışında hala orta birde tanıdığım kişiyi görüyorsam ve oğlu arka odadan anne diye sesleninceye kadar hala sınıf dedikodusu yaptığımızı sansam da gerçek şu ki zaman geçip gidiyor.
Bir süredir görüşemiyorduk; hem onun işleri hem benim işlerim bizi uzunca bir süreden beri ayrı düşürmüştü. Neyse dün herkes işini gücünü halletti, buluştuk. Bana öyle şeyler anlattı ki gerçekten de buluşmadığımız zamanda bir sürü şeyin değiştiği ortaya çıktı. Kimi evliler tek bebekten çift bebek sahibi olma yolunda adımlar atmışlar, kimi evliler de ilk bebeklerini kucaklarına alacaklarmış. Bekarlar evlenmiş, evliler boşanmış, evsizler ev sahibi olmuş, evi olanlar ikinci evlerini almış, hem evi hem eşi hem bebesi olanlar başka diyarlarda kısa süreli yaşam macerasına gitmişler, döneceklermiş. Arkadaşımın birkaç sene önce miniminnacık olan oğlu ise koskocaman olmuş, neredeyse belime gelmiş. O bile gittiği yuvanın sene sonu gösterisi ile ilk sahne deneyimini yaşamış. Uzun lafın kısası o anlattı ben anlattım, ikimizde duyduklarımızdan ağzımız bir karış açık birbirimize baktık. Sonunda vedalaştık, arayı açmayalım diye sözleştik ayrıldık.
Eve giderken hep kullandığım yolda bir inşaatın başladığını ve neredeyse bitmek üzere olduğunu, yeni yeni dükkanların açıldığını, eskilerin yerinde yeller estiğini, gittğim spor salonunun yanındaki meşhur pastanenin, hem pastane hem restoran olarak hizmet vermek için hummalı bir tadilata girdiğini gördüm. Gördüklerime hayretler içinde bakarken arkadaşımın anlattıkları beynimde yankılanıyordu.
Kendimi uzaydan gelmiş gibi hissediyorum. Sanki yıllar önce girdiğim komadan uyanmışım, zamana ayak uydurmaya nelerin olup bittiğini anlamaya çalışan biriyim. Kendimi yol kenarından geçenleri ya da etrafta olup bitenleri kenardan izleyen bir observer (gözlemci) gibi hissediyorum. Zaman ne kadar inanılmaz bir hızla geçip gidiyor. Hayat akıyor, gözümün önünden geçiyor, herkesin hayatında bir sürü şey oluyor ve ben kenardan kollarımı kavuşturmuş onları izliyorum. Hiçbirşeye müdahele etmeden, hiç yorum yapmadan hayatın akıp gitmesini izliyorum. Benim dışımda herkes yaşlanırken ben lanetlenerek, hiç yaşlanmamakla ve ebediyen oyun dışında kalmakla cezalandırılmış bir gözlemciyim.
Hakkaten, öyle miyim?

4 Temmuz 2012 Çarşamba

özlemek

Aslında önce sevgiden bahsetmek lazım çünkü birini gerçekten sadece o olduğu için seviyorsanız eğer özlersiniz. Uzun kısa tombul şişman zayıf ince konuşkan somurtkan güleryüzlü neşeli  bilmiş ukala kendini beğenmiş müşkülpesent mülayim her neyse ne farketmez sizin için, odur işte. Niye seviyorsun? sorusuna bir türlü cevap verilemez. Sevilir işte birileri ötesi yok. Bunun bir açıklaması, bir nedeni nasılı niçini yok. Sadece tüm benliğinle hissettiğin o çok sevdiğin kişinin hep yanında olma, ona dokunma, dokunamayınca, sesini duyamayınca sanki birisi boğazını sıkıyormuş da nefes alamıyormuşun gibi nefes alırken boğulma hali sevmek. Sevdiğini özlemek ise bir acı çekme hali. Tasavvuf inancında dergaha yeni gelen müridin, dergahın mutfağında bir sürü ayak işi yaparak, türlü türlü sınavlardan geçip, acı çekerek olgunlaşması gibi özlem de sevginin olgunlaşma dönemi. Sevgiyi olgunlaştıran, ayaklarını yere bastıran özlem içinde yanma.
Öyle illa uzaklarda olmak gerekmiyor sevdiğini özlemek için. Yanındayken de, o başka odadayken de özlenebiliyor sevilen. Sabah saçını tararken onun saç fırçasındaki saçları, elleri, dudağının gülerken oluşturduğu kıvrım, yürürken kollarını sallaması ya da adımlarını atışı, uyurken nefes alışı bile özlenebiliyor. Akşam olsun da göreyim diye günün tüm saatlerinin asırlar gibi gelmesi demek özlemek. O zamanlarda saatin inatla yavaş yavaş ilerlemesi, yirmi dört saatin kırk sekiz saat olup geçmek bilmemesi demek. Özlemek çaresizce beklemek demek.

3 Temmuz 2012 Salı

krallığıma kavuştum

Çokta uzun sürmeyen bir yolculuğun ardından krallığıma kavuştum. Geçen hafta yapmış olduğum dış temcillik ziyareti son buldu. Gerçi önümüzde bir yirmi günlük daha dış temsilcilik ziyareti imkanı var ama herhalde onları krallığımızda geçireceğiz. Zira henüz hiçbir dış temsilikten resmi olarak davet almış değiliz. Hal böyle olunca biz de krallığımızın aksayan işleriyle ilgilenir, ayağımızı krallığımızın derelerine (dere burada küvet oluyor) sokarız.
Evet, dediğim gibi döndük geldik yine kürkçü dükkanına. Bir kere daha anlamış bulunmaktayım ki en güzel dükkan insanın kendi dükkanı ve en iyi yönetim biçimi insanın kendi dükkanını, krallığını yönetme biçimi. Her ne kadar ana kraliçeye gitmiş olsak da topraklar neticede artık bize yabancı topraklar. Ha orada karışan görüşen oldu mu? Olmadı ama ne bir aksiyon ne bir skandal vardı. Demem o ki fazla barış içinde yaşayan topraklar hiç çekilmiyor.
Dün itibariyle krallığımın tebasıyla hasret giderdim, topraklarımızda yokluğumuzu fırsat bilerek üremiş kiri tozu temizleyip, hep birlikte yazlık terasımızı açtık. Bundan sonra yaz boyunca kraliyet ziyafetlerini orada gerçekleştirmeyi düşünüyoruz.
Bu seneki sıcak yaz günlerini de yarılamışken, krallığımın serin havası hiçbir yerde yok, bunu bilir bunu söylerim.