30 Nisan 2012 Pazartesi

maji

Maji, koskocaman cüssesinin ürkütücülüğüne rağmen size yumuşacık hani neredeyse gözlerinin içi gülüyor diyebileceğiniz kahverengi gözlerle bakan bir Rottweiler. Ölüyor. Lösemiden.
Birkaç gün önce kötü haberi aldığımızda kalakaldık koltukta. Haberi veren arkadaşımız ki kendisi Maji'nin sahibi olur, telefonun diğer ucunda çaresizlik içinde kıvranıyordu. İsyanı bir süre önce iyileşir umuduyla ameliyat olan köpeğinin başka bir hastalıktan ölmek üzere oluşuna, gözlerinin önünde sevdiği birini kaybediyor olmanın elini ayağını bağlamış olmasınaydı. "O kötülük nedir bilmez ki?" diyordu, sanki sadece kötüler ölürmüş gibi. Halbuki hep en çabuk iyiler ölüyor.
Maji ve sahibesi Zeynep, bana sevmenin yakıcılığını hatırlattı. Son birkaç gündür hep bunu düşünüyorum. Birini, bu bir insan ya da bir hayvan olabilir, sevmek, kişiyi bencilleştiriyor. Sevdiğiniz, hep yanınızda olsun, etrafınızda dolansın, elinizi attığınızda ona dokunun, mutluyken elini tutun ya da üzgünken omzuna yaslanın istiyorsunuz. Aksi olduğunda isteyerek ya da istemeden tamamen dış koşullara bağlı olarak sizin yanınızdan ayrılmaları veya ayrılmak zorunda oluşlarına karşı içinizde yakıcı bir isyan duygusu büyüyor. Sanki tüm içi organlarınız yanıyormuş gibi geliyor. Midenizin ortasına bir taş konmuş; "hadi sıkıysa yaşa bu taşla!" deniliyor. Tutmak istiyorsunuz sevdiğinizi, böyle prangalarla zincirlerle bağlamak, hatta daha da ileri gidip göğüs kafesinizi yarıp, sevdiğinizi içinize sokup, onu göğüs kafesinize hapsetmek istiyorsunuz. Sadece sizin olsun, hep yanınızda olsun, onunla tek vücut olun diye. Böylece sevdiklerimizi o göğüs kafesinde hapsedip, tüm hastalıklardan, kötülüklerden hatta ölümden bile koruyabilirmiş gibi geliyor insana. Keşke olsa.
Ama aslolan sevdiğini özgür bırakmak, seninle olduğunda onu seninle karşılaştıran, yollarınızı kesiştiren artık kader midir evren midir ne demek lazımsa ona teşekkür etmek, sevdiğin elini daha sıkı tutmak, ona daha sıkı sarılmak belki kokusunu sanki bitecekmiş gibi daha da içine çekmek.
Umarım Zeynep, Maji için böyle yapıyordur. Sevgili köpeğinin yanında, onun son günlerini, ona sarılarak, patilerini okşayarak, onun gözlerinin içine bakarak ve onları biraraya getirene teşekkür ederek geçiriyordur.

26 Nisan 2012 Perşembe

sana da hepi börtdey blogcum

Valla kusuruma bakma, günün bitimine yirmi dakka kala farkettim beş sene önce bugün ilk defa sana yazmaya başlamışım. Biliyorum bu aralar seninle aramız limoni. Havadan, bahar çarptı beni. Bilsen nasıl bir atalet var üstümde, sanki bir öküz oturmuş üstüme inmek bilmiyor. Elim kolum kalkmıyor biliyor musun, hiçbir şey yazamıyorum. Hatta bırak yazmayı okuyamıyorum bile. Neyse blogcum geçer bu atalet duygusu da merak etme.
Sana teşekkür etmek istiyorum. Beş sene önce 30 yaşımda başlarken sana yazmaya, ne yazacağımı bilmiyordum. Bir ara yazdım sonra bıraktım. Son üç senedir pek iyiyiz seninle. Sayende bir sürü insan tanıdım. Ama seninle ilgili en iyi şey ne biliyor musun? Sana olduğu gibi herşeyi anlatıyorum, bir nevi içimi boşaltıyorum, bana iyi geliyorsun. Bu yüzden sana teşekkür ederim. Sana söz elimden geldiği kadar çok sana yazıcam ve seni yalnız bırakmıcam. İyi ki sana yazmaya başlamışım, iyi ki doğmuşsun be blogcum.
Sevgiler...

17 Nisan 2012 Salı

geçip giden

Ofisteki panomda gireceğimiz dersleri hafta hafta gösteren bir takvim var ve ben her pazartesi büyük bir zevkle geçen haftanın günlerinin üzerine kocaman kırmızı çarpılar koyuyorum. Beni sona daha da yakınlaştırdığı için içimdeki sabır katsayısı daha da yükseliyor. Biliyorum her çarpı hayatımda eksilen bir günün göstergesi ama bu aralar geçip giden o günler o kadar da kayıpmış gibi gelmiyor bana. Aksine kocaman bir torbanın içinde unutmamak üzere biriktiriyorum onları. O torbanın içine hep güzel günleri biriktirmeye ve canımı öyle eften püften olaylara pek fazla sıkmamaya kendi kendime söz verdim çünkü şunu anladım ki bu hayatta herşey gerçek hiçbirşey gerçek.

12 Nisan 2012 Perşembe

asansör meselesi

Geçen akşam ağlak bakışlı kapıcımız Nevzat abi, kapıyı çaldı. Ağlak ağlak bakarak, "Karga Abla!" dedi.
"Hah!" dedim içimden, "yine yönetici araba maraba çektirecek bana ama Nevzat'ın yüz ifadesi daha fena birşey olduğunu söylüyor."
"N'oldu Nevzat abi?" dedim. (Aramızda abili ablalı bir ilişki var.)
"Asansör" dedi. Sanki canlı birşeymiş de başına kötü şeyler gelmiş ve bana bu acıklı durumu acilen söylemesi gerekiyormuş gibi. Yutkunarak tekrardan "Asansör" dedi. "tadilata giriyor, bir ay kullanamıyacağız. Bu asansörden hiçbirşey kalmayacak, herşeyini söküp götürecekler". Sanırsın Bizans döneminden kalma asansör, üzerine çimento döküp, tarihin derinliklerine karıştıracaklarmış gibi, acı içinde Nevzat. Bir an içimde, Nevzat'ı kırmayayım, apartmanımızın bu acısına ortak olayım diye kapı önünde, gidecek eski asansör için ağıt yakmak gibi anlamsız bir istek belirdi. Ama geldiği gibi aniden geri gitti bu istek. "Olsun Nevzat abi" dedim, "canımız sağolsun, çıkarız merdivenlerden spor olur işte fena mı?". Yarım yamalak bir gülüşle gitti Nevzat acılar yüreğinde.
O gün bu gündür yani iki gündür merdivenleri kullana kullana çıkıyoruz dördüncü katı. Biraz kondisyon eksikliğinden nefes nefese kalarak eve varıyoruz ama olsun, eminim her geçen gün kondisyon artacak, ay sonunda Rocky gibi merdivenleri kelebek gibi uçarak çıkıcam.
Asansör kullanmamanın en iyi tarafı, apartmanda yaşayanları tanımanız. Dün yedinci katta oturan, otoparkta arabalarını bir türlü düzgün parkedemeyen ailenin yeni bebeği olduğunu öğrendim. Merdivenlerde gördük birbirimizi selamlaştık. Bir de anneanne varmış evde, onu da gördüm. Sonra kırmızı sakal yöneticinin küçük oğlu, bayağa büyümüş, saçları da uzamış. Her sabah asansörle inerken, küçük oğlanın söylenmelerini duyardım, bu sabah söylene söylene merdivenlerden iniyordu, babasıyla. Koca koca laflar ediyor sıpa babasına.
Merdivenleri kullanınca, apartman ahalisiyle karşılaşıp kaynaşmanın ötesinde, bir de ahalinin yaşam tarzıyla ilgili ipuçları elde ediliyor. Mesela dün eve çıkarken, üç numarada yaşayan çevirmen teyzeyi gördüm. O kapı önünde kargocuyla konuşurken, ben iki arada merdivenleri çıkarken kapının arkasındaki eski, antika konsolu vs. yi gördüm. Teyze tatlı bir hanım olmanın yanısıra zevkli bir bayanda. Altı numara ise kapının önüne tabure ve çekecek koymuş, demek ki oturarak ayakkabı giymek hoşlarına gidiyor. Bir numaraya ise günde üç gazete giriyor, ayrıca apartmanda benden ve ekmekçikız'dan başka beş numaradakilerde aynı gazeteyi okuyor.
Hiç fena olmadı bu asansör meselesi. Asansör gitti ama formumuz ve apartman sakinleri ile ilgili yeni veriler geldi. Eskisi gibi komuşuculuk yapılmayınca, işte böyle kapıdan bacadan öğreniyoruz komşularımızı.

9 Nisan 2012 Pazartesi

kayıp aranıyor

Boyu 1.68, beyaz tenli, kumral saçlı, kahverengi gözlü, ön iki dişi Ali MacGraw'ınkiler gibi birbirinin üstüne binmiş, saçını sürekli at kuyruğu yapan Karga kaybolmuştur.
Kendisi pazartesi sabahı işe giderken gri Opel marka arabasının içinde işe giderken görülmüş ancak iş yerindeki arkadaşlarının belirttiği üzre saat 11:14 olmasına rağmen kendisinden henüz bir haber alınamıştır.
Kaybolduğu saatlerde üzerinde koyu kahverengi kanvas pantalon, yeşil kareli gömlek, kahverengi hırka ve koyu yeşil kısa bir palto ile çok renkli bir atkı bulunmaktadır.
En son "Bu kafayı değiştir yoksa onbeş sene sonrada aynı yerde olacaksın!" lafına takılmış, "acep benim neyim var?" sorunsalı içinde kendi kendini yiyip bitirmekle meşgul olduğu bilinmektedir. Tanıyanlar, Karga'nın bu sorunun peşinden uçsuz bucaksız diyarlara gittiğini ya da bir süre önce kendisini terkeden içindeki güleç Karga'yı bulmak için de yine aynı diyarlarda bulunabileceğini belirtmiştir.
Kendisini görenlerin, yerini bilenlerin, insaniyet ve iki kedisinin aç kalmaması adına durumu, bloguna bildirmeleri önemle rica olunur.

Saygılarımızla,

Karga Sevenler Derneği

4 Nisan 2012 Çarşamba

aman be blog

Canım çok sıkkın be blog...Valla öyle böyle değil. Sanki biri içimdeki bütün organları tutmuş, sımsıkı sıkıyor. Hani şöyle bir patlasam rahatlayacağım. Bir süre böyle patlak dolaşsam hiç fena olmaz hani, sonra canım isterse moleküllerimi birleştiririm.
Misket'in mantarları hiç iyileşmedi. Vücuduna yayılıyor gittikçe. Bu sabah sol ön patisinde de buldum mantar. İşin kötüsü şimdilik birşey yok gibi gözüküyor ama Kara kediye ve bize de bulaştırmış olabilir. Zaten geçen aydan beri ailecek iğne olup, haplanıyoruz. Benim haplarım pazar günü bitti ama ya yine bulaştırırsa bize, tekrardan mı alıcam o hapları. Ama bu haplar, karaciğere zarar veriyormuş, bir daha aynı dozda almak benim için hiç iyi olmayabilir. Ne yapıcam yahu blog? Öyle illet bir şey ki bu mantar, geldi mi gitmek bilmiyor. Şimdi sanki vücudumun her yerinde mantar çıkıyormuş gibi hissediyorum.
Sabah sabah canım sıkıldı işte.
Şu Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinde, Soner'in sadık elemanı Süleyman var ya hani blog, ailenin her türlü sorununa koşup, çare buluyorlar, hani Alladdin'nin cini gibi, en umulmadık anda ortaya çıkıp, işleri hallediveriyor, işte ben de ondan istiyorum bir tane. Öyle biri olsun, oturayım yanına anlatayım, şöyle oldu böyle oldu, o bana bunu dedi, ben bunu dedim bıdı bıdı anlatsam, ağlasam ağlasam ağlasam.....
O sadece dinlese sonra da bana olacakları söylese ya da olanları düzeltse ya da bana akıl verse, "Bak ya, geçer herşey, sabret, herşey iyi olacak sen güzel şeyler düşün!"dese. Kendime söyleyip durduklarımı bir de o söylese.
İşte böyle be blog, canım çok sıkkın, bildiğin gibi değil.

3 Nisan 2012 Salı

bana mı gıcıksınız?

Çok saygıdeğer, sevgili ambulans sürücüsü,

Öncelikle yapmış olduğunuz mesleğin ne kadar önemli ve zorluklarla dolu olduğunu bildiğimi, hadi bildiğimi demeyeyim de tahmin ediyorum diyeyim. Arka taraftaki hasta ya da yaralı kişiyi, tedavi edilmesi için zamana karşı bir yarış içindesiniz. Sizi çok takdir ediyorum, bunu bilesiniz.
Size bu mektubu yazmamdaki amaç, bana olan garezinizin sebebini merakımdır.
Yaw Allahaşkına söyleyin, bana niye gıcıksınız? Ben size ne yaptım da her gün ama her gün illa trafiğin en sıkışık olduğu zamanda benim şeritte bitiveriyorsunuz. Dakikalarca öttürdüğünüz sireninizin o can hıraş sesi yüzünden valla ben de bir gün kalp krizi geçirivericem, arada geçerken beni de alacaksınız arabanın arkasına. Bir kere şunu da söyler misiniz bana, siz niye en sıkışık zamanlarda en sıkışık yolları seçiyorsunuz. Mesela Cumartesi günü saat onikiden sonra Bağdat Caddesinde mahşer kalabalığı olduğunu, caddedeki arabaların milim milim ilerlediğini, en ufak bir biçimde sağa ya da sola kaçmanın mümkün olmadığını bilmiyor musunuz? Hayır, mesleğiniz gereği tüm yolları ve işlek oldukları saatleri bilmeniz ve ambulansınızı o kalabalık caddeye sokup, hastanın hayatını tehlikeye atmamanız icap etmez mi?
Çok dikkat ettim, bir değil iki değil, her zaman ama her zaman kestirmeleri kullanmak yerine işlek yolları rush hour dediğimiz yoğun saatlerde kullanıyor ve biz sürücüleri vicdan azabıyla eziyorsunuz. Hayır şimdi teknoloji gelişti gprs diye sistemler var, onları niye kullanmıyorsunuz?
Evet, biliyorum sayın ambulans sürücüsü bey, lafı çok uzattım. Sizden istirhamım, lütfen ben yollardayken, mümkünse farklı şeritleri kullanalım, bir de ne olursunuz işlek caddeleri kilit oldukları zamanlarda kullanmayın.

Herşey için çok teşekkür eder, taşıdığınız hastalara acil şifalar, sizlere de dikkatli sürüşler dilerim.

Saygılarımla,

Vatandaş Karga

2 Nisan 2012 Pazartesi

söylenmemiş

Size de olur mu bilmem...
Kavganın en hararetli yerinde, ofiste sürekli vıdı vıdılanan kişinin yanında, sıcaktan mayışmışken, trafikte sıkıntı balonuna dönmüşken, evde televizyon karşısında pineklerken, yıllar sonra hiç beklenmedik bir anda beklenmedik bir yerde eski bir tanıdıkla karşılaşmışken, aniden kötü bir haber almışken ya da aniden iyi bir haber almışken, sizi sürekli bunaltan kişiye bakarken, apartman yöneticisi, sürekli "ben yakında düşeceğim haberiniz ola" şeklinde sesler çıkarıp zorlanarak çalışan asansörü tamir ettirmek yerine otoparktaki araba sayısının peşinde olup, sürekli kapınıza haber yolladığında, ders verdiğiniz minnak veletin boyundan büyük laflar edip, kalbinizi kırıp, "ah ulan şu iki kuruş paranın gözü kör olsun!" dediğinizde, siz yıllardır zam almadan "oh yalebbi neyse ki işim var!" mantığı ile gıkınızı çıkarmadan çalışırken zamların yağmur gibi indirmesiyle televizyon karşısında içiniz şişmiş otururken, her sabah "biraz daha uyusam" diyerek çalışan insan olmanın dayanılmaz ağırlığını omuzlarınızda hissederek kalkarken ya da güzel bir sevişmenin ardından söylemek istediklerinizi söyleyemeyip bütün kelimelerin içinizde patladığı olur mu?
"Bıktım senin vıdı vıdılanmandan, içimi şişiriyorsun yahu!"
"Şeytan diyor bir bazuka kirala bütün bu arabaları yak, yolunu aç, evine git! Bassana amca ya gaza!"
"Bana bak velet, şu görmüş olduğuna beş kardeş derler, senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu yoksa beş kardeşle tanışmak ister misin?"
"Çalışmıyorum yahu! hiçbirşeyi de ödemiyorum, ben köyüme geri dönüyorum, alın koca şehriniz sizin olsun!"
"Bana bak apartman yöneticisi olacak kızıl sakallı zebani, sen benim arabamı nereye koyduğumu gözetleyeceğine, şu asansörü tamir ettir, valla ben içindeyken bu asansör düşerse, iki elim yakanda haberin ola!"
"Ben seninle herşeye varım, mutsuzluğa bile! Yeter ki yanımda ol, beni bırakma!"
diyebilin.
Beklenen baharın habercisi olacak şu Nisan ayında, sizin ve tabii kendim için temennim, kelimeler içinizde patlamasın.