30 Ocak 2011 Pazar

turning point(s)


Biliyorum bu 2011 senesi pek enteresan olacak. 2012'yi de geçelim ben de yazacağım astrolojinin allahını. Konusu şu burç ne olacak falan fıstık değil, "burcunuzun değişim dönüşüm halleri" konulu bir çalışma olacak benimkisi. Aslında gırgır bir yana dün çooook eski (ortaokuldan) en yakın iki kız arkadaşımla yıldırım hızı ile bir görüşme gerçekleştirdim ama bu görüşmenin sonunda kafamda kocaman bir soru işareti belirdi.

Soru şu: Yaşı 34 ila 36 arası değişen (özellikle) bayan ya da erkek orta yaşın eşiğindeki gençlerin! hepsi mi bir değişim dönüşüm peşindedir acaba?

Bunu soruyorum çünkü dün itibariyle ben aşçılık sevdamın gerçekleşmesi adına yazıldığım kursun başlangıcı için "start" düğmesine bastım, en yakın kız arkadaşım da ciddi ciddi İzmir'e yerleşme planları olduğundan ve çok yakında bunu gerçekleştireceklerinden bahsetti. Hatta bu konu ile ilgili çalışmalara ufak ufak başlamışlar bile. Şimdi bizi dürten ne? Rahat mı batıyor bize azizim yoksa deli mi dürtüyor? Ben mesela çalış işte işinde, bir üniversitede okutmanlık yapıyosun, al paranı yap işini, tatil verirlerse yap, dörtte eve gel, çocuğunu al (olunca) gez toz eğlen çoş, gününü gün et di mi? Mantıklı olan bunu yapar di mi? Yok dürtüyor işte bizi birşey? Rahat batıyor, keskin dönüşler yapıyoruz. O kız arkadaşım da öyle. İstanbul'da yaşamıyor ama İstanbul'da olan biteni yakından takip eden "küçük istanbul" diye adlandırılabilecek "çilek festivali" ile ünlü minik bir sahil kentinde yaşıyor. O da öğretmen ama onu ve eşini de dürtüyor işte birşey. "Gidelim buralardan!" diyorlar. Oysa otur işte yerinde di mi? Evin var, araban hatta motorun var. İsteyince İstanbul, İzmir, Konya, Ankara...Şimdi ne dürttü seni de bu rahat düzenini boz, İzmir'e yerleş, yeniden iş kur, iş bul vs. vs. vs.'ye kalktın.
Bir de öteki kız arkadaşım var. "Three Amigos"(bize ortaokulda böyle derlerdi, hep beraber dolaştığımız için)un üçüncü üyesi. Onu da dürttü bu şey işte. Üç dört yıl önce. O da işini, rahatını elinin tersiyle itti, doğum fotoğrafları çekmeye başladı. Kalbinin sesini dinledi, zaten küçüklüğümüzden beri elinden düşürmediği fotoğraf makinası ile hayallerinin peşinde koşmaya karar verdi.
İşte benim sorum bu; nedir bizi dürten? yaş dönümü? gün dönümü? boşluk? rahat batması? akılsızlık? farkındalık? enayilik?
Bilen varsa beri gelsin!

26 Ocak 2011 Çarşamba

yeşil peri gecesi


"Sevginin kesintisiz birşey olduğuna inanıyordum. Sevgi doğuyordu. sonra bir gün ölüyordu. Ölünce hiç doğmamış gibi oluyordu."


Ben Ayfer Tunç'u "Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek" isimli romanı ile tanımış ve çok sevmiştim. Hemen her satırında kendi çocukluğumdan izler taşıyan, romanın akıcı bir o kadar da esprili anlatımına bayılmış bir solukta okuyup bitirmiştim kitabı. Zaman makinasında yolculuk yapmak gibiydi bu kitabı okumak. Ardından "Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Tarihi"ni okudum. Çok ustaca kurgulanmış, ana hikayeyeden kopmadan hem ana karakterlerin hem de yan karakterlerin geçmişleri ve romanda asıl anlatılmak istenilen hikayeyle olan bağlantıları okuyanı sıkmayan, aksine merak içinde bırakan aksamadan ilerleyen bir romandı "Bir Deliler Evinin...". Yazar, "Bir Maniniz Yoksa...." adlı romandaki hem esprili hem de akıcı anlatımı bu romanda da kullanmıştı ve yine oldukça kalın olan bu kitap bu anlatım sayesinde bir çırpıda bitiveriyordu.
Benim geçen hafta bitirdiğim "Yeşil Peri Gecesi", yukarda anlattığım romanlardan dil olarak daha farklı bir roman. Ana karakterin acısını okuyucuya geçirecek kadar acılı. Okurken dudaklarınızda bir tebessüm yerine gözlerinizde yaşlar beliriyor. Ana karakterin acısını taa yüreğinizde hissediyorsunuz. Hele ailenin o mutlu günlerinin anlatıldığı satırlar, kitabın en can alıcı yerleri. Ancak beni romanda en çok etkileyen ana karakter ile sevgilisi Ali'nin aşkı ve ana karakterin şiir sevgisi oldu. Satır aralarında birçok Yıllar geçse de unutulmayan o aşk. Sanki ana karakter benmişim gibi okudum bu romanı ve çok beğendim.
Eğer henüz Ayfer Tunç'u keşfetmediyseniz ya da adını duymuş ama kitaplarını okumamışsanız, hemen bir tane kitabını alın derim. Pişman olmazsınız.

25 Ocak 2011 Salı

izin mi dedin?

Bu hafta izin haftam ya istedim ki evden çıkmayayım, pijama, çay bardağı, dağınık toplanmış saç ve kocaman hırka dörtlüsü ile sarmaş dolaş bir hafta geçireyim. Amma velakin yine her zaman ki gibi evdeki hesap çarşıya süpermarkete uymadı, sokaklarda sürtmekten eve giremez oldum. Ulu manitu annem burda bir haftadır. Geçen haftayı balerina cif edası ile bir elinde bez bir elinde yemek kaşığı, "hiiiçççç evinle ilgilenmiyorsun, evin çivisi çıkmış, buzdolabını temizledim, onu yaptım bunu yaptım çık çık çık" diye diye evi parlatmak ve bana "yaw ben ne kariyer ne de çocuk falan yapamıyorum, paçamı toplamaktan acizim, öff bea! işe yaramazın teki miyim neyim, keşke annem gelmeden ortalığı cillop yapsaydım, hep aynı tuzağa düşüyorum" diye düşüncelere gark ettirerek geçirdiği için bütün bu haftayı gezilip görülecek kişiler ve yerler listesini tamamlamakla bitireceğiz anlaşılan. Aslında şikayetim yok, benim de uzun zamandır yapmak istediğim şeyler bunlar, bıdırlanmama bakılmasın, keyfim yerinde. Ama yine de bu kadar gezintinin içinde şu benim upuzuuuun yapılacaklar listesindekiler duruyor ya onları yapamamaya ifrit oluyorum.

20 Ocak 2011 Perşembe

adak


Son günlerde arabada ve ofiste sürekli Jehan Barbur dinliyorum. Daha önce bu kadar berrak bir ses dinlememiştim.
Bu aralar ülkede olup bitenler o kadar canımı acıtıyor, bunca akılsızlık, aptallık, aymazlık, "ben yaptım oldu"culuk ve densizlik karşısında beynim ve içim acıdan patlayacakmış gibi oluyor. Hiçbir şey yapamıyor, sesimizi çıkartamıyoruz. Hrant gideli dört sene, Mumcu, Kışlalı, Üçok gideli on seneden de fazla oldu. Biz hala "bu hikaye böyle bitmez" diyecek sıpahiyi bekliyoruz umutla, iyi niyetle. Sanırım bizim çocuklarımız da o sıpahiyi bekleyecekler aynı umutla.
Bugün Jehan Babur'un bu şarkısını sıpasihini bekleyen biz gariban umutlu aşıklara adamak geldi içimden.

19 Ocak 2011 Çarşamba

sahi unuttum



Sahi unuttum
senin sesini, tenini,
kaptırmış gidiyoruz öylesine
ilkbahar yaz sonbahar kış
onlar aynı
da
ben aynı değilim
ya sen?


*Sahi unuttum yazmayı biopsi iyi çıktı. Ascus'um kanserle ilgili değil yoğun akıntıdan kaynaklanıyormuş. Üç ay ilaç ve bu yıl üç ayda bir smear kontrolü var. İçimiz rahat karnımız tok.

17 Ocak 2011 Pazartesi

hurraayyyy hatta ve hatta yuupppiiieee!

Hayatımda ilk defa loto, toto, süper loto, sayısal ve milli piyangoları saymazsak ilk defa "belki talih kuşu bu sefer bana da güler" diyerek bir çekilişe katıldım. Veeeee talih kuşu bana güldü. Kazaaaaandııııım. Ne mi kazandım tabii ki Kurabiyegillerden baykuş!. Vallaha milli piyago çıkmış gibi oldu. Günüm aydınlandı.
Mağduram şarkısını değiştirip ne diyoruz "kazandım kazandım kazandım da kazandııımmm!"

13 Ocak 2011 Perşembe

bak abidin işte mutluluğun resmi!

Bak Abidin resmim çok kötü sana mutluluğun resmini çizemem ama bak mutluluğun fotoğrafını çektim.

Bu Buffy! Güzel mini minnak yavrularını yılbaşından önce dünyaya getirdi. Hepimizin sevgilisi. Sabah ofislere çıkmadan önce herkes uğruyor Buffy ve yavrularının yanına. Sanırım sabah sabah onlara dokunup, severek mutluluk, umut ve neşe depolamak (en azından ben öyle yapıyorum) istiyoruz ki gün boyu kullanabilelim.

Bahardan kaçan bir kış günü olan bugün hava alsınlar diye kulübelerinden çıkardık. Bayıldık bayıldılar...   

baykuş meselesi

Şimdi şurada bizim henüz emekleme safhasında olduğumuz amiriguruminin şahı İlkay'ın sitesinde başlatmış olduğu bir çekiliş var. Ona katıldım. Bu aralar çok loto,toto, piyango miyango insanı oldum. Her birşeye katım katım katılıyorum. İlkay'a da yazdım buraya da yazıyım. Bu baykuşlardan bana çıkmazsa vallahi de billahi de karga sesimle Taksim'de Yahşi Gelin'nin Simgesi'nin mağdurum da mağdurum şarkısını söylerim.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Cambo köfte, sütlü tel kadayıf ve bavul


Ofiste bu öğleden sonra tek başımayım. İçimden kaçmak geliyor ama bende şans mı var, illa birinin arayacağı tutar, kaçtığım meydana çıkar. İş var ama yapasım yok. İçimden sürekli "vazgeçme, erteleme, üşenme" diyip duruyorum. Rolanti de çalışıyorum işte.
Şimdi sıkılıyorum ya aklım sürekli yemekte. Daha yeni yemek yedim ama "ne yesem" diye düşünüyorum. Aklımdan türlü çeşit yemek geçiyor. Biraz önce aklıma Ankara'da ben üniversitede okurken annemler beni ziyarete geldiklerinde Tunalı Hilmi'deki Cambo'da yediğimiz inegöl köfte ve sütlü tel kadayıf tatlısı geldi. Babamla ben pek severdik Cambo'nun sütlü tel kadayıfını. Bak şimdi canım fena halde sütlü tel kadayıf çekti. Böyle zamanlarda ışınlanmanın niye hala icat edilmediğine çok hayıflanıyorum doğrusu.
Neyse Ankara ve üniversite yılları aklıma gelmişken annemlerin beni yurda bıraktığı ilk günü hatırladım. Ankara'yı kazanmışım, ilk defa annemlerden ayrılıp koskoca (İstanbul'un yanında pek de o kadar kocaman değildir Ankara. Her yol Kızılay'a çıkar ya da çıkardı diyeyim çünkü on seneden fazla oldu Ankara'ya gitmeyeli) bir şehirde bir başıma olacağım. Benden çok annemle babam stres yapmıştı. Okul açılmadan koştur koştur hazırlıklar yapıldı. Halamın, "bende kalır ona oda yaparım, şunu da yaparım bunu da yaparım" atıp tutmaları atıp tutma olarak kaldı. Bana alelacele bir yurt bulundu. Bir tanıdığın "aman çok iyidir!" tavsiyesi ile kayıt olunan Yardımsevenler Derneği Kızöğrenci Yurdu (Ankaralılar bilir, Kocatepeye bakan bina)'na gelindi.
Erkekleri içeriye almadıkları için annemle kan ter içinde eşyaları yukarı taşıdık. Annem hem yorgun, hem beni bırakıyor diye stresli, telaşlı, gergin. Yatağımı herşeyimi hazırladı (Annem öyle bırakıvermez insanı. "Tamam işte eşyaların sen sonra yerleşirsin" demez. Yatağın çarşafını yayar, yorganın nevresimini geçirir, üstlerini örter, öyle gider). Sıra bir karış giysi dolabının içine koca bavuldaki giysileri yerleştirmeye geldi. Annem bavulu açmaya çalışıyor ama bir türlü açılmıyor. Uğraşıyor didiniyor yok bavul bana mısın demiyor. "Hay Allah ne olmuş buna?" derken, benim jeton düştü. Bavul benim bavulum ya içinde benim eşyalar var, artık hangi akla hizmet ben önceki gün eşyalarımı yerleştirdikten sonra bavulu kilitlemiştim. Biz de hiç öyle bavul kilitleme adeti yoktu. Herhalde ben artık bağımsızım ya bavulumu kilitliyorum, eşyalarımı koruyorum aklımca ama şaşkın ben bu kadar ince hesap yaparken anahtarı almayı unutmuşum. Bavul Ankara'da anahtar evde. "Ben onu kilitlemiştim, anahtarı da evde unutmuşum" dediğim de annemin yüzünü ve "Eh, Karga, napcaz şimdi!" diye bağırışını ve artık eline geçen ne varsa onlarla kilidi kurcalayıp sonunda açışını hiç unutmam. Çok kızmıştı bana. O zaman pek gülmemiştik ama şimdi ne zaman aklımıza gelse annemle gülerek anarız bu Ankara maceramızı.

11 Ocak 2011 Salı


"Tabağın içine vuran güneşle peynir artıkları yağ salmıştı. Kedi atladı masaya, ekmek kırıntılarına basmadan süzüldü, artık peyniri, yağı gövdeye indirip masanın güneşli köşesine uzandı. Bir kedi her zaman güzeldir. Açlık, tokluk, aşk, nefret tanımayan sürekli bir güzellik. Tante Rosa buzdolabını açtı. Bir kavanoz ekşi yoğurt buldu, batı  denen uygarlık bu işte, buzdolaplı açlıklar var burda. Ekşi yoğurttan bir kaşık aldı, burnunu tutarak yuttu. Yoğurdun, peynirin küflenmişi iyidir de etin, balığınki kötüdür diye düşündü. İyi ki balığım, etim yok, yine de sevinmek zor. Pencere camının kirleri sabah yağan yağmurla parmak parmak akmış. Bir zebra kürkü gibi, güldü Tante Rosa, şimdi bir zebra kürkünün ardından sokağa, karşıdaki parka bakıyorum. Park denince sevgililer gelir akla, doğrudur, ama park denince sevgilileri düşünmek zor. İyi pişmiş bir domuz pirzolasının kulağa hoş sözler fısıldaması zor. Sokaktan ayıklar, sarhoşlar, açlar, toklar, güzeller, çirkinler geçiyor. Sarhoş olunur, ama sokakta sızılmaz, aşık olunur ama sokakta yatılmaz, doyulur ama sokakta sıçılmaz, sokak gelip geçmek içindir...İşte hep böyle saçma sapan cümleler aklında Tante Rosa’nın. O buna açlık diyor. İşsizlik ve parasızlık. Üstelik bu ikisinden de korkmamak, telaşlanmamak, hep bulurum bir yolunu rahatlığı (...)”

Bugün elimde Tante Rosa var. Tezimle ilgili olarak tekrar döndüm onun sayfalarına. Ne kadar güzel yazmış Sevgi Soysal bir kadının kendi istekleri ve düşleri doğrultusunda var olma çabasını. Ben Tante Rosa'da biraz kendimi gördüm. Ama umarım sonum onun gibi olmaz. Okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

operation 1-2


Efenim cuma günü olduk biopsimizi. Saat 13'de yapalım diye telefon etti doktor. E'cim, sağolsun geldi, attı beni kara şimşeğinin arkasına götürdü hastaneye. 13'de denilen biopsiye bir türlü saatinde alınamadım. Anestezisyenlerin mr'a girecek bebişleri bayıltmak zorunda olmaları yüzünden (ya!!! minicik şeyleri bayıltıyorlarmış mr için) 14:30'da ancak bana sıra geldi. Biz de 12 'de giriş yaptığımız hastanede bana verilen deniz manzaralı odada E.'cimle, lafladık; denizi, bulutları, önümüzden akıp giden trafiği izledik. Aceleci hemşire sanki beş dakika sonra ameliyathaneye inecekmişim gibi odaya çıkar çıkmaz arkamdan gelip, meşhur hastane giysisini uzatıp, kesin bir dille "soyun!" diyince, mecbur emre uydum. Hemşire koluma katateri takarken içimdeki "araştırmacı, gazeteci karga" uyandı, hemşireye iğne yapmayı ve kan almayı nasıl öğrendiğini anlattırdım. zavallı kadın bir yandan işini canımı yakmadan yapmaya çalışırken bir yandan da beni sorularıma yanıt vermeye çalışıyordu. "Nasıl öğrendiniz kan almayı?", "Hiç insanların canını acıtıyorum diye düşünmediniz mi?" bıdı bıdı, konuştum da durdum. Sonunda hemşire gayet vakur bir halde "hastanın sağlığına kavuşması ve iyiliği için bunları yapmak zorundayız. Bu yüzden canlarını acıttığımızı düşünmüyoruz" dedi ve çok dramatik bir şekilde odadan çıktı.
Neyse sonunda beni almaya geldiler ama bir önceki gece dokuzdan beri birşey yememiş olduğumdan zaten anesteziye falan gerek kalmayacaktı, bayılmak üzereydim. Beni ameliyathaneye aldıklarında hala bu yok, şu nerde, bilme ne kim gelmemiş diye diye ortalıkda dolanan bir sürü tipi görünce, "yaw" dedim "boşverin anesteziyi falan, zaten bayılıcam şimdi açlıktan, yapıverin gitsin, çağırın hocayı". Biran durdular, çok kısa bir süre ciddi miyim yoksa şaka mı yapıyorum diye saniyelik bir tereddütleri oldu. Sonra yine aynı koşuşturmacaya döndüler.
"Uzanın" dediklerinde anladım ki olay yakında başlayacak. Kolumdaki katatere birşeyler sokup çıkaran teyzeyi anestezist sanıp (aslında anestezi teknisyeniymiş), "anestezist siz misiniz?" diye sorup "hayır" yanıtını aldıktan sonra benim hademe sandığım beyin asıl anestezist olduğunu öğrendiğimde ağzımdan çıkan şaşkınlıkla hayret karışımı "o muuuu?" sorusundan sonra teknisyen teyze kataterin içine dopamin döktü. Ben "içeriye birşey mi döktünüz?" diye sordum hafif hafif başım dönerken. Son söylediğim " ben gidiyorum" oldu. Sanırım ameliyathanedeki herkes "oh, sustu" demiştir. Herşey ben derin bir uykuda güzel rüyalar görürken oldu bitti, bakalım şimdi sonucu bekliyoruz.

5 Ocak 2011 Çarşamba

manik depresif

Dün sabah uzun zamandan beri gerçekleştirmek istediğim en büyük hayallerimden biri için atacağım kocaman bir adımın heyecanı ile uyandım ve gün içersinde bu heyecan ile yolda yürürken ya da ofiste otururken kendi kendimi gülerken buldum. Saat ikide msa'daki profesyonel aşçılık okulu hafta sonu programına kaydımı yaptırıncaya kadar böyle güleceğim sanıyordum. Ta ki jinekoloğum arayana kadar. Geçen hafta her yıl olduğu gibi rutin Pap smear taraması yaptırmış ve sonucunu bekliyordum. Nasılsa birşey çıkmayacak diye unutmuştum aslında. ancak dün jinekoloğum aradı ve smear sonuçlarımda bazı anormallikler olduğunu söyledi. Sonuçlarımda ascus çıkmış. Yani ascus, rahim ağzından alınan örneklerde birtakım hücresel değişimler olduğu ancak bu değişimlerin kanser öncülü olup olmadığını anlamak için bulguların yeterli olmadığını gösteriyor. Bu da daha detaylı bir tarama yapılması ve HPV olup olmadığının ve eğer varsa ne kadar ilerlemiş olduğunun bakılması gerekiyor. Doktorum geçen senedeki olayda olduğu gibi beni telaşlandırmak istemeyen, önemli bir şey yokmuş, normal birşeyden bahsediyormuş havası vermeye çalıştığı ama oldukça telaşlı, gergin ve "ciddi birşeylerin kokusunu" alıyorum ses tonu ile bana ne yapacağımızı anlattı. Bu durumda en kısa sürede kolposkopi ve biopsi yapacak. Yani yine narkoz altında rahmin içinden örnek alacak. Sanırım şu durumda yapılması gereken sakin olmak ve biopsi sonuçlarını beklemek. Ama her ne kadar bir yanım sakin ol kötü birşey değildir dese de öbür laf anlamaz tarafım çoktaaan dizlerini dövmeye, "vay başıma gelenler" diye yakarmaya ve "offf ya, daha çoluk çocuğa karışamadan rahmimden mi oluyorum" düşüncesinden başka birşey düşünemez oldu. Şu anda elimden geldiğince daha sakin olan tarafı dinlemeye çalışıyorum. Kötü birşey gelmeyecek başıma eminim. Bu seneki narkoz istikakım erken geldi o kadar. Ancak yine de insan, sabah gayet keyfi yerinde ve mutluyken, öğlene doğru herşeyin tamamen farklı bir şekilde değişmesi karşısında hafif bir manik depresif dumur hali  yaşamadan edemiyor.

3 Ocak 2011 Pazartesi

daha şimdiden ne umduk ne bulduk


Valla sabahtan planımı yapmıştım, "bu sefer, bu yılbaşı çok içicem, gelsin rakılar gitsin tekilalar şeklinde takılıcam kesin" diye diye kendimi hazırladım tüm gün. Hatta erkenden sızmayayım diye hemen eve gidip güzel bir öğlen uykusu bile uyudum. Ama tabii ki her zaman olduğu gibi Karga birşeyi planladığında ne zaman gerçekleştiği görülmüş ki! Sağolsun geçen senede bizi davet eden arkadaşlarım bu senede davet ettiler, yılbaşında onların evine gittik (Ancak ev sahibesinde bir telaşe bir telaşe ki öyle telaş yapan herşeyi dert edinen bir tip asla değildir. Görüp göreceğiniz en rahat insandır sevgili arkadaşım).Onu böyle telaş içinde görünce ben kitlendim. Kız bir sağa koşturuyor bir sola koşturuyor. "Mezeleri tabaklara boşaltalım, içeriye bardak taşıyalım." "Ver ben mezeleri koyayım" diyorum benim elime birşeyler tutuşturuyor, sonra kendi başka bir şeye koşturuyor. Böyle koştura koştura sofraya oturduk. Ben "ooo ne güzel rakı, meze sofra keyfi yapacağız derken herkes bir yumuldu mezelere kimsede çıt yok. Ha babam yemek yiyor herkes. Arada "eee daha daha nasılsınız?" türünden sorular. Benim daha tabağımdakiler bitmeden hop herkes kalktı sofradan. E ben orda otursam olmayacak "obura bak, oturdu kaldı, hepsini o yedi olacak", ama kalkıp televizyonun karşısına oturasım da yok. Çaresiz kalktık hindi gelinceye kadar ortada dolanmaya başladık. "Hadi oniki olmadan aktivite yapalım" dendi. Ben garip garip bakıyorum ne aktivitesi diye. Sonradan gelen dördüncü çiftin garip kocası "ben dürbünü mü getirdim, zaten lazerlerim cebimde" diyerek cebinden iki tane lazer çıkardı. Haydaaa herkes başladı dürbünden oraya buraya bakmaya, etraftaki binalara lazer tutmaya. "Bu mu aktivite" diyorum. Sevgili ile garip garip birbirimize bakıyoruz. Sonra beklene hindi geldi. Hapur hupur o da yendi. Çarçabuk tabaklar toplandı. Ben ikinci rakıyı zor içtim. En gıcık olduğum aktivite olan sessiz sinema zar zor oynatıldı. Bana "U 571" diye bir filmi anlatacaksın dediler, anlatamadım (Sahi bu film nasıl anlatılır?). Zaten saçlarım paket kağıdının süsü gibi kıvır kıvır iğrenç olmuştu, bir de ortalığa çıkıp film anlatma(ma)ya çalıştım. O garip adam hepimizi filme aldı. Eminim arada sırada bizi izleyip gülüyordur. Sinir şey.  En sonunda bir buçuk gibi isyan ettim, sevgiliyi de toparlayıp, kaçtım oradan.
Gece, iki buçukta evde çok sevdiğim pijamalarımı giymiş halde televizyon karşısında uyuklayarak bitti. Bir daha yılbaşında evden dışarı çıkmak mı? Tövbe!!!!