24 Şubat 2011 Perşembe

ne bu ya!!!

En sonunda bu da oldu. Dünyanın çivisi çıktı. Önce Tunus, Mısır derken şimdi de Libya. Mısır patlağı gibi patır patır patlamaktalar. Hayır anlamıyorum daha doğrusu çok merak ediyorum kim verdi bunlara gazı? senelerdir sessiz sakin yaşayıp giderken ne oldu da oldu bunlar "özgürlük, eşitlik, adalet" şarkıları söylemeye başladılar. Yanlış anlaşılmasın, sonuna kadar arkalarındayım da dedim ya merak ediyorum kim ne için hangi plan doğrultusunda ve hangi çıkarı için düğmeye bastı.
Çok enteresan günler geçiriyoruz. Torunlarımıza anlatacak bizim olmasa bile başka diyarların devrim öyküleri var. Umarım özgürlük için direniş gösterenler en kısa sürede istediklerine kavuşurlar.

21 Şubat 2011 Pazartesi

msa güncesi 1



Ne zamandır elim gitmedi, yazmak istemedim. Zaten yazdıklarım pek de iç açıcı, şöyle iştah kabartıcı şeyler değil son zamanlarda. Anlayacağınız yavan, özensiz ara sıcaklarla geçiştirmek istemedim. Bugün biraz biraz eski formuma girecek ruh haline büründüm sanki. Neyse gelelim fasulyenin faydalarına..
Efenim bilmem daha önceki yazılardan aklınızda kaldı mı? Bendeniz Mutfak Sanatları Akademisindeki profesyonel aşçılık kurslarına başladım. Haftasonları cumartesi pazar sabahtan akşama kadar oradayım. Bu haftasonu üçüncü haftamızı bitirdik. Gönül şu geçen üç haftayı hemen sıcağı sıcağına yazmak isterdi ama malum hırsız mırsız olayları sevincimi kursağımda bıraktı (eşşşek seni gidi hırsız!). Hemen kısa bir özet geçecek olursam ilk hafta beslenme, maliyet hesabı, mutfak ekipmanları, menü planlama, tabak sunumu vs. gibi pek çok konuda teorik bilgiler aldık. Meğer bir mutfak ne kadar komplike bir yermiş. Evet evde de kendi çapımızda maliyet hesabı, depolama, menü planlama vs. yapıyoruz ama bizim yaptıklarımızın hiçbiri bayıla bayıla yemek yediğimiz, garson beş dakika yemeğimizi geç getirse surat astığımız restoranlarda daha karmaşık ve ciddi bir şekilde yapılmaktaymış.
Üç haftayı geride bıraktık ama şimdiden yediğim yemeklere daha farklı bakar oldum. Artık önüme gelen tabağın sunumuna, garnitürlerin nasıl ve nereye yerleştirildiğine bakmadan yemeğime saldırmıyorum. Öğrendiklerimin ışığında hemen "hmmm sosu şöyle dökmüş yemeği böyle yerleştirmiş" diye bakıp kafama kazıyıp öyle yumuluyorum tabağa. Hem artık sadece dışarıdaki mutfaklara değil kendi mutfağıma da daha eleştirel gözle bakmaya başladım. En kısa sürede tahta kaşıklarımdan kurtulacağım mesela çünkü tahta kaşık ve kesme aletleri potansiyel çapraz bulaşma alanları yani bakteriler tahta kaşık ya da yüzey vasıtası ile başka bir yüzeye kolayca geçebiliyor.
İlk hafta teorik derslerin ardından ik haftadır kemik, balık, tavuk ve sebze suları ve soslarla bağlayıcılarla uğraşıp durduk. Sanırım mutfağımda bundan böyle hep kemik suyu, tavuk ve sebze olacak. Bu hafta denediğimiz sosları evde de yapacağım çünkü sınıfta istediğim gibi yapamadım ve yapılışlarının iyice aklımda kalabilmesi için sürekli tekrar etmem gerek.
Sınıftakilere gelince herkes şimdilik ürkek, titrek ve çekingen. Hepimiz ortama alışmaya çalışıyoruz anlaşılan. Girdiğimiz bu zorlu yolda elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz ama şurası bir gerçek ki evde pişirdiğimiz ymekeler ve yapış biçimlerimiz bize burada öğretilenlerin yanında oldukça uydurmasyon kalıyor. Utanıyorum valla "ha evet onu evde çok pişirirdim" demeye çünkü ben hiç onlar gibi yapmıyormuşum.
Neyse yolumuz uzun ve çetin. Sanki bütün ömrünüz orada yapmaya çalıştığınız sosun kıvamının tutup tutmamasına bağlıymışcasına büyük bir umutla önünüzdeki tencereye bakıp durmak çok garip ama aynı zamanda çok da heyecanlı. O sosu tuturduğunuz anda duyduğunuz gurur ve sevinç başka birşey. Keşke seneleri on sene kadar geriye alıp bu işe daha önce girebilsem. Ne güzel olurdu!

11 Şubat 2011 Cuma

işte böyle...

"Artık gelecek planlarımı hayattan gizli yapıyorum. Sanki hayat, işini gücünü bırakıp planlarımı bozmak için herşeyi yapıyor." 

                                                Oğuz Atay


Oğuz Atay, tarif etmiş işte beni. Ötesi yok.

7 Şubat 2011 Pazartesi

hacıyatmaz

Aslında size cumaretesi pazar Mutfak Sanatları akademisinde ne kadar güzel zaman geçirdiğimi ya da ünlü biri olunca cenazesine gidenlerin bir mikrofon ve kamera görünce nasıl da o insanı sevdiklerini, yakın olduklarını falan filan anlatıp ölen ünlü kişi üzerinden nasıl prim yapmaya çalıştıklarını (bkz. Defne Joy ölümü ve cenazesine gelenlerin söyledikleri, tv'ye çıkanların söyledikleri vs.vs.) veya yılların gazetecisi oldukları için ölmüş ölmemiş, tanıdık tanımadık herkes hakkında atıp tutarak ahlak bekçiliği yapmaya kalkan lafta kurt ama bence sübyancı (bknz. Hıncal Uluç Ece Gürsel) gazeteci duayenlerle ilgili yazı(lar) yazacaktım. Amma velakin cumartesi bizi ziyaret eden hırsız herşeyimi çaldığı gibi yazı konularımı da çaldı.
İnsan zamanında boş boş konuşabiliyor. "ayyy ben ölüye bakmam, ayyy hırsız giren evde oturamam, eve giremem." Ama başına gelince gerekirse ölüyü de kucaklıyor, hırsızın talan ettiği yatak odasındaki dolapları ve çekmeceleri sakin sakin toplayıp, birkaç saat önce tarumar ettiği yatakta yatabiliyor.
Cumartesi evden çıkarken ve neşe içinde eve dönerken aklımdan geçenlerin hiçbirinde apartmana girdiğimde canhıraş bağıran kedinin benim evin yolunu bulmaya çalışan minik kedim olacağını, evimin kapısının kırılmış ve sonuna kadar açık bir vaziyette her türlü saldırıya açık belki saatlerdir o halde durmuş olacağını ve yatak odamın savaş alanına dönmüş, biriktirdiğim paraların, değerli olan olmayan bütün takılarımın yerinde değil yeller fırtınalar estiğini ve takı kutularının komodinin üstüne saçılmış, yatağımın altındaki bazada bulunan bütün hurçların darma duman bir halde ortalığa saçılmış olacağı elbette aklımda geçmiyordu.
Cumartesi günü artık ne zaman yaptıysa hırsızın biri bana yine keskin bir viraj döndürdü. Alın terimle, gecelerin bilmem kaçına kadar nefes tüketip kazandığım ve hastalıkda sağlıkda bir kenarda dursun ne olur ne olmaz diyerek biriktirdiğim, harcamaya kıyamadığım paralarımı, bilgisayarımı ve en önemlisi de bana annemden ve babacığımdan yadigar kalan takılarımı çalarak emeğimi ama en  önemlisi de anılarımı çaldı. Hiçbirşeyim yok artık.
Hacıyatmaz gibi hissediyorum kendimi, gelen giden vuruyor ben de inadına ayağa kalkıyorum.
Ama yoruldum artık.

2 Şubat 2011 Çarşamba

.........



Söyleyecek hiçbir şey bulamıyorum. Her gün her gün bu hayat beni şaşırtmaya devam ediyor. Sabah sabah kafanda binbir türlü şeyle uyanıp, bu da böyle olsun şu da şöyle olsun derken güm! diye umulmadık bir olay bir haber herşeyi değiştirip, insanın aklını başından alıyor. Sabah Defne Joy'un ölüm haberini almak ben de koskocaman bir şok etkisi yarattı. Gençliğimden beri televizyondan takip ettiğim, "yaw bu kızda ne enerji var, aslında daha iyi şeyler yapabilir ama galiba kendini gösteremiyor" dediğim, en son şu gerzek dans yarışmasında enerjinin ve komikliğin dozunu azıcık kaçırdığını düşündüğüm ama içten içe de sevdiğim birinin ölümü aklımı başımdan aldı. Ama herşeyden çok ona en çok ihtiyacı olan zamanda bırakıp gidiverdiği oğluna üzüldüm.
Of ya hayat sen ne biçim birşeysin!

1 Şubat 2011 Salı

şıpadanak


Yeni yılın ikinci ve en kısa ayına hoşgeldiniz. Şıpdanak geçecek günler ve geceler sizleri bekliyor. Daha siz "ayın biri cep delik cepken delik" diyesiye kalmadan geçecek ve üçüncü ay başlayacak, en kısa sürede ay başına ve hemencecik uçup gidecek bir tomar paraya kısa sürede ulaşacaksınız.
Efenim yeni yılın birinci ayının kısa bir değerlendirmesini yaparak girelim bu yeni aya.
Geçtiğimiz ay yeni bir yıla daha girmenin ve kafadaki hesapların iyice karışmasının ayı oldu. Zira beden yaşı 25'i, el hesabına ve hastanedeki tahlil laboratuarının yaş hanesine göre 34'ü, matematiksel olarak 35'i gösteren biri olarak anladım ki kadınlar bir yerden sonra hep aynı yaşı söylemekte haklılar. Ben 35'i seçtim. Bundan sonraki elli senede yaşım hep 35. Yuvarlak hesap işte o kadar. Neyse yaşlandıkça yaş mevzuu ve kırışıklıklar ana konum olmaya başlıyor. Geçen gün aynada (asasörün aynasında) gülerken göz kenarındaki kırışıklıklarımın arttığının farkına vardım. Aynadaki aksime şöle koskocaman gülerken göz çevremde suya atılan taşın halkaları gibi bilumum halkalar oluştu, daha az kırışıklık yaratacak gülme şelini bulmak için habire çeşitli şekillerde güldüm. İyi ki biri asansörü açmadı, "kesin delirdi" diye düşünürlerdi eminim. Sonuçta gülmeye devam gelsin rövitalit kremi (ne olduğu ile ilgili en ufak bir bilgim yok, reklamlarda kırışıklık ve rövitalit kelimelerini sanki yanyana duydum gibi).
Sonracığıma geçen ay, karşı komşum ev sahibim oldu. Eskiden karşı komşular olarak oturuşup dertleşirken artık hem karşı komşu hem de kiracı, ev sahibi olarak da konuşacağız. Kimlik karmaşasına uğramayız inşallah. Şaka herkes mutlu mesut, keyifler iyi.
Geçen ayki ascus davasından iyi haberler geldi, içimiz rahat.
Ama geçen ayın en önemli olayı msa'ya kayıt yaptırıp, oryantasyonuna gitmem ve bu haftasonu itibarı ile derslere başlayacak olmam. "Ya Allah! şimdi oldu oldu bir daha hayatta olmaz!" diyip gitriştim ya bu işe bakalım sonu iyi olur umarım.
Önümüzdeki ay karla başladı. Sabah işe giderken tipi yağdı ama kar sevincimiz öğlene doğru bitti. Ama iyi de oldu, sokaktakiler üşümesin. Haftaya okul başlıyor, hiiiçççç tatilsiz!!!! uzun bir maraton bizi bekler. Artı msa başlıyor, haftasonu uykuları çöpe ama olsun. Gıcık olduğum bir 14 Şubat "tüketiciyi daha nasıl nasıl kandırır ve tükettiririz ve de kerizleriz" günü ve bu güne gelinceye kadar her yerde iç bayıcı beylik, basmakalıp sözler eşliğinde kalplar, çiçekler böcekler vs.vs. Bu ayın en sıkıntılı yanı bu.
Ha bir de ay sonunda Cirque de Soleil'in "Saltimbanco" gösterisi var. Heyecanla onu bekliyorum.
Durumlar budur!.