31 Ocak 2012 Salı

yan koltukçular

Araba kullanmasını çok ama çok seviyorum. Ehliyet almadan önce rüyalarımda araba kullandığımı görürdüm. Bir keresinde herhalde üniversitenin ilk yazı falandı. Ehliyetimi almışım ama pratik yok. Annemle babam bir iş için Balıkesir'e gitmişler, giderken arabayı almamışlar. Kardeşimle birlikte arabayı alıp fabrikanın çalışanlarının gittiği lokantaya gitmeye karar verdik. Bir de yanımıza kardeşimin araba kullanmada benden daha tecrübeli arkadaşını da aldık. Ne olur ne olmaz diye. Çocuk aklı işte, arabayı çarpsam sanki o çocuk arabayı kurtaracak. Kazasız belasız gittik, yemeğimizi yedik, döndük. Herşey planladığımız gibiydi, eğer arabayı eski yerine park edebilseydik, babam hiçbirşeyi farketmeyecekti. Ancak arabayı çok alakasız bir yere park edince, Balıkesir'den dönen babam olan biteni çakozladı. Evde birkaç gün "minik araba kaçamağımızın" gerilimi sürdü. Zira babamın arabası(ları) pek kıymetliydi.
Neyse benim asıl anlatmak istediğim yan koltukçular yani şoförün yanında oturan, şoförden daha şoför olanlar. Yan koltukçular temelde belli başlı bazı ortak özelliklere sahipler. Bir kere genelde araba kullanan kişiler bunlar. Geçilen yollardan muhtemelen kendileri de çok kereler geçtiklerinden illa siz arabayı sürerken birşey söylerler; "ordan geçme, ortada tümsek var. sağa dönme yukarıdaki yoldan gidelim daha kestirme. on metre sonra kasis var, yavaşla." Böyle bıt bıt siz araba kullanırken, sürekli yol tarif ederler. Bir de yol tarif etmekle kalmaz, kullanma biçiminize de karışırlar. "Yaw ne biçim solluyorsun arabayı, hiç yan ayna kullanmaz mısın sen?, sinyal versene yahu!" gibi bilumum cümleyi hiç nefes almadan bir çırpıda söyler, hem kendilerini hem sizi gererler. Böyle direksiyon başında gerim gerim gerilerek tüm bildiklerinizi de unutur, kaza yapacağınız yoksa bile kaza yaparsınız.
Bir de araba kullanmayı bilmeyen ama öyleymiş gibi davranan yan koltukçular var. Annem gibi mesela. Böyle ikimiz binimişiz arabada gidiyoruz, havadan sudan konuşuyoruz, birden annem şöyle feryat eder: "Aaaaa ileride çukur var!!!". Öyle bir panik yapar ki insanı, sanırsın koca hendek, düşeceğiz, yuvarlanıp gideceğiz. O böyle yapınca tüm vücudum titrer, elim ayağım boşalır. Böyle bir saniyelik kalp krizi geçiririm. Çok fena birşey. Kaç kere dedim yapma şunu diye ama yok, huylu huyundan vazgeçmiyor.
Şimdi ben bu yan koltukçuları yazdım ya aslında ben de bir yan koltukçuyum. Ne zaman direksiyonun yanındaki koltuğa geçsem, ben de söylenmeye başlıyorum ya da söylenmeyeyim dediğim zaman birşey dememek için yan kapının kolunu sıkıyorum ki bu kullanananı pek bir rahatsız ediyor. Araba kullanmadan önce böyle değildi, yan koltukta sepet gibi gider gelirdim. Şimdi kendim hariç kimsenin araba kullanmasına güvenemiyorum. Sanırım bundan sonra gözlerime şu uçaklarda dağıtılan göz bantlarından takıp öyle seyahat edicem. Herkes için en iyisi bu.

karganın karla imtihanı

Beni arada deli dürter, olmadık işler yaparım. Bilirim o delinin dürttüğü işi yaparsam ya başım belaya girecektir ya da o işten bana bir hayır gelmez ama illa yaparım. (Maksat deliye ayıp olmasın, yazık boşuna dürtmüş olmasın beni garip.) Neyse bugün de deli beni yine dürttü. Saat dört gibi lapa lapa yağacağı belli olan kara rağmen kalkıp velete ders vermeye gittim. Kapşonunu başıma geçirdiğimde beni Yıldız Savaşlarındaki Darth Vader'dan ayırt edilemeyecek hale getiren siyah uzun puf puf kaz tüyü paltomu pardon zırhımı geçirdim sırtıma düştüm yollara. Valla sokağa çıkınca yüzüme çarpan kardan değil de içimdeki Çalıkuşu'nu kıskandıracak öğretme azminden gözlerim yaşardı.
Sonunda veletin evine vardım, dersimizi yaptık, bitti. (Ders demeyelim de benim "hadi İ., yaz şunu da İ., valla bak içime fenalık geldi, yap da bitsin şu alıştırma" diye devam eden annevari monoluğum ve onun karşımda yaptığı şebeklikler bitti diyelim) Ben geçtim dönüş yoluna. Amaaaa dönüş ki ne dönüş. Veletin evinden çıktım kaldırıma adımımı attım, oooo bir baktım eğer artistik patinaj şampiyonasında derecen yoksa kaldırımda yürümen mümkün değil. Ya popo üstü stil takılacaksın ya da grokoromen emekleme! Ortası yok. Geri dönsem dönemem, veletin evinde mi kalıcam. Çaresiz "yürü karga" dedim, "yılmak yok yola devam. Aç sensörleri, al rüzgarı sırtına, mümkün olduğunca hızlı eve marş marş". Kendi kendime verdiğim bu gazla, başladım geyşa yürüyüşüne. Bu geyşa yürüyüşü benim, karlı havalarda kaymamak üzere kendi kendime geliştirdiğim bir stil. Umarım ileride artistik patinaj şampiyonalarında yer alan bir stil olur. Ayaklarınızı çok açmadan piti piti diye de adlandırabileceğimiz bir şekilde, minik minik ama hızlı adımlarla yol alıyorsunuz. Kaymalara karşı bire bir, tecrübeyle sabit. Geyşa stili ile geldim boğanın ordaki durağa. Oooo ortalık cam gibi. Her zaman vızır vızır arabayla dolu olan yolda, cinlerin çift kale maç yapmasına az kalmış. Otobüsler kaymamak için nazlana nazlana geliyorlar, bu arada biz de durakta bekleyen garibanlar olarak gittikçe buzdan heykellere dönüşmeye başlıyoruz. Yollar o kadar kötü buzlanmış ki, gelen otobüsü yakalamak için koşmak mümkün değil. Herkes bir balerin edası ile parmak uçlarında iki elleri yanda hızla ilerleyip otobüse yetişmeye çalışıyor. Durakta beklerken kayan yolda yavaş yavaş ilerleyen otobüslere bakıp, "aaaa şimdi biz yolun kenarında dikiliyoruz, ya şimdi bir otobüs kaysa gelse bize burda çarpsa, bir de eğitim şehidi olacağım. Aslında fena değil ha, fiyakam olur, okulda ölenlerin adına ağaç dikiyorlar, benim için de dikerler, kısa yoldan bir dikili ağacım da olur fena olmaz ha!" muhasebesini de yaptım, hemen birilerinin arkasına geçtim. Hayır otobüs çarparsa önce onlara çarpsın ki ben kendimi kurtarayım. İşte felaket zamanlarının ruh hali böyle birşey azizim, çıkarcılık had safhada.
Gelen otobüs sayısı az ve içleri öyle dolu ki, tek başına bindiğinde iki kişi inme ihtimalin çok fazla. Benim evin oraya giden iki tane otobüse sırf çok dolular diye binmedim. Binmedim de iyi mi oldu, yarım saat sırf kendi kendimle inatlaştığım için durakta o soğukta bekledim. Başka bir otobüs gelmeseydi, sanırım sol elimi ve ayak parmaklarımı kaybedebilirdim. Bindim otobüse ama bu seferde benim güvenli bölge dolu (otobüslerde güvenli bölge: ortadaki kapının hemen karşısında yer alan, kısmen içerlek alan. Kenarlarda tutacak ince demirler olduğu için kimseyle muhatap olmadan güvenli bir şekilde yolculuk yapma alanı. Otobüsün içinde sallanan plastik tutacaklara tutunup, şoförün her fren yapışında maymun gibi ordan oraya savrulmanın yaşanmadığı minik mutluluk alanı). Kaldım mı plastik tutacaklara. Sol elimde, başka gün alsam olmaz sanki, yeni aldığım kitapların  poşeti, sağ elimle plastik tutacağı tutuyorum. Bir yandan da zaten yamula yamula giden otobüsün içinde savrulmamaya çalışmak için kendimi sıkıyorum. Bütün bunların üstüne bir de burnum akmaya başlamaz mı? Selpak teee çantanın dibinde. Ellerimi bıraksam yandaki amcaya kafadan giricem bırakmasam sümüğüm Avni gibi burnumdan aşağıya inecek tüm karizma yerle bir olacak. Bu sefer jimnastikteki becerilerimi sergileyip çantadan selpağımı çıkardım. O işi de hallettim.
Sonunda bir otobüs dolusu ağzı kokan (diş macunu reklamları boşuna yapılıyor) insanla olan yolculuğum sona erdi. Durakta inebilmeyi başarınca eve doğru geyşa stili deparımı attım. Yolda vızır vızır kayan arabaları izlemek pek bir eğlenceli ve aynı zamanda da öğretici oldu. Karda, araba ile yapılmaması gereken on kusurlu hareketi de öğrenmiş oldum sayelerinde.
Deli dürttü yollara çıktım ama itiraf ediyorum, dönüşte tırstım. Kadıköy'de kalacakmışım, eve dönemeyecekmişim gibi geldi bir an. Bir daha ki seferimde yanıma işaret fişeği almayı düşünüyorum. Ne olur ne olmaz.

28 Ocak 2012 Cumartesi

günler geliiiir geçeeeer

Son birkaç haftadır, hadi daha kesin bir zaman vereyim, şu aptal tezi bitirdiğimden beri günler rolantide gidiyor. Ruhumda bir boşluk, halsizlik, boşvermişlik, kendini salmışlık, bıkkınlık vs. vs. var. Canımı birşeylere sıkmaya bile üşeniyorum o halde bir acayip ruh durumu. Kardan falan mı acaba? Yoksa annemin burada olmasından ve herşeyi ona endeksleyip başka birşey yapamamanın verdiği sıkıntımı. Yaw ne bileyim işte böyle anlamsız bir ruh hali. Geçer gider herhalde. Velhasıl blog benim pek tadım yok. Bu da böyle biline şimdilik.

25 Ocak 2012 Çarşamba

you sigh alone

Başlığı bir süre önce koluma dövme yaptıracağımı söylediğim zaman, arkadaşımın biri "sürekli bu yazıya bakıp, olumsuz şeyler düşünür, negatif enerji çağırırsın" mealinden bir şeyler söylemişti. Her zaman yaptığım gibi onu dinlemiştim. Ama şimdi bakıyorum da bu yazıya bakıp aslında asla unutmamam gereken bir şeyi hatırlamam ve ayağımı ona göre denk almam lazımmış. "Tek başına nefes alırsın!" anlamına geliyor bu kısacık cümle. Öyle ya doğarken teksin, ölürken de öyle. Tek başına dünyaya geliyorsun, elini tuttuğun biri yok, sana arkadan destek olan yok. Becerebiliyorsan çıkıyorsun delikten yoksa, doktorun neşteri açıveriyor sana bir delik, oradan yine tek başına; "merhaba dünya!"diyorsun. Aradan -artık sana ne kadar süre verildiyse- geçen zamanda da annem, babam, kardeşim, eşim, çocuğum, arkadaşım, dostum diye bilinçaltında gruplandırdığın kişilerin sana yarenlik ettiğini sanıyorsun. Unutuveriyorsun hepsinin hiç acımadan, satıvereceklerini ya da öylece seni ortada bırakıvereceklerini. Gün geliyor bir bakıyorsun kalıvermişsin ortada, yapayalnız. Yine güveneceğin bir kendin varsın. Yine kendi kendine sıvazlayacaksın omzunu, yine kendin sileceksin gözyaşını, yine kendin güleceksin başına gelen güzel şeylere ve yine kendin saracaksın yaralarını. Yok ki başkası. Her şey bir yere kadarmış, arkadaşlık da dostluk da, annelik de, babalık da, kardeşlik de, sevgililik de, karı koca olmak da. Hepsinin sonu "portakal orda kal!"mış, hepsinin sevgisi kısa ömürlüymüş.
Şimdi artık koluna mı, bacağına mı, kalbine mi, nerene kazırsan kazı da unutma!; "you sigh alone!"

18 Ocak 2012 Çarşamba

bilmece bulamamaca


Geçen sene biten Ezel diye bir dizi vardı. Bilen bilir, bilmeyen googlelasın işte. Ama özetle tam bir kedi fare oyunu kimin eli kimin cebinde dizisiydi. Kim kimdir, kimin kiminle ilişkisi var bir türlü anlamak mümkün olmuyordu. Birini iyi bir insan sanırken aslında ne kadar hesapçı kitapçı olduğunu görüyorduk. Her bölümde ruh halleri değişen karakterler ile bizim de ruh halimiz değişiyordu. Hadi o diziydi, etkisi üç beş gün içinde geçiyordu da yaşadığımız ülkenin ikliminin o dizi gibi olmasına ne demeli. Kimin eli kimin cebinde, kimin kimle bağlantısı var bir türlü bilemiyoruz, bulamıyoruz. Bir tür bilmece bulamamaca hali içersindeyiz.
Bir ülkede insanın hiç mi güveneceği bir merci olmaz. Kapı gibi deliller varken, "hadi canım! yok öyle birşey, örgüt işi değil" diyebilen, nasıl adil bir kurum olabilir. Bir sürü hakkını arayan, konuşma hakkını kullanan, bildiği doğruları söylemek isteyen gazeteci, öğrenci hapishanelerde sürünürken, göz göre göre, o kadar kanıta delile rağmen pişkin pişkin katilleri serbest bırakmak hangi akla mantığa sığar, bir bilen varsa bize söylesin.
umutsuz ve çaresizdik zaten bir de bunun üstüne anlamsızca katilleri, üçkağıtçıları, bilumum kötü insanı serbest bırakarak, utancı da sırtımıza yüklediler.

16 Ocak 2012 Pazartesi

kurtuluş son durak


Bu hafta okullar nihayet ara yıl tatiline giriyor ya, bütün veliler haldır haldır çocuklarına aktivite bulma telaşına girdi. Malum çocuklar iki hafta evde olacak, onları zaptetmek lazım. Ben küçükken hiç böyle atraksiyon olayları yoktu. Şubat tatili demek ya anneanneye gitmek demekti bizim için ya da evde çalışma masasını düzeltmek, çizgi film seyretmek, biraz yan gelip yatmaktı. Şimdikilere atraksiyon beğendiremiyorsun. Oradan oraya koşturuyor veliler peşlerinde de çocukları dilleri bir karış dışarda. Hafta içi hafta sonu demeden hep hareket hep hareket. Yazık yahu. Ben onları izlerken yoruluyorum.
Neyse herkes çocuğuna hareket arıyor ya tatilde ben de anneme arıyorum. Geçen hafta okuldan izinliydim. Mutfağa gitmediğim zamanlarda annem yemek, temizlik, ütü, çamaşır gibi bilumum aktivitelerinin dışında farklı birşeylerle uğraşsın diye dışarı çıkardım, beraber dolaştık. Dün de eve yakın sinemada "Kurtuluş Son Durak" filmini görmeye gittik.
Gazetelerde film görücüye çıkasıya yayınlanan yorumları, röportajları okumuş, uyduruk, her sahnesinde mesaj kaygısı güden bir film olduğunu düşünmüştüm. Bu nedenle "nasılsa televizyonda yayınlanır, o zaman izlerim" diyerek, biraz burun kıvırmıştım. Ne zaman Radikal'de Koray Çalışkan'nın film ile ilgili yazısını okudum, o zaman fikrim değişti. Annem de kendisine sunduğum seçeneklerden bu filmi seçince, gittik.
Hemen söyleyeyim; bu filmi izleyin, izlettirin. Evet kadına şiddete karşı bir film olduğu için izleyin, izlettirin. Hepimizin doğrudan ya da dolaylı sürekli şiddete maruz kaldığımız bu ülkede belki biraz sesimizi çıkarmak belki de olayların biraz daha farkına varabilmek adına bu film izlenmeli. Hiçte benim düşündüğüm gibi mesaj kaygılı aman şuraya da şunu sıkıştırayım bunu sokayım tarzında bir film olmamış ya da kadınların çektikleri acılar, sevimsiz bir duygu sömürüsüyle izleyenlerin burnuna sokulup, kimse irite edilmemiş. Aksine su gibi akıp giden, eğlenceli, farklı tarzları olan kadınların biraraya nasıl geldiklerini ve birbirlerine nasıl güzel yaslandıklarını anlatan yumuşacık bir film olmuş. "Kurtuluş Son Durak" bana Almodavar'ın filmlerini, oradaki kadın karakterleri hatırlattı. Belki biraz Belçim Bilgin, yıl sonu müsameresi ya da tiyatro son sınıf oyunun da oynuyormuş gibi oynamasaydı, daha doyurucu olabilirdi, kadronun aksayan ayağı o bence. Kendisini seviyorum ama bazı sahnelerde rol yaptığı o kadar belliydi ki, insanın canı sıkıldı. Oyuncuların hepsi zaten yıllardır tiyatrodan ve dizilerden tanıdığımız bildiğimiz oyuncular. Hiçbirine laf yok, gayet doğal ve rahat oynuyorlar.
Film boyunca sürekli "acaba gerçekten böyle bir dayanışma gerçekleşebilir mi?" diye düşünmeden edemedim. Biraz da kadınların o arkadaşlığını, sevgisini, birbirlerine olan sadakatini kıskandım. Artık günümüzde bırak erkeklerin kadınları gerçekten sevmesini, sadık olmasını; kadın kadını gerçekten sevmiyor, arkadaş olarak sadık kalmıyor, aramıyor sormuyor.
Dedim ya gidin bu filmi izleyin. Bol bol gülün ama bir yandan da düşünün ve karanlığa itildiğimiz şu günlerde bari sesimizi çıkararak gömülelim karanlığa.*


*Söz bana ait değil. Dün Yıldırım Türker köşesinde yazmış. Bunu da mutlaka okuyun.

11 Ocak 2012 Çarşamba

aklıma gelenler

-yazacak konu gelmiyor aklıma....
-mutfakta bugün nasıl bir tepsi dolusu bruchettayı yaktığımı anlatayım. yok yok pizza bölümünün elektrikli göstergesine yanlışlıkla çayımın nasıl döküldüğünü ve daha sabah değişen yesyeni gösterge parçasının nasıl yandığını ve akşamüzeri nasıl tekrar değiştirildiğini ve de benim mutfağın ortasında nasıl oturup ağladığımı mı yazayım. (aslında çayı da ben dökmedim. ö. usta acele etti, fırındakileri çıkarırken. ikimiz el birliği ile döktük çayı. artık yanan bir tepsi bruchettaya mı göstergeye mi ya da toptan herşeye mi ağladım ben de bilmiyorum. ya neyse ağladım işte hem de koca koca gözyaşlarımı yanaklarımdan yuvarlayarak. (rezil ben!!!)
-bu hafta izinliydim. haftanın ortası geldi. yok tezdi yok kardeşin taşınmasıydı yok anneyle ilgilen yok restorana git, yarısı bitti bile iznin. hadi bunun için bunalıma gir. hiç bunalıma girme havamda değilim. izin bu biter.
-beş sene içinde izmir'e nasıl taşınabilirim. aslında bir cesaret şimdi de giderim de ne bekliyorum ki. amaaan iş olayı kasıyor beni, ufff!!!!! yok ales'e gir yok kpds yok ods yok ogs....şimdilik oturayım oturduğum yerde. ama izmir'e taşınsam yaz gelince alaçatıya giderim, ayvalığa giderim hiçbir yer olmadı bizim yazlığa giderim. hepsi topu topu iki saat. ama üçkağıtçı amca olayını ne yapıcam? izmir'de maaile bana dadanırlar. hmmm konu çatallı kalsın.
-yaw ben aldığım kitapları okumaya yetişemiyorum milllet habire kitap yazıyor. hızlı okuma kursuna mı gitsem.
-yarın pijamalarımı hiç çıkarmıyacağım. bütün gün evde dolap yerleştiricem (dolap yerleştirip kafa dağıtan bir ben miyim). bir de önce sabah programı sonra derya baykal sonra evlilik programı izlicem kana kana (kendime eziyette sınır yok).
-uyku düzenimi de bozdum. gece kuşu oldum iyi mi? haftaya kalkamıcam sabahları. of pof afra tafra.

şştttt şşttt küçük hanım! küçük hanım!

Eski bir Türk filmiydi. Türk filmi olduğuna eminim de başrolünde Türkan Şoray mı Fatma Girik mi oynuyor pek emin değilim. Galiba birisi Türkan / Fatma'yı delirtmeye çalışıyordu. Aklımda film ile ilgili kalan tek sahne Türkan / Fatma'nın gaipten "şştttt küçük hanım! küçük hanım" diye birinin seslendiğini duyması, korku dolu gözlerle sağa sola bakınması, dudaklarını titretmesi (bu tanım Türkan Şoray'a uyuyor), bazı sahnelerde ellerini kaldırması falan filan. Filmin sonunda delirdi mi delirmedi mi bilmiyorum ama ben biraz daha şu meşhuuuur tezimi bitirmeyip, sallamaya devam etseydim, delirecektim.
Yaw ne sancılı işmiş bu! Bazen yeni kitabı çıkan yazarlarla yapılan röportajlarda, yazar; "Çok sancılı bir süreçti, hala acı çekiyorum" falan der. Ben anlamazdım, "Yahu zaten elli beş tane kitabın var. Adın dillerde ne diye acı çekiyorsun, yazmak senin için bebek işi" derdim. Ama öyle değilmiş. Hakkaten acı çekiyormuşsun. Savunduğun bir fikir var ve bunu topu topu tek bir cümle ile söyleyebilirsin ama yok bin dereden su getirmen, "dünya bir toz bulutuydu" diye başlaman ve bu fikrinin doğruluğunu ispatlaman için delil toplaman gerekiyor. Ben zaten gitmiş olmadık bir konuyu seçmişim, bu konuyu benim gibi çalışan yok, önümde örnek yok, daha önce yapılmış tez yok ve sanırım böyle bir fikir yok, otur bir de bunun kaynağını topla. Valla bin dereden su getirmek daha kolay olurdu herhalde. En azından suların yeri yurdu az buçuk bellidir.
Bu işi uzun süredir sallayınca vicdanla diş ağrısı kıvamında bir ruh hali oluştu bende. Evde oturup felekten keyifli bir gün geçirmek istiyorum di mi? Geçiyorum televizyonun karşısına ya da mutfağa giriyorum birşeyler pişirmeye, bir anda gaipten gelen ensemdeki o ses başlıyor: "şttt! şşşşttt! senin tezin var! tezin var!" ya da arkadaşlarımla bir yere gitmişiz, oturuyoruz kakarakikiri, birden yine o sesi duymaya başlıyorum; "şşştttt! şşşttt! senin tezin var! tezin var!". Böyle aniden ruh halim değişiyor, Türkan kıvamına geliyorum, gözlerim matlaşıyor, dudaklarım titremeye başlıyor, kalkıp geliyorum eve. Oturup bir iki sayfa bir şey yazıyorum ama içim yine kıpır kıpır. Vicdan azabı ile diş ağrısı karışımı bir ruh hali.
Offf neyse sonunda "kızım deliriyorsun! kır poponu otur yan apartman manzaralı çalışma masana, yaz şu tezini sonra artık içindeki Derya Baykal'ı mı ortaya çıkarırsın, lokma yapıp apartmana mı dağıtırsın yoksa hiçbir şey yapmayıp deli gibi televizyon seyredip çekirdek mi çitlersin ne yaparsan yaparsın ama bitir şunu" dedim kendi kendime ve aynen uyguladım dediğimi ve bugün de tezim olacak ince kitaptan hallice şeyi teslim ettim tez hocama. Bundan sonra artık beğenir mi beğenmez mi, ne olur bilmem. Ama içim bir rahat, bir ferah. Şimdi içimdeki Derya Baykal'ı çıkarmadan önce koskocaman bir trambolin arıyorum. Şöyle dertsiz tasasız bir zıplayayım, hoplayayım diye.

5 Ocak 2012 Perşembe

tak tak takıntı

Böyle bir anda geliveriyor. Nedensiz, apansız. Hiç işaret vermeden. Sivrisinek gibi, nerden geldiği, neden geldiği bilinmeyen ve yapışkan birşey. Kurtulması zor oluyor. Takıntı işte dedim ya sivrisinek gibi kurtul kurtulabilirsen.
Küçükken bir süre el yıkama takıntım vardı. Nedenini hatırlamıyorum ama sürekli ellerimi yıkardım. Sonra geldiği gibi kayboldu gitti el yıkama takıntısı. Bir ara yolda yürürken yer karoları hani birleşip büyük kareler oluşturur ya meydanlarda kaldırımlarda falan onlara basmadan yürümeye çalışır, bir de üstüne üstlük kaç kare var onları saymaya çalışırdım. Ama günün birinde kafam önde giderken sokak lambasına toslayınca vazgeçtim yerlere bakmaktan. Bir süre de kırmızı volkswagenları saydım ama bunun nedenini biliyorum. Lisedeyken 100 tane kırmızı volkswagen sayarsan dileğin gerçekleşir diye bir geyik çıkmıştı. Ben de o zamanlar beğendiğim çocukla çıkayım diye 100 tane volkswagen bulmaya çalıştım. Buldum da ama çocukla çıkmak için hevesim kalmadı, salakmış zaten.
Durduk yerde aklıma gelmedi bu takıntı meselesi. Geçen gün servisle okula giderken arkamda oturan kadın katır kutur elma yedi. Yesin birşey demiyorum ama elmayı ısırdıkça beni ısırdı sanki. Bütün elmayı beraber yedik. Isırıyor sonra ağzının içinde katır kutur yiyiyor. Takıldım ben bu sese. Hayır uykum var, uyuyamıyorum çünkü elma yiyiyoruz. Evet biliyorum bütün elmayı ısıra ısıra yemek gürültülü birşey ama ben yemek yenirken ağzın içinden çıkan sese takığım bu aralar. Bu sabahta kahvaltı ederken annemin ekmeği ısırışı beni hasta etti. Yazık kadıncağız bir şey yapmıyor, sakin sakin kızarmış ekmeğini yiyiyor ama benim içim gıcıklandı.
Nasıl anlatsam bilmiyorum ki. Bir dikkat edin, yemek yiyen ya da su içen birini dinleyin. Ağzın içinden ağız kapalı olduğu halde acayip ses geliyor. Çok fena. Bir takılırsanız benim gibi karşınızdaki ya da arkanızdaki birşey yerken delirecek gibi oluyorsunuz. Katıt kutur çıtır pıtır ham hüm gulp gulp diye garip garip sesler geliyor.
Yok yok bir başım ağrıdı dedim ya beynim yerinden oynadı yeni takıntı sahibi oldum, geçmiş olsun.

4 Ocak 2012 Çarşamba

a road story- episode 2

Nerde kalmıştık? Haa tamam benim yılbaşı hikayemde. Bugün bu hikayenin ikinci ve son bölümüne geldik. Aradaki iki günde koca bir yorgunluk ve beynimi sallayan ( sanırım bu başağrısından sonra beynim yerinden oynadı ve daha fazla gerizekalı oldum ben) felaket bir başağrısı girdiği için hikayenin devamı geç geldi.
Neyse... yılbaşı seyahatim otogarda havalara fırlatılan asker adayı gencin ne zaman yere çakılacağı stresi ile başladı. Her klasik asker uğurlamasında olduğu gibi çocuğu uğurlamaya gelen bir sürü kişinin içinde bayan akrabalar salya sümük ağlarken, beyler kaşla göz arasında çocuğu yaka paça yakaladılar, bir anda otobüsün önünde halka oluşturup, başladılar çocuğu havaya fırlatıp tutmaya. Biz lisedeyken sınıfta erkekler yaparlardı bunu. Bir keresinde havaya fırlattıkları bir arkadaşımızı tutmamışlardı, çocuk küt diye yere çakıldı. Aynısı bu asker adayı çocukta da olacak diye şahsen benim yüreğim ağzıma geldi.
Otogarda acemi askerden başka bir de her mevsim illa otogarda olan gitarlı çocuklardan da vardı. Bunlar böyle mevsimlik işçi gibi ne zaman hangi sezon olursa olsun illa otogarlarda bulunuyor. Hadi yazın anladım çalışma mekanınız sahiller, kumsallar da kışın nerde çalarsınız yaw?
Dönüşte ise otogar öğrenci kaynıyordu. Biraz dikkatli bakılınca üniversitede kıdemli olanlarla ilk senesi olanlar şıp diye ayrılıveriyor. Kıdemliler elini kolu sallaya sallaya ya da aynı memleketten sevgili yaptıysa sevgilisiyle dönüş yoluna geçmiş. Acemi yeni yetmeler ise dönüş sonrasına konan (evet ya! inat gibi acımasız hocalar ya bayram tatilinin ya da yılbaşı tatilinin arkasına final koyardı ben üniversitedeyken de. Tatil burnundan gelir insanın. Şööle yayıla yayıla tatil yapamazsın. Hele bizim gibi tatilin "t"si başlayınca pılıyı pırtı toplayıp, memlekete anneanne ziyaretine gelenlerdenseniz, daima valizlerin yanında çalışılacak derslerin kitaplarının olduğu bir çantada olur.) finallere çalışmaktaydılar otobüsün içinde. Çaprazımda oturan kız yol boyunca mır mır birşey ezberledi. Kendimi tutmasam "hadi ver defterini, sana soru sorayım!" diyecektim. Çok merak ettim ne çalıştı.
Bir de acemi üniversite ebeveyni durumu çok gözüme çarptı. Onlar da ayrı bir alem. Çocuklarından daha heyecanlılar. Bence üniversiteye çocuk yollamak anne babanın sünnet falan yoksa ilk mürveti. Nasıl heyecanlılar. Anne baba birlikte çocuğu uğurlamaya gelmişse, daha otobüs terminale gelir gelmez, şoför arabayı durdurmadan anneler valizleri yükleniyor, çekiştire çekiştire otobüse doğru hamle ederken, babalar da (hepsinde aynı pozisyon mu olur yaw! İstisnasız hepsi, elleri ceplerinde bavulla beraber yuvarlanmak üzere olan hevesli annenin ardından yürüyüp, havalara bakmakta. Anneye yardım etmek hiç akıllarına gelmiyor. Bu kadar mı rahatlık olur yahu! Kadın düşecek zaten otobüs kaçacak diye heyecanlı, bak kaldıramıyor da içi temiz çamaşır, yiyecek içecek dolu bavulu. Tut ucundan ama yok! Hepsi aynı bunların. Benim babamda öyleydi. Annem bavulu çekiştirir, babam seyrederdi.) böyle alık alık etrafı seyrediyordu. Sanırım anneler o bavulların içine temiz çamaşırlar ile bütün umutlarını da koyuyorlar ve eğer o bavulu çocukları ile o otobüse yetiştiremezlerse, bütün umutlarını yitirmekten korkuyorlar da ondan bu kadar telaşlı ve heyecanlılar.
Yaa işte böyle yılbaşı otogar gözlemleri. Arada böyle toplu taşıma araçları ile yolculuk etmek iyi oluyor. Hem artık konuşma heveslisi yan koltukçularda yok. Herkes kendi aleminde. Bakıyorlar siz ya pencereden dışarıyı seyrediyorsunuz ya da iphonunuza gömülmüş oyun oynuyorsunuz, takıyorlar kulaklıkları başlıyorlar film seyretmeye.

1 Ocak 2012 Pazar

a road story- episode 1

Daha başından belliydi. Ne kimse "yılbaşında ne yapıyorsun?" diye sordu ne de ben ortaya "yılbaşında ne yapacaksınız?" zarfını attım. Zaten geçen seneden kafaya koymuştum, bu sene yılbaşında annemle birlikte ptt modunda takılmayı. Fena mı oldu? Yoooo. Dokuz kişilik kalabalık bir sofrada her ne kadar yemekler (mezeler, ara sıcaklar, salatalar ve ana yemek) yarım saatte bir piranha sürüsünü bile kıskandıracak hızda yenilse de pek eğlenceli idi. Masaya damgasını vuran küçük teyzemin kolonoskopi yaptırmak için üç ampul anestezi iğnesi alıp anca bayılması ve ayıldığında da bir sarhoştan farksızken yaptığı hareketlerdi. Tabii teyzemin anestezi altında gördüğü ışıklar ve o ışıkların birleşip bir köşk haline gelme hikayesi hepimizi karnımıza ağrı sokacak kadar güldürdü. (Hikayeyi burada anlatmıyorum çünkü teyzemin anlatışını ve anlatırken yaptığı hareketleri görmeniz lazım.)Tabii biz çok maharetli bir aile olduğumuz için gülme ve yeme eylemlerini aynı anda yaptık. Mazallah hindili pilavı önümüzden biri götürebilirdi. Velhasıl ışık hızı ile yenilen yemek ve tatlı ve ardından içilen kahvelerle on buçuk gibi gecemiz sonlandı. Malum yaş ortalamasının 60 olduğu bir grupta kısalar (gözler) erken yakılır. Annemle eve dönüp TV8'deki Halil Sezai konserini izledik. Valla anlamadım adam bir anda pıtlak gibi çıktı ortaya, romantik serseri mode on! Evet uzun süre Demet Akalın'nın şarkı sözlerinden tahrip olmuş beynimize Halil Sezai sözleri iyi geldi ama onunda her şarkısındaki "uzat uzatabildiğin kadar sesli harfleri ve son heceleri" havası da (bakınız Halil pıtlak Sezai şarkılarının sonları: isyaaaaaeeeeeennnn, üşürkeeeeenaaaannn, ağlarkeeeeeaaaaaannnn) bir süre sonra kusma hissi yaratıyor. Eğer ben uzatmalara takılmam diyorsanız, bu yağmurlu havalarda elde şarap şömine önü fon müziği olabilir. Neyse bulmuşum bedava konser, kaçırmam hesabı, yeni çıkan cd'sindeki (ve benim son bir haftadır sürekli arabada dinlediğim) şarkıları bir bir söyledi. Ben de onların eşliğinde -bilemediniz şarap falan içmedim- örgü ördüm. Evet, domestik mode tavanda!!! Neyse ne öyle istedi canım!!! Bu sene böyle "no beklenti!!" (Aaaa bu yine Okan Bayülgen'nin programına katılmış gerzek seksi bir kızımızın Dj Bay J'ye kıl olup Don't Muhatap!! demesine benzedi. O zaman düzeltelim hemen yoksa şimdi bir de İngilizce hocası olucan beklentiyi bilmiyo musun? diye başlarlar. Doğrusu "No expectancy!!"). Bu hafta bir terslik olmazsa tezi de bitirip, teslim ediyorum, ay sonunda da sunuyorum sonra içimdeki Derya Baykal'ı özgür bırakıcam. Artık kedilerin patilerine patik de örerim.
Gecenin sonunda konser bitti, ördüğüm atkıda oldukça ilerledim, "hadi" dedim "yat en iyisi, saat olmuş iki buçuk. Normalde saatler öncesinden kendini uyku moduna alan bünye bana mısın demiyor, hani sabaha kadar örelim desem olur diyecek. Öyle bir örme aşkı. Zorla yattım ama uykum yok. Kitap da okuyamıyorum, gece lambası annemin tarafında benim tarafta lamba var ama fişi takılı değil. Fiş uzakta. Bütün teçhizatı kurmaya kalksam sabah ezanı olacak. Of pof afra tafra yapa yapa Ali baba'nın çifliğindekileri saymaya başladım. Galiba     çiflikteki inek nüfusunu ikinciye sayarken uyumuşum.

*A road story( Bir Yol Hikayesi- bölüm bir): e haliyle yeni yılın ilk yazısı olunca konunun yol ile ilgili kısmına henüz gelinemedi ama benim bu kez uykum geldi. Hem yarın okulda sınav yapıyoruz. Yeni yıl sonrası sınav yapan kalleş hocalar birliği saygıyla sunar. Arkası yarın.