30 Haziran 2012 Cumartesi

Falcı geldi aaaanııımmm

677 sayfa...en heyecanlı yerindeyim...söz vermisim kendime (böyle garip şeyleri kendime söz verme huyum var)bu hafta bu kitap bitecek. Habire okuyorum sahilde...bir ara gözümün kenarına bir karaltı takıldı. 'güzeliiiim' diye dile geldi karaltı. Bir haftadır her sene olduğu gibi sahilde takılan çingene falcılardan biri şemsiyenin altına kuruldu. Kafamı kitaptan kaldırmadan atların sinekleri kuyrukları ile kovması gibi ben de bu falcı teyzeyi elimle kovalarım diye düşündüm, elimi salladım ama o gitmek bir yana elimi havada kaptı. Daha ne oluyoruz demeden elimin üstüne bir karanfil bir beyaz çakıl taşı koydu. 'sende nazar var' dedi. 'biliyoruz bunu geç, daha başka neler var?' dedim. 'donuz yağına basmışın, sen de büyü var' dedi. 'Hadi ordan' dedim 'sen şimdi bana büyü yapmada'. Bunun üstüne cevesinin kısa özetini geçti. 'geçen sene bu kumsalda aylin hanım bana bin lira verdi, baktıklarının hepsi çıkıyor fatma abla diye' dedi. Eyvah dedim kendi kendime, kapıyı bin liradan actı, çüş! Hemen karşı atağa geçtim, 'iyi diyosun da ben de para yok', 'olsun bir kilo kıyma parasına senin büyüyü açarım' dedi. Vallahi yok para mara dedim dinletemedim, elim kadının elinde, tuttu bırakmıyor, suyuna gitmesem oturucaz bütün gün şemsiyenin altında elele. 'tamam' dedim ' anlaştık bir kilo kıyma ne kadar?'biliyorum bir kilo kıyma ne kadar onu denedim, kapıyı kaçtan açtı acep diye. Neyse başladı fatma teyze pısır birseyler demeye, ben bakıyorum ona böle salak salak. Sonra duası bitti, çıkardı naylon torbasından bir tane kesme şeker ve karanfil dedi ki 'bunları suya karıştır ve evinin etrafına dök', 'kaynatıcak mıyım?' dedim, şöle bir derin nefes aldı ' bu şehirli gacılarda tam gerizekalı' der gibi kafasını salladı, 'suya karıştır güzelim' dedi. 'tamam' dedim 'bitti mi?'. 'sen' dedi 'parayı getir, çok önemli iki şey diyeceğim sana' 'sen söyle brn getiricem paranı vallaha tillaha' dedim dinletemedim. Getirdim parayı. Ne mi söyledi? 95'i garantiliyorum. O kadar çok yaşıyorum yani bir de ikizlerin olacakmış. Bunu dedi ben kahkahayı bastım, 'hadi dedim fatma teyze uğurlar ola. Bu da başımın gözümün sadakası olsun. Sen de çok güneş altında dolaşma başına güneş geçmiş' *bu arada geçen sene ki falcı verdiği baklayı saksıya gömdürdüydü, ne oldu ki ona? Bak şimdi aklıma bu düştü.

25 Haziran 2012 Pazartesi

sahil notları/2.bölüm

Yaslanmak Tanrı'dan fena halde kazık yediğini kabul etmeme hali. Zira yaşlanınca vakit bol. Yapılmak istenen herşey için bütün aylar günler uygun. Ancaaak yaş ne olursa olsun hala içi geçmemiş ve dinç kalabilmiş insanın ruhuna bedeni veto verir. 'sen neler neler yapmak istiyorsun ah deli gönül' der beden 'ama ben sana uyanam. Gençken hoyratça kullandin beni. Şimdi kolestrol desen bende şeker desen bende kalpmis romatizmaymış yok yok. Sen koşmak istiyorsun ama benim dizler nanay. En iyisi otur da gelene geçene bak sen.' işte böyle gençken yapmak istediklerimize vakit nakit yok yaşlanınca her ikisi de var ama takat yok. Bunu yapan Allahin da sopasi yok. Neyse her zaman geneli bozan kaideler olduğu gibi güzide tatil beldemizde de yaşım 70 işim bitmemiş diyen yaşlı delikanlılar mevcut. Hem de bolca. Eh hal böyle olunca bana da elimde çiğdem bunları izlemek düşüyor. Efenim bu yaşlı ama ruhları genç hanımlar ve beyler, istisnasız her sabah yürümekteler. Pek güzel ala bir alışkanlık, öbür tarafta sırat köprüsünü gecerken denge lazım. Ama bu hanımlar ve beyler bu işte pek bir kendilerinden geçiyorlar, gözleri birşey görmüyor. Misal; geçen sabahın köründe koskoca yolda yaşlı bir amca görece kendinden genç bir hanım teyzeye kafadan bodoslama daldı. Hayır anlamadım yol gayet geniş yanında yöresinde kimse yok, nasıl görmedi ki teyzeyi? Tabii teyze cırcır cırladı amcaya sabah sabah. Bu spor meraklısı grubun birde toplu jimnastik yapanları var. Bizim evin arkasındaki çocuk parkında her sabah yer jimnastiği yapan bir grup var. Ortada eski bir spor hocası olduğundan şüphelendiğim bir amca diğerleri o ne derse onu yapıyorlarda yanlış yapıyorlar. Amca sol kolunu kaldırıyor digerleri kimi solu kaldıriyor kimi sağı kimi de hicbirsey kaldıramıyor, yerde bir sağa bir sola dönüp duruyor. Bir de sahil Tarzanı yaşlı bey amcalar var. Bunlar önlerine yaş itibariyle monte edilen koskocaman göbeklerini sergilemeyi pek bir seviyorlar. Koca göbeklerinin altında kaybolan şortlarının üstune birsey giymeyip sahilde bir o yana bir bu yana gerim gerim gerilerek yürüyorlar. Sanırsın hepsi bir Alain Delon bir Marcello Mastreoyani... Öyle bir caka. Burda denize abdest alarak giren amcalara değinmeden olmaz. Bizim denizin suyu soğuk girmek için mangal gibi yurek lazim. Bir anda hop diye gireceksin daga vücut ne oldugunu anlamadan. Ama bu amcalar bunu yapamıyor. Once yavas yavas ayak bileklerine kadar girip ordan ısınmaya başlıyorlar. Sonra bellerine kadar suya doğru ilerliyorlar. Önce uc kere sol omuzlarına su döküyorlar sonra sağa sonrada kafalarından asağıya üç kere suyu döküp sonra yallah bismillah allahü ekber suya dalış. Yok canim öyle dipten falan gitmiyorlar. Karabatak stili takılıyorlar. Dal cık dal cık bir var bir yok. Bacaklarına güvenen takıyor paleti Eskihisar Topçular feribotu misali fır diye açıklarda karabatak stilini gösteriyorlar. Ama ne yaparlarsa yapsınlar hala içlerinde gençliklerini yaşattıkları ruhlarını öldürmeyip hayata tutundukları için saygı duyuyorum onlara.

24 Haziran 2012 Pazar

2012 sahil notları

Tatil tatil dedik sonunda anne pansiyona demir attik, ustune iki gun gecti. Ege'nin bu güzide tatil beldesinden iki gun sonunda notlar söyle: * çoook eskiden (bu çooook eski lafı gerçekten çoook eski. "hani eskiden buralar dutluktu yavlum!" sözü bizim buralar için "buralar eskiden bataklıktı" biçiminde söylenmektedir)beri geldiğimiz bu beldenin yıllar geçtikçe yozlaşıyor oluşunu görmek insanı üzüyor. Her sene üç kuruş daha fazla kazanayım diye esnaf türlü icatlar geliştiriyor. Bu sene evin önüne korsan yapılaşan "beach club" lar jet ski getirmisler. Sanırsin Bodrumdayiz da bir ünlüler paparazzilere jet ski üstünde show yapacak. Koca sezon beş bilemedin on kişi binecek diye sahilin yarısını parsellemiş düdük. Ben ki bir jet skinin kafamı koparmasından bir de zıpkınla vurulmaktan tırsarım denizde, iki gündür jet ski korkusuna nerdeyse bebelerle aynı yerde yüzüyorum. Rezalet!! * valla millet kışın boş durmamış. Soğuk havayı fırsat bilip birbirini yatakta ısıtmıs. Sonuc: üç ila dokuz aylık bebek popülasyonunda artıs var. Her yer bebek ve puset ittiren ana baba dolu. * tabii her yer bebek olunca, ağlamaları da eksik olmuyor. Eh bebek bu ağlar ama ağlayan bir bebekten daha kötüsü, sahilde kova kürek kavgası yapan beş ila yedi yaş grubundakiler. Valla öyle tiz çıkıyor ki sesleri, insanı anında etkisiz hale getiriyorlar. Savunma sanayii bu potansiyeli iyi değerlendirmeli bence. * bu veletlerin cirtlak sesi olduğu gibi hinlerde. Güneşin altında kızmışım tam serin sulara atlıyacağım ama önce suya biraz alısmak icin suda duruyorum bu hain veletlerden biri inat gibi arkamdan olanca suyu sıçratarak yüzüyor. Daha doğrusu suda debeleniyor. Kaç kere şunlar etrafta yokken suya gireyim dedim maşallah piranhalar gibi benim suya girmemle bunların arkamda bitmeleri bir oluyor. Bir komplo kokusu alıyorum. * vatanımızın güzide hatunları ki bunlara ben de dahilim tıkınarak geçirmis. Sahilde "senin selülitin benimkini döver yarışması" yapıyoruz. Şimdilik sahillerden notlar bu kadar. Ama burası şenlikli. Devamı pek yakında burada. Bizi izlemeye devam.

21 Haziran 2012 Perşembe

yolculuk

Vakit gelince yollar ufukta gözükünce ya da şöle diyeyim hafiften popo pirelenmeye başlayıp, ayağın altı karıncalanmaya başlayınca pılı pırtıyı toplamak, bavulları yerleştirmek hiç zoruma gitmez. Normalde olur olmadık şeylere üşenebilen, tipik Türk mantığı ile "yaw idare ediver gitsin işte" veya -bu huyumu hiç sevmeme rağmen- bazen "yaw yaptık işte oldu" diye bazı şeyleri geçiştiriveren bir Havva kızı olmama rağmen konu bavul hazırlamak ve yollara düşmekse pek üşendiğim söylenemez. Yeter ki gerçekten yollara düşmek isteyeyim.
Eh, yaz da öyle hemencecik geçiverecek gibi duruyor. Haziran bitti nerdeyse. Daha gagamın ucu suya değmedi. İncecik bacaklarım hala süt beyaz; neyse ki yanık olmak moda değil de durumu idare ediyoruz. Uzun zamandır spora gitmediğim için şambrel belim ve kalçalarım, bu yaz beni kocaman dalgalarda fındık kabuğu misali bir taka gibi bata çıka suyun üstünde kalmamı sağlayacak kadar genişledi. Bu yüzden maşallah, denizden hiç korkum yok. Hani sıksan Pasifik okyanusuna bile açılırım, o kadar kocaman bir şambrel yaptım o uzuuunn ve soğuk kış günlerinde. Baktım bir süredir ofistekileri "zehirlesemde mi öldürsem yoksa işkence yapsam da mı işlerini bitirsem?" diye düşünüp duruyorum, "vakit bu vakittir, sen bir git suya gir, aklın başına gelsin, kendine çeki düzen ver! Hazır fiziki şartları da yerine getirmişsin" dedim, indirdim bavulu aşağıya.
Yarın abbas yolcu! anne pansiyonda on gün nekahat dönemi geçiricem. Amaç şambreli daha da büyütmeden yan gel Osman kıvamında takılmak, kanatlarımın beyaz kısımlarını azcuk kahverengiye döndürmek, aile dedikodusu almak, boş gözlerle balkonda pineklemek, deniz suyu da dahil bol sıvı almak, abartmadan anne yemeklerine gömülmek, bitmeyen kitapları bitirmek ve yeni dizilere takılmak ve tabii yapabilirsem anne dırdırından kısa salvolarla kurtulmak, tüm saldırıları bir düzine "hı hı hı hı hı" ile geçiştirmek, sinir yapmamak. Bakalım yapılacaklar listemizin kaçta kaçını gerçekleştirebileceğiz.
Bu satırları yazarken ofisteki son pinek günümü geçiriyorum. Çıkışta bilumum ufak tefek işi halledip evceğizime koşup, bavulumu doldurup, kedilerimi az biraz mıncıklayıp on günlüğüne kaçıyorum buralardan. Biraz tuzlu su beyin damarlarına iyi gelirmiş. Belki yeterli suyu alırsam daha "akıllı olurum!".

19 Haziran 2012 Salı

kahvaltı


Kahvaltı önemli bir öğünümüz, atlamayalım efenim. Mesela benim gibi ruh hali midesiyle direk bağlantılı takıntılı kişiler mutlaka ve mutlaka sabahları kahvaltı etmeliler. Kendi üzerimde yaptığım sayısız deneylerin bir bölümü kahvaltı ile ilgilidir. Çeşit çeşit kahvaltının bünyem üzerinde olan etkisini test ediyorum yıllardır. Normalde haftaiçi uygun bir zaman diliminde kalkıp, kendime yağlı ballı reçelli bir kahvaltı mutlaka hazırlayıp, iki bardak çayımı içmeden evden çıkmamaya çalışıyorum. Ama bazen uyku daha tatlı geliyor ve kendime farklı kahvaltı şekilleri buluyorum. Buluyorum da bunlar beni pek kesmiyor. Mesela iki poğaça ve çay ile yaptığım kahvaltılar hem bir saat sonra fena halde acıkmama hem midemin deli gibi yanmasına hem de deli gibi selilüt sahibi olmama yol açıyorlar. O yüzden uzun zamandır poğaça yemiyorum. Diyet kola, kaşar ve simit kahvaltısı, yine uykuya yenik düştüğüm, ofise koşturarak gittiğim zamanların ofis kahvaltısı. Hem tok tutuyor hem de lezzetli. Böyle bir kahvaltı ettiğimde keyfim pek bir yerinde oluyor. Ama en kral kahvaltılar pazar kahvaltıları; genelde değil hemen hemen her pazar kahvaltısını kardeşceğizimle birlikte yaptığımdan ve onun da her pazar kahvaltıya mutlaka değişik birşeyler yapmasından (itiraf ediyorum, adam mutfakta gerçekten iyi. Hem yaratıcı -akla gelmeyecek malzemelerle tost ve omlet yapıyor- hem pratik. shame on me! vallahi) dolayı uzun ve keyifli pazar kahvaltılarının yerini hiçbirşey tutmuyor.
Bazen mesela bu sabah olduğu gibi uyduruk, yalapşalap yapılmış tost ile yapılan kahvaltılar bünyemde ağır tahribata yol açıyor. Sabah yine uykuya yenildim, saati 07:15'ten 07:30'a kurdum. Hal böyle olunca reçelli, yağlı ballı kahvaltımı yapamadım. Evde yine ekmek kıtlığı başgösterdiğinden bulduğum dört dilim ile minnak tostlar yaptım kendime sonra ofise yürürken, yol üzerindeki okul büfesindeki simitleri gördüm. 'Bu tostlar beni tutmaz, bir tane simit alayım' dedim. Meğer yanımışım, tostlar tuttu, simitten az biraz kemirdim. Şimdi yarısı masamın üstünde. Çay yerine içtiğim Nestea mideme dokundu ve birazdan midem yanacak galiba. Ne doymuş ne de doymamış gibi hissediyorum kendimi. Ofiste çay yaptılar, içtim ama o da güzel değildi. Yaw uzun lafın kısası aptal bir kahvaltı yaptım ruh halim psikopata bağlamış halde, canım fena sıkkın!

14 Haziran 2012 Perşembe

pes

Geçen haftadan beri buralarda Afrika sıcakları annemizin gözlerinden yaşlar boşandıracak ( türkçe meali anamızı ağlatıyor) denli bastırmış halde. Sabah serinliği diye birşey kalmamış. Akşam desen sıcak yaz günlerine has ot ve nem karışımı koku ortalığı sarmış halde, dal kıpırdamıyor. Sabahtan öğleden sonra dörde kadar Çemberlitaş hamamını aratmayan bir ofiste oturup, Eylül'de gelecek bebelere yeni materyal hazırlamakla uğraşıyorum. (Şu bilgisayar karşısında oturmak pek bi can sıkıcı.) Amma velakin sıcaktan balığa dönmüş, ağzımızı sürekli açıp kapatırken ben boğazlarımı şişirmeyi başardım. Herhalde çok balık taklidi yapıp ağzımı fazla açıp kapadım. Üç gündür yutkunamıyorum. Yaw şu vücut denen şey ne kadar enteresan, bir yerinde minik bir şey bile olsa, bütün dikkatin orda. Bütün işler aksıyor. Mesela daha önce ne kadar yutkunduğumu farketmemişken, boğazım ağrıyınca, aslında habire yutkunduğumu anladım ya da vücudum bana inat olsun diye habire yutkunmak istedi. Orasını bilmiyorum artık. Ama kendi kendime "pes" dedim valla. Sen onca soğuk kış gününü nezle bile olmadan geçir şu Afrika sıcaklarında soğuk su içmeye en ihtiyaç duyulan günlerde şişir boğazını, yutkunama, su içeme. Gel de deli olma. O soğuk su şişesi sanki vitrindeki tek taş pırlanta gerdanlık. Bööle ağzımın suyu akarak bakıyorum ona. Şişeye bakıp içindeki suyu kana kana içtiğimi hayal ediyorum. Durum öle fena yani.
Neyse "daha fazla böyle şişik boğazla dolaşmayayım da en iyisi doktora gideyim, bunun kendi kendine geçeceği yok!" dedim, okuldaki revire gittim. İçeri girdim bir baktım doktorların kendine hayrı yok. Biri obez diğeri ölmüş ama kendi dahil kimse farkında değil, ceset yani. "Geri döneyim, anne ilaçları, nane limon falan yapayım kendi kendimi iyileştiririm" dedim ama o içimdeki nemrut izin vermedi. Obez olana muayene oldum. Oturdum şikayetlerimi anlattım. Zorla kalktı, o tahta spatulayı aldı, "aaa boğazlarınız çok kötü olmuş!" dedi. "hadi ya" dedim içimden. Aslında "bana yeni birşey söyle doktor hanım, bunu ben de biliyorum. Kaç gün ömrüm kaldı mesela bunu söyle!" diye bağrınmak isterdi aslında bünye ama ağzınızda o tahta spatula varken tek yapabildiğim "aaaağğğğğrrrkkkk" gibi anlamsız sesler çıkarmak oldu. Sonuçta doktor abla dayadı iki kutu antibiyotik ve bir kutu ağrı kesici, yolladı beni ofise. Salak kafam hiç çalışmadı yazdırsaydım ya iki gün kafa izni. Amaaa nerde o kafa ben de. Mazı* kafalı karga işte ne olcek.


*Mazı kafa: Annemin en meşhur kızgınlık ani sözüdür. Kardeşimle ben ne zaman burnumuzun dikine gidip yaramazlık yapsak, onun sözünü dinlemesek bize "Mazı kafalılar" diye bağırır.

7 Haziran 2012 Perşembe

iflah olmam

Geçen cumartesi, bir yandan "televizyon karşısındaki kanepede pineklemenin kırk yolu" isimli enstalasyonumuzu gerçekleştirir bir yandan da tweeter üzerinden sosyal mecrada fink atarken, pat diye kucağımıza Metin Zakoğlu Cafe Theatre tiyatrosundaki bir oyuna bedava bilet düştü. Metin bey'i yıllardır televizyondaki çeşitli dizilerde ve oyunlarda izlemiştim. Ayrıca birkaç sene önce ofisteki arkadaşlarımdan biri hemen hemen her hafta onun tiyatrosuna öğrencileri ile birlikte giderdi. Hatta o kadar çok gitti ki Metin bey ile kanka oldu. Beni de her gittiğinde çağırmış olmasına rağmen Metin bey'in tarzına olan önyargım yüzünden gitmedim (O zaman bunun bir önyargı olduğundan habersizdim tabii. Cumartesi oyundan sonra fikrim değişti).
Neyse bedava birşey baldan tatlıdır hesabı, oyuna gitmeye karar verdik. Ayrıca biraz daha koltukta oturmaya devam etseydik, vücudumuz koltuğun şeklini almaya başlayacaktı. Hazırlandık çıktık. Tiyatronun caddede olduğunu öğrendik ama bir türlü yerini bulamadık. Bir sağa yürüdük caddede bir de sola. Tabii boyle deli danalar gibi aranmamızda, benim "ha ben biliyorum orayı" diye hava atmam ve tiyatronun aslında benim bildiğim yerde olmaması da etkili oldu, şimdi doğruya doğru. Meğer Bostancıya doğru Çatalçeşmede cadde üstünde bir cafeymiş.
Sonunda vardık tiyatroya. Aslında buraya tiyatro değilde tiyatro kafe demek daha uygun. Bildiğiniz bir kafenin en arka köşesi minik bir sahneye dönüştürülmüş, siz bir yandan içkinizi içerken bir yandan da oyun izleyebiliyorsunuz. İsterseniz yemek de yiyebilirsiniz, oyun seyrederken. Oyunların hepsi interaktif. Oyun devam ederken oyuncular bir anda oyunu kesip size bir laf atabiliyorlar. İşte benim başımı da oyunun interaktif olması yaktı. Ama kabahat bende, adamın sataşacağını bile bile ne diye gider en öne oturursun ki?
Oyunun birinci perdesi biter ve bizlerde oyuna iyice kendimizi kaptırmışken, Metin bey birden beni çağırmasın mı sahneye. Maksat o bölümü ısrarla oynayamayan bayan oyuncunun rolünü nasıl yapması gerektiğini göstermek. Önce "yok ben almıyım" falan dedim ama adam nuh diyor peygamber demiyor. Mecbur çıktım sahneye. Replikte tam benlik, "Dur gitme!!!!". Böyle romantik olup, giden adamın kolundan tutacağım ve "dur gitme!" diyeceğim. Ohoooooo, emin olun bunu diyecek en yanlış kişi benimdir. Puuuffff. Tam bir Kazdağı ayusu şeklinde, romantizmden ve rol yapma yeteneğinden uzak bir insan olarak, sahnede beş on dakika debelendim. Metin bey baktı benden bir cacık olmaz. Teşekkür etti indirdi beni sahneden.
Bu sahne tozu pek fena birşey, şimdi beş dakikalığına da olsa ben sahnenin tadını aldım, içim bir daha gitmek için gıpraşiiii. İnsan hemen de alkışların bağımlısı oluveriyormuş. yoksa bundan sonra ben de alkışlarla mı yaşayacağım bilinmez ama size tavsiyem gidin ve bir oyun izleyin bu değişik kafe tiyatroda. Hem Metin bey'in oyunları çok keyifli hem de yemekler lezzetli. Haa unutmadan oyundan sonra hemen mekandan ayrılamadık. Konservatuar öğrencilerinden oluşan bir grubun müzik ziyafetini dinledik. Bir yandan biramızı yudumladık bir yandan da bildiğimiz şarkıları bir soprano yorumuyla dinledik. Hesap Cadde kafelerinde gelen hesap gibi diyeyim. Velhasılı kelam ben daha da iflah olmam. Fırsat buldukça gider gider oyun seyreder, biramı yudumlarım. Belki kadrolu oyuncu bile olurum. Kadrolu Kazdağı Ayusu!!!

1 Haziran 2012 Cuma

yaz

Yine koskoca bir sene geçiyor. Sonbahar kış ilkbahar derken biraz kastıraraktan olsa da yaz geldi gibi sanki. Altı ay nasıl geçip gidiyor bilmiyorum ama şöyle bir arkama dönüp baktığımda yaşananların hızı ve çokluğu nefesimi kesiyor. Apartmanımıza yeni takılan asansörde dün sabah yüzüme baktığımda gördüğüm yeni beyaz saçlar ve gülünce gözlerimin kenarlarına yeni eklenen kaz ayakları çaktırmadan zamanın hızını gözüme sokuveriyor. Alçaklar!!!
Hadi beyaz saçları ve kaz ayaklarını falan bir kenara bırakayım onlar benim güzelliğime güzellik katıyorlar, onlar mesele değil de şu altı ayda etrafta olup biten beni asıl yıpratan. Her gün her gün abuk subuk bir gündemin bilerek ve isteyerek yaratılması, geleceğime dair umutlarımı tüketiyor. İçim tükeniyor olan biteni izlerken. Tahammül edemiyorum. Hele şu son günlerde yaşanan kürtaj ve sezaryan tartışması için söyleyecek hiçbir sözüm yok. Nasıl bir abuk subukluktur belli değil. Söyleyecek sözüm yazacak kelimelerim yok. Bu yüzden kafamdan geçenleri gayet güzel bir şekilde anlatmış genç bir köşe yazarının linkini koyuyorum buraya. Okuyun derim. Kısa ve net, bir kadın içtenliği ile olması gerekeni anlatmış. Tüm kalbimle ona katılıyorum.