30 Ekim 2010 Cumartesi

cumhuriyet bayramınız hayırlı!!! olsun

Eniştem kendimi bildim bileli hem kalp hem de şeker hastasıdır. Doktorlardan ve hastanelerden nefret ettiği için -sanırım- en son, yıllar önce kendisine kalp ve şeker tanısı konduğu zaman doktora gitti, mecburiyetten anlayacağınız. O zamandan bu zamana hep perhizde ama o da yalandan. Yedi tatlıları, pilavları ardından da bir kase yoğurt. Aklınca dengeledi şeker seviyesini. Ama geçen sene bahar başında ayak parmağında minik bir çatlak gördü. Krem mrem idare etti, aklınca geçer sandı. Yara gittikçe büyüdü büyüdü, yaz sonunda ayak parmaklarını kestiler. Bir türlü ölmeyen bir bakteri yemiş bitirmiş ayağını, bir seneye yakındır habire antibiyotik verip duruyorlar. Teyzemle birlikte yazın o cehennem sıcaklarında bir ay boyunca Şişli'deki Özel Diyabet Hastanesinde kaldılar. 30 metrekarelik bir odanın içinde iyileşme ümidiyle vakit geçirdiler. Bir ayın sonunda doktor, baktı yara iyileşecek gibi değil, şekerden damarlar tıkalı, sağlam damar kalmamış eve postaladı bunları. Daha doğrusu postalamış şimdi anlaşılıyor çünkü "iyileşiyor, yara kapanıyor, enişten kilo aldı" diyorlardı. Meğer tüm vücudu ödem yapmış. Kilo almamış şişmiş vücudu. Bugünlerde Çapa'dalar ayak demeye bin şahit isteyen artık tendonları bile erimiş bir et parçasını, iyileşmeyen bir yarayı daha beter olmadan, kangrene çevirmeden neresinden kessek de kurtarsak diye bakıyorlar. Minik çatlak eniştemin ayağına mal oluyor. Doktorun biri geliyor biri gidiyor. Türlü türlü bacak anjiyoları, ilaçlar vs. vs. Dizin üstünden bir yerlerden kesecekler bacağı ve "bundan sonrası için kaliteli bir yaşam sunacaklar !" enişteme ama eğer kalbi bu kadar ilaca, sıkıntıya ve strese dayanabilirse.
Diyeceksiniz ki "başlıkla eniştenin hastalığını ne alakası var?" Güzel ve de yalnız ülkemizde herşey aslında eniştemin hastalığı gibi başlamadı mı? "Aman bu RTE'den birşey olmaz, çıksın meydana, seçilmez" diye destek vermedi mi Antalyalı. Minik ve zararsız gibi görünen çatlak, nasıl koskocaman bir tehlikeye dönüştü. Şimdi ülkemizi, cumhuriyeti tehdit eden bu tehlike karşısında elimiz kolumuz bağlı, çaresizce izliyoruz olanları ve başımıza gelecekleri bekliyoruz. Vakti zamanında eniştemin hastalığını hafife alması gibi biz de hafife aldık bu tehlikeyi. Eniştemin şekeri gibi yavaş yavaş nüfuz ettiler memleketin damarlarına, sistemine. Akıllıca, sabrederek, örgütlenerek, planlı bir şekilde geldiler sezdirmeden. Önce sabırla elemanlarını yetiştirdiler. Hatırlarım ben üniversitedeyken bunların sohbet toplantıları olurdu, harçlığı sınırlı öğrencileri akşam yemeklerine davet eder, yemeğin ardından da sohbet toplantıları başlardı. Birinci sınıfta ağır rockçı olan bir kız arkadaşım yaz tatilinden sonra türbanla üniversiteye gelmeye başlamıştı. Alın size sohbet toplantılarının ana fikri. Yetişmiş, kalifiye elemanları devlet dairelerine sızdı önce. Diğer yerler sırayla geldi. Planlı bir biçimde onlardan olmayanların geleceğini, gençlerinin içini boşaltılar yavaş yavaş. Oyun basit. Zaten 80'lerden itibaren apolitize edilmiş, siyasetten öcüymüş gibi korkan, tarih okumayan, çevresinde ne olup bittiğine duyarsız gençler yetişmişti.  Bunları ve çocuklarını değiştirmek basitti. Çıkarttılar ortaya bir "televole" programı, bütün işimiz gücümüz futbolcuların, sözüm ona sanatçıların ve mankenlerin, (normal, kafası çalışan, üniversite bitirmiş ya da bitirmemiş namusuyla parasını kazanan insanların sıksalar ömrü hayatlarında göremeyecekleri) paraları nasıl bir duyarsızlıkla havalara savurttuklarını izlemek oldu. Hipnotize olduk, başka şey düşünemez olduk. Artık amacımız kısa zamanda köşeyi dönmek, mümkünse bir köşe kapmak oldu. Ne kitaplar, ne siyaset, ne de başka birşey umrumuzda oldu. Biz böyle kendimizi köşe kapmaya kaptırmışken geleceğimizin içinin nasıl boşaltıldığını göremez, bilemez olduk. Ne kendini adamış öğretmenler kaldı okullarda ne de namusuyla iş yapıp para kazanmak isteyen çalışanlar / iş verenler. Böyle boş ortamda kolaydı artık at koşturmak. Kılıf da iyiydi zaten hazırdı. Laik islam cumhuriyeti. Herşey daha şeffaf, huzurlu, mutlu bir ülke için Allah adına. Bu kılıfın altında allem ettiler, oy çaldılar, oy sakladılar, anayasa değiştirdiler, yalan söylediler, adam kandırdılar, beğenmiyorsak anamızı alıp gitmemizi söylediler ama biz tınmadık. Zaten tınamazdık ki çünkü damarlar işlemiyor artık, şeker girmiş heryere, tıkamış. Ne yargı, ne asker, ne mualefet. Hepsi şekerden felç. Kafasını kaldıran, "kral çıplak" diyenin sonu malum. Ülke talan edilmiş, limanlar satılmış, güneyde her arazi yabancıların elinde, doğu desen zaten çoktan Kürtlere verilmiş de açıklamak için yavaştan ortam hazırlanıyor, eli kulağında gizli gizli görüşüp açıklamak için uygun zaman belirlemeye çalışıyorlar. Oysa çoktan Kürdistan Cumhuriyeti kurulmuş. Kuzeyde Karadenizde güzelim yaylalarda, doğal sit alanlarında, biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın sayılı yerlerinde inanılmaz bir talan yapılmakta. En son İkizdere vadisi için verilen sit alanı kararı ve yapılması planlanan 22 Hes'in önüne geçilmesinin ardından peşkeş sözü verdiği kişilere mahçup olacağını düşünen RTE, ağzına geleni söyledi ve bununla yetinmedi, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 'sit alanı ilan etme yetkisi'ni elinden almak için meclise tasarı gönderdi. Bu da demektir ki yine allem kallem edip o 22 Hes'i bir şekilde kurduracak, paraları cukkalayacak, tabiatmış, doğal güzellikmiş ne gam. Gözleri dolar dolar bakan, kalpsiz, ruhu bozuk, ağzı bozuk birinden insanlık beklemek yine bizim gibi akılsızlara vergi. Atarlar yine ortaya bir türban meselesi o da yemezse futbolda alırız bir tarihi başarı onu da yemezsek çıkarıverirler Kılıçdaroğlu'nun bir videosunu arada kaynatırlar İkizdereyi talanı, yıkımı. Nasıl Allianoi'yi gömdüler çimentoların altına, buraları da gömerler ne olacak alt tarafı iki böcek üç ağaç.
Bugün Cumhuriyet bayramı. Aynı geyiklerle kutlandı yine bayram. Ellerine meşale alan attı kendini sokağa, klasik "Onuncu Yıl Marşı". Facebooklara yazılmış "Ben Cumhuriyet Kadınıyım. Hep özgürdüm, özgür kalacağım" diye. İçimden kocaman bold harflerle "nah!" yazmak geldi. Artık bizler özgür Cumhuriyet kadınları değil, türban takmadığımız için ilerde bize bir baskı olup olmayacağı konusunda güvence istenen varlıklarız. Özgürlükmüş bunlar palavra. Acaba sokağa çıkıp, bırakın işe gitmeyi markete gidebilecek miyiz onu düşünelim. Vakti zamanında "kral çıplak" diyenler Silivriye gönderilirken, göz göre göre Hrant Dink vurdurulurken, vatan ona buna peşkeş çekilirken, oylarınız çalınıp yalan yanlış seçim sonuçları yayınlanırken bunlara karşı çıkmak için ellerinize meşaleler alıp caddelere, sokaklara dökülmemişken şimdi Cumhuriyet bayramı diye elinizde meşaleler Kılıçdaroğluyla sokaklarda yürümüşünüz ne gam. Bugün yaptınız bu klasik Cumhuriyet Bayramı geyiğini, yarın umrunuzda değil Cumhuriyet falan. Merak ediyorum kaçınız kaşla göz arasında yapılan içki ve taşıt zamlarına karşı çıkmak için yarın da ellerinde meşalelerşe çıkacak sokaklara. Sizler / bizler işte böyle geyik adamlar olduk! Veriyorlar bize ara gazları "vatan millet sakarya dere tepe dümdüz yat aşağa!" idare ediyoruz. Önümüzde on kasım var. Yine verecekler bir ara gaz; "emanetinin bekçiyiz, rahat uyu Atam!". Aslında alt anlam şu; hepimiz hıyanet ettik de itiraf edecek cesaretimiz yok be Atam.
Ya işte böyle güzel ve yalnız ülkemin hipnotize olmuş boş beyinli güzel insanları. Bugün iyi kutlasaydınız bayramı, iyi baksaydınız köprüden atılan havai fişeklere (48 bin adet, parası bizim alın terimizden çıkan, aslında havada değil bizim popolarımızda patlayan havai fişeklere) çünkü kanımca bunlar son Cumhuriyet bayramlarıdır. Bundan sonra değil Cumhuriyet bayramlarını ismi lazım değil birinin ülkeye adım attığı günün, şekerden yok olup giden ayağımızın kesildiği günün yıldönümünü kutlarız. Tekrardan Cumhuriyet Bayramınız Hayırlı olsun!

27 Ekim 2010 Çarşamba

ptt


Saatlerimize bakıyoruz... Evet an itibariyle yarım saat sonra mesaim bitecek, ben zincirlerimden boşanacam ve dört günlük koskocaman bir tatile merhaba diyeceğim. Ooooohhhh gel keyfim gel! Bu dört gün bir seyahat planı yapmadım. Malum kocamızın iş durumları sakatta bu sıralar. Ayağımızı yorgana hatta ve hatta yatağın ortasına kadar uzatmak, ekstra harcama yapmamak durumundayız. Neyse zaten hal böyle olmasa da benim hiçbir yere gidesim yok! Yarım saat sonra işten çıkıp, sevgili, kadim arkadaşım a.'da bir çay içip evimin sınırlarına girdiğim andan itibaren pembe pijamalarımı giyip bütün dört günü bu pjamaların içinde, evde uyuyup, çay içip, kitap okuyarak, tezimle ilgilenerek ve film seyrederek geçirmek niyetindeyim. Evden zoraki bir durum yoksa çıkmayı pek düşünmüyorum. Ruhum tam ptt (pijama, terlik, televizyon) havasında. içimde bir uyuşuk var uyumak istiyor.
Son 15 dakka...sonrasında Karga kaçar....

26 Ekim 2010 Salı

aklıma düşenler

bu havada ne yapacağına karar veremedi bir türlü.o da mı bunalımda acaba?yine geldik ofise,neyse bugün sadece sınav veriyorum çocuklara,gün çabuk bitecek.amaaan yine spor.gitmesem? ama dün de gitmedim,olmaz şimdi.gitmezsem daha büyük dert.akşam şu tezimin başına oturayım artık.yeter,kaç aydır sallıyorum.ağustostan beri üç aydır hiçbir şey yazmadım.niyeyse elim gitmiyor bir türlü.bakalım bu akşama niyet ama plan yapmayayım yine birşey çıkar.aslında herşeyi bırakıp gidesim var.bir uçağa bir otobüse atlayıp,gitsem.nereye olursa.ne çok ayak bağımız var.bu şey gibi olmadık yerde ve zamanda uykunun gelmesi gibi.uyumak için ölürsün ama uyuyamazsın.herkes böyle hissediyormu acaba?yoksa ben de mi bir arıza var.çevremde iki hamile daha var.keşke ben de olsam.ne biçim bir dilek oldu bu.şey gibi.herkesin dondurması var,ben de alsam gibi.çocuk bu,zamanı gelince olur,belki de olmaz.düşen yaşasaydı şimdi bir aylık olacaktı.keşke gitmeseydi.muhtemelen şimdi sıcacık evimde onunla sarılıp oturuyor olurdum bu aptal ofiste pineklemek yerine.gözlerim yaşardı,bak şimdi,hadi toparlan bir gören olucak.zaten şu ofiste kimse gerçek arkadaş değil.hep bir arkadan iş çevirmece.hele iki kişi var ki,dönen dolapları biliyorlar ama o kada rketumalr ki hiçbirşey söylemiyorlar.onlar da muhtemelen dönen dolapların bir parçasılar da ondan.hiiiç birşeyimi söylemeyeceğim onlara.herkesin sırrını bilip, kendileri ile ilgili hiçbirşey söylemiyorlar,söyledikleri hep yüzeysel şeyler.onlara dikkat. vallahi sıkıldım.acaba herkes mi böyle?herkes mi yüzeysel,en yakın arkadaşım dediğin bile mi yüzeysel senle.yoksa yüzüne gülüp arkandan o da mı iş çeviriyor?acaba iyi arkadaş hatta dost dediğim birileri var mı?var(dı) eeee nerde?meşgul. herkes gibi.neyse vakit gitme vakti.şu çocukları bir sınav yapayım.valla yazık onlara da. neyse herkese yazık, bana da.ufffff saçma sapan yazı oldu bu da.ama aklıma düşenler bunlar işte.aklımdan ne geçtiyse ellerim onları yazdı.bak şimdi mr.koordinatırım gidelim diye bana bakacak,ben görmezden gel(emi)cem.

20 Ekim 2010 Çarşamba

yeşil böcek

Selam annemin blogu,
Annemin hararetle "Yaprak Dökümü"nü izlemesini fırsat bilerek yine oturdum bilgisayarın başına. Ne keyifli şeymiş buraya yazmak. Annem "ileri de okuruz, oturur güleriz" diyor ya ben de kendimce birşeyler eklemek istiyorum buraya.
Havaların inanılmaz derece ılık gitmesi laf aramızda Kara hanımla bana yaradı. Bütün günümüzü balkonda güneşlenip, etrafa bakınarak geçiriyoruz. Bahçeye beyaz bir kedi gelmiş, yukrıdan onu kesiyorum. Annem her sabah ve akşam ona mama veriyormuş. "Kilo aldı, pek bir güzel oldu" dedi geçen gün. Benim Kara'dan güzel olamaz yine de. Kara hanımda evimize geldiğinde pek bir minikti. Şimdi o da kilo aldı, boyu uzadı, güzel bir hanım oldu. Zaten benim de en büyük eğlencem akşamları onu kovalamak. Haaaa akşam dedim de dün gece annem, ben ve Kara pek bir eğlendik. Dün gece hani "bok böceği" denilen şu minik yeşil böcekler var ya onlardan bir tanesi eve girmiş, oturma odasının kapısından Kara ile bana nanik yapmakta. İkimizde çok sinirlendik. Hopladık zıpladık ama ona yetişemedik. Anneme seslendim ama o da oralı olmadı. Ama sonra tam yatma vakti geldiğinde annem farketti böceği. Hemen yakalayıp önümüze koydu, sanırım yeşil böcek anneme de nanik yaptı. O da sinirlendi ve olayı bize havale etti. Kara ile kafakafaya verip bu böceğe nasıl haddini bildiririz diye düşünüp durduk.

Ancak hain böcek biraz ninja çıktı. Tam biz hamle yapacakken pıııır diye uçup lambanın içine kondu. Kara ile onu oradan nasıl çıkarsak diye epey düşündük, planlar kurduk, havalara bakıp düşünmekten boynumuz ağrıdı.
Ne yaparsak yapalım onu oradan indiremedik. Hatta ben onun dilinden konuşup, göz dağı bile verdim. "Yeşil toparlak, erkeksen gel de kozumuzu aşağıda paylaşalım, öle yukardan nanik yapmak kolay" dedim ama yemedi. Annem yine imdadımıza yetişti. Ama bu sefer de onun yufka yürekliliği tuttu, aldı böceği camdan dışarı bıraktı. Ne güzel bize eğlence çıkmıştı, aşkolsun ama anne! 

19 Ekim 2010 Salı

mızıkçı

Hayatımda hiçbir oyunda mızıkçılık yapmadım. Anneme de ne zaman sorsam benimle ilgili ince fön fırçasına kardeşimin saçlarını dolamam ve çocuğun saçlarının kesilmesi dışında kayda değer bir yaramazlık hatırlamaz. Anlaşılan uyumlu ve uslu bir çocukmuşum. Büyüyünce de öyle oldu. Çalıştığım her yerde ve bütün arkadaşlarımla uyumlu ilişkilerim oldu, bana uymayanlarla zaten çalışmadım. Ama şimdi / artık mızıkçılık yapmak ve oyunu bozmak istiyorum. Toptan oyundan çıkmak istiyorum çünkü ben bu oyunu sevmedim. İlk ve tek mızıkçılık hakkımı bu saçma sapan sürekli kendini tekrarlayan anlamsız bir rutine dönmüş, kendimi bir laboratuar faresi gibi hissetmeme yol açan hayatımdan çıkmak için kulanmak istiyorum. Mümkün mü?

17 Ekim 2010 Pazar

düzen, düzensizlikten doğarmış

Eskiden de böyleydi. Ders çalışırken odamı delicesine dağıtırdım. O kitap burda şu defter orada durur, ortalık kağıttan geçilmezdi. Herşeyin darmadağınık durması pek bir hoşuma giderdi. Şimdi de öyle, ofiste bir iş yaparken masamın üstünü bir dağıtıyorum pek güzel oluyor. Sanki kafam daha rahat çalışıyor. Ama dağıtırken nasıl zevk alıyorsam toplarken daha da bir keyif alıyorum.
Bu hafta sonu zevkten dört köşeydim diyeyim o zaman zira evde kapsamlı bir yazlık kışlık düzenlemesi yaptım. Yorgunluktan hala sırtım ağrıyor ama ayakkabılık ve giysi dolapları tamam. Herşey renklerine göre (evet ben de o takıntılılardanım. herşey renklerine göre ayrılacak. tüm kazaklar, gömlekler renklerine göre açıktan koyuya göre dizilecek.) düzenlendi dolapta. Fazlalıklar verilmek üzere bir kenara ayrıldı. Çok kalın kazaklar hurca kaldırılmak üzere katlandı. Bu sene de çok soğuk olmayacak anlaşılan. Önümüzdeki haftasonuna çorap çamaşırı ve mutfak dolapları kaldı. Eh onları da yapıveririm çarçabuk.
Nasıl hafifledi ruhum, nasıl iyi geldi bu dolap yerleştirmece bilemezsiniz. Bunun psikolojik bir açıklaması var mı bilmem ama sanki dolaplar düzelince hayatımda düzeldi, tüm sorunlar halloldu. Halbuki öyle birşey yok ama kendimi hafiflemiş hissediyorum işte.
Düzensiz dolapların düzeni hayatımın düzenini ne kadar süre sağlayabilir acaba?

14 Ekim 2010 Perşembe

tören hazırlama klavuzu

Bu gözler ilk gençlik çağlarından beri sabahın köründe kalkıp Oscarları, Emmy'leri, Altın Küreleri izlemiş gözlerdir ama yine aynı gözler bu sene oturup Altın Portakal Film Festivali'nin açılış ve kapanış törenlerini de izlemek bahtsızlığına erişti. 2010'da AB üyesi olmaya çalışan bir ülkenin, "uluslarası" diye adlandırılmış ve diğer ünlü festivallerle aynı kefeye konulması düşünülen bir festivalinin açılış ve kapanış törenlerinin ilkokul müsameresini andırmasının ardında herhalde mahalle manavı, kasap, sütçü ya da belediyenin sosyal etkinlikler müdürü falan olsa gerek. Zira ancak böyle bir grup bu kadar acemice bir organizasyon hazırlayabilirdi. Şimdi ben, tamamen bilinçli bir vatandaş bilinci ile bu acemi organizasyon grubuna naçizane bir tören hazırlama klavuzu sunmak istiyorum.

1) Festival zamanı gelmeden bir sene önce o senenin ve bir önceki senenin Oscar ve Emmy törenleri izlenir, yapılacaklar listesi çıkarılır. Önceden bir aksiyon ve faaliyet planı oluşturulur ki herkes işini gücünü ona göre hazırlasın sonradan yamuk yapılmasın. Yani organizasyon işleri sebze meyva alımına, turist kafilesi gezisine ya da et kesim zamanına denk gelmesin.
2) Törenin yapılacağı salona acilen yeni koltuklar alınsın. Nerdeeee oturunca insanı kaplayan kırmızı sinema koltukları nerde bu seneki salonun o beyaz, saten örtülerle giydirilen sandalyeleri. Bizim okul yolundaki Fındıklı'nın ikincisınıf düğün salonları bile bıraktı öyle sanadalye giydirme işini. Sandalyeleri öylesine dizmişler, arkadakiler sahneyi görmek için ayağa kalkmak zorunda kalıyorlar.
3) Acilen bir kareograf alınsın. Böyle törenlere muhteşem dans gösterileri, alengirli ışık ve ses gösterileri şart. Olmazsa olmaz bir madde yani. Bu sene ne sunucular ne de ödül vermeye gelen yerli yabancı konuklar sahneye nerden ne zaman gireceklerini biliyorlardı. Ne bir zamanlama ne de kareografi, hiç ama hiçbirşey yoktu. Yabancı bir belgesel yönetmeni ödül vermek için sahneye geliyor, ne ışık değişiyor ne de konuklar gelenin farkında. Anlamsızca yükselip alçalan müzik izleyenlere "hah önemli birşey oluyor" galiba dedirtiyor. Bir de ödül vereceklerin lütfen hepsi arkada sıralansın. İki kişi ödül vermeye çıkacaksa biri sahnenin arkasından diğeri izleyicilerin arasından gelmesin. Bir düzenleyin bu işi canım. Yok mu önceden prova, sahne akış planı falan.
4) 2010 yılındayız. Devir teknoloji devri. Dijital atraksiyonlar, ses, ışık gösterileri, projeksiyonlar vs. vs. daha bir sürü janjanlı şey var çok şükür memlekette. Şimdi ne diye sahnenin önüne anlamsızca oturtulmuş, her tarafları griye boyanmış iki figür açılış töreninde geçen sene ölen ünlü yönetmenlerin resimlerini ellerine tutuşturulan kartonlarda kaldırıp kaldırıp gösterdiler. Bu yönetmenlerin filmlerinden yapın bir kolaj gösterin sahnede projeksiyonla ya da başka birşeyle. Ne o öyle 19 Mayıs gösterisi gibi karton kaldırmalar. Kimin fikriydi bu merak ediyorum doğrusu.
5) Hazır o sahne önündeki anlamsız figürlerden söz açılmışken. Allah aşkına onları kim akıl etti? Böyle zihni sinir bir fikri bulup kabul ettiren müthiş beyni öpmek istiyorum. Hele de kapanış töreninde öndeki erkek figüre her ödül anons edildiğinde Kemal Sunal'ı taklit etmesini, onun gibi sevinmesini kim söyledi çoook merak ediyorum. Ne gerizekalıca bir şeydi o öyle! Rezalet!!!!!!
6) Lütfen ama lüften sunmasını bilen sunucular seçilsin! Bahse girerim sunucular, sunum metnini törenden birkaç saat önce ellerine alıyorlardır. Neyi, neden, nasıl sunacakları ile ilgili en ufak bir fikirleri, heyecanları ve ilgileri yoktu. Olaya kesinlikle hakim değillerdi, sallan yuvarlan, durumu idare etmeye çalıştılar. Ebru Akel, kendini kurtarsın da ne olursa olsun, "ben en güzelim, zaten festivalinde yüzüyüm, oooohhh çatlasın dostlar, Abdullah gör bak sana neler edeceğim!" havasında (hele Claudia Cardinale ile telefonda konuşmak için İngilizcesini konuşturması!!!! "Hello! Hello!" kısmı törenin en absürd kısmıydı), Engin Altansallanyuvarlan ise "of be, bitse de gitsek" diyormuş gibi beş karış suratla sundular bütün töreni. Buna da kocaman bir rezalet!!! Nerdeee Oscarı coşkuyla, sanki kendileri Oscar almış gibi sunan sunucular ve konuklar.
7) Festivalde herkesi zorla mı jüri üyesi yaptılar bilmem. Bütün jüri üyeleri beş karış suratla ödül alanları sundular. Neydi canlarını sıkan merak ettim?
8) Niye bütün kategorilerde sadece ödül alanlar söylendi? Neden diğer adayların isimleri anılmadı, onlar onore edilmedi? Kazananı söyleyelim, töreni kısa keselim mantığı mı bu?
9) Madem festival uluslararası bütün konuklar Türkçe mi biliyordu? Niye simültane tercüman yoktu? Yabancı konukların sunumları ve yorumları niye Ebru Akel'in yalan yanlış ve eksik tercümesine bırakıldı?
10) Kesinlikle dress code (giysi zorunluluğu) getirilmeli. Ödül alanlar özellikle de erkekler neden smokin giymiyorlar. Sonuçta bu uluslararası bir ödül töreni. Birçoğu yataktan kalkmış kotlarını da yeni çamaşır makinasından çıkarmış da giymiş gelmiş gibiydiler.
11) Son soru; niye bu festival için özel besteler, müzikal düzenlemeler ve işini bilen ses ve ışık teknisyenleri alınmadı. Törende abuk subuk tören şarkıları çalındı, banttanmış gibi. Bir de arada ses teknisyeni müziği nerde gireceğini bilemedi.
Yaaaa işte böyle. Festival öle yapılmaz böle yapılır. Bilmiyorsanız bir bilene danışılır, izleyene fenalık geçirtilmez. Bu da böyle biline.

13 Ekim 2010 Çarşamba

aradaki farkları bulun


Wikipedia'nın verdiği bilgilere göre Şili, Arjantin'in batısında And dağları ve Büyük Okyanus arasında kuzeyden güneye uzanan 16 milyon kişinin yaşadığı bir Güney Amerika ülkesi. Tüm ülkenin nüfusu İstanbul kadar. Yine Wikipedia'nın verdiği bilgiye (ve bize de tüm eğitim öğretim hayatımız boyunca ezberletildiği üzre) Türkiye, üç tarafı denizlerle çevrili, siyasi ve jeopolitik açıdan oldukça önemli stratejik bir ülke. Şili, 69 gündür toprak altında kalan madencilerini kurtarmak için gösterdiği çabayla aslında kendinden kat be kat büyük bir ülkeden ne kadar daha cesur, azimli, yürekli ve umutlu olduğunu gösterdi. TSİ ile 5.00'den beri yerin 700 metre altındaki maden işçilerini tekrar yeryüzüne çıkarmaya çalışıyorlar. Televizyonda ve nette gördüklerimiz karşısında içimizi dolduran coşku, hayranlık ve sevinç gözyaşlarımızı tutamıyoruz. 33 madencisinin hayatını kurtarmak için çırpınan, kurtarma çalışmaları sırasında oldukça zengin bir altın ve gümüş madeni olduğu da anlaşılan, çok fazla göçük gerçekleştiği ve "madencilerimizin hayatı buradan elde edeceğimiz paradan daha değerlidir, bizim buradan gelecek paraya ihtiyacımız yok" diyerek bu madeni bir daha açılmamak üzere kapatacaklarını açıklayacak kadar vatandaşını seven bir başbakana sahip bir ülke bu Şili. Bizde aynı durumda neler olabileceğini söylemeye gerek yok. Elimize her geçen fırsatta ne kadar şöle iyi böle iyi olduğumuzu söyleye söyleye böbürlendiğimiz ülkemizde ne yazık ki değil insana değer vermek, masum, savunmasız bir hayvanı öldürebilecek kadar vicdansızlar ceza almak şöle dursun komik denilebilecek bir miktar para ile yaptıklarının üstünü örtebileceklerine inanıyorlar. Aradaki farkları bulmak o kadar da zor değil di mi?
Burdan bir kere daha kendi çapımızda Şili'li madencilere ikinci hayatlarında mutluluklar dileyip, kocaman yürekli insanların yaşadığı minik ülke Şili'ye sevgilerimizi gönderelim.

12 Ekim 2010 Salı

soğuk havada gezi keyfi

Evet bu geç kalmış bir haftasonu gezisi yazısı ama herhalde soğukta gezmekten olacak, iki gündür sol gözüm yerinden çıkacakmış gibi başım ağrıyor. Değil bilgisayarın önüne oturup bloguma döktürmek yerimden kalkamadım. Bu yüzden cumartesi sevgili ile yaptığımız Body Worlds, Baylan ve Kırıntı gezisini ve mutfağın yazısını yazmak bugüne kaldı.
Geldiği ilk günden itibaren görmek istediğim Body Worlds sergisine geçen hafta cumartesi gidebildik.  O kadar sıcak günün ardından mevsimin en soğuk gününde atladık arabaya geçtik karşıya. Herhalde soğuk havanın etkisinden olacak, yollarda kimsecikler yoktu. Normalde 45 dakika sürecek köprü geçişi 20 dakika sürdü. Zaten serginin yapıldığı yeri bildiğimizden kısa sürede Antrepo No:5'ten içeri girdik. Gunther Von Hagens, plastinasyon yoluyla birer anatomik heykele dönüştürdüğü ölen kişilerin vücutları ile sergiyi gezenlere, ceninden başlayarak insan vücudunun her bir parçasını gerçek boyutuyla gösteriyor. Serginin bence en ilgi çekici bölümü hafta hafta plastinat haline getirilmiş ceninlerdi. 8 haftalık ceninin ince parmaklarını, kollarını ve bacaklarını görmek çok etkileyiciydi. Ayrıca serginin bazı sitelerde yazıldığı gibi ürkütücü ve iğrenç bir sergi olmadığını aksine insan vücudunun ne kadar inanılmaz bir şekil yaratıldığını gözler önüne serdiğini de belirtmem gerekir. Fotoğraf ve video çekimi yasaktı ve ben de girer girmez hipnotize olduğumdan fotoğraf çekememenin yanısıra sergi duvarlarında yer alan ünlü kişilerin söylediği özlü sözleri yazamadım. Kısacası en kısa zamanda gidin ve insan bedeninin inanılmazlığına tanık olun.

Sergiyi gezdikten sonra Eminönü'nü gezeriz diye planlamıştık ama hava çok soğuk olduğundan planımızda ufak bir değişiklik yapıp rotamızı Bebek'e çevirdik. Uzun zamandır gitmek istediğimiz Bebek Kırıntı'da beef steakli salata ve carpacciolu pizzayı mideye indirdikten sonra kısa bir yürüyüş yaparak Bebek Baylan'da kup griyeleri de yiyerek salata ve pizzanın üstüne cila çektik. Hava soğuktu falan ama üşenmeyip gerçekleştirdiğimiz bu kısa İstanbul gezisi pek bi hoşumuza gitti.

7 Ekim 2010 Perşembe

şşştttt!!! evren sana diyorum!


Evrene bu resmi göndersem,bu resimdeki gibi bir kız çocuğu bana gönderir mi acaba? Kedi(ler) var zaten.

P.S: Bu tatlı kız Soule Mama'nın kızı. Resmi ondan ödünç aldım. :)))

5 Ekim 2010 Salı

unutma!

Bazen kara bulutlar kaplasa da içini, hayat ağır bir yük gibi gelse de, ara ara "onu da yaptık, bunu da yaptık; eeee yapacak daha ne kaldı ki?" diye düşünsen de, 35 yaş sana çooook büyük bir sayı gibi gelse de unutma daha yapacak çok şeyin, gidecek çok yerin ve yaşanacak bir dolu şeyin var.
Bir de böyle içini karalar bağladığında, umutsuzluk perisi usul usul kulağına üflemeye başladığında....

          lezzetli yemeklerini mideye indirmeyi bekleyen minik! bir kocan ve


   
eve gelesin de onları sevip okşayasın diye bekleyen iki minik! kediciğin olduğunu


 iyi gününde kötü gününde yanında olan, seni arayıp soran, bebeklerini(zi) beraber büyüttüğünüz ya da büyüteceğiniz bir dolu dostun

              ve ayrıca hayatında sana böyle komik pastalar hazırlayan öğrencilerin olduğunu,
 
 
dalgalanan suların elbet bir gün durulacağını ve tüm yaz açmasını beklediğin ve sonunda sonbaharda açan balkonadaki bu çiçek gibi yeni umutların, güzelliklerin yeşereceğini UNUTMA!!!
 
Doğum günün kutlu olsun Karga'cım. Ben olarak seni çok seviyorum. Hayatının bundan sonraki 35 yılı ve daha fazlası hep güzelliklerle, umutla, sağlıkla ve mutlulukla dolu olsun emi!

bir ızgaranın düşündürdükleri

Evin beyi bir süredir geçici tatil modunda evde takılmaktadır. O gün eve evin hanımından az önce girer. Tavuk, köfte almıştır.
Evin hanımı ne hikmetse! bu geçici tatil moduna hiçbir zaman girememekte (hadi şöyle söyleyelim; loto çıkmasını ve öyle bu moda girmeyi beklemektedir!) ve yine yoğun bir iş gününün ardından yolunun üzerindeki "göbek üstüne kat çıkan yağları eritme merkezi"ne de uğradıktan sonra yorgun argın ve bir spor çantası, bir materyal hazırlamak için kullanılacak kitap torbası, yemek çantası, sokakta beslenen kedinin mama çantası, arabada unutulan bir poşet toprak, el çantası, tamir çantası, bilgisayar çantası, gözlük kılıfı, zincir kutusu vs. gibi bilumum çantayı yüklenmiş halde ayakları birbirine dolanarak eve gelmiştir.
Evin hanımı kapıyı açar. İki minik aç kedi "miyavvvvv geç kaldın! hani bize mama!" diyerek onu karşılar.Üzerindeki yükü kapının arkasına yığan kadın, evin beyine "merhaba!" diyerek minik aç kedicikleri doyurmak için mutfağa seyirtir. Mamalarını afiyetle mideye indirmek için mama kabına yumulan minik aç kedileri orada bırakan evin hanımı, duş almaya gitmeden önce tortellini yapmak için koca tencereye 2,5 litre su doldurur. Duşa girer. Saçlarını bile kurutmadan hemen salatayı yapmaya koyulur. Salata yapılırken, tortellini pişecek, soğuması beklenirken tavuklar ve köfteler kızartılacaktır. Kadının hesabı budur. Ancaaaak devreye evin beyi girer. İçerde bir mona lisa edası ile yattığı koltuktan binbir güçlükle kalkabilen evin beyi uzun uğraşların ardından güç bela mutfağa ulaşmıştır. Bu zaferini tavukları ve köfteleri ızgarada pişirerek kutlamak ister. Evin hanımının hesapları ve bütün iş akışı değişir. Beyin zafer kutlamasını bozmamak için "peki" der. Evin beyi koskoca mangal edasındaki ızgarayı dolabın derinliklerinden günışığına çıkarır. Izgarayı fişe takar ve on dakika ortadan kaybolur. Izgaradan kokular yükselmekte ancak evin hanımı zafer kutlamasını bozmak istememektedir, işine devam eder. Bu arada evin beyi yine ortaya çıkar. Tavukları ve köfteleri büyük bir başarı ile ızgaraya koyar. İlk sorusu şu olur: "Bunları çevirmek için birşey versene!", hanım elindeki işi bırakır, beyin önündeki çekmeceden bir spatula verir. Bey: "Ocaktakine bakıyor musun!" dedikten sonra aldığı cevaptan tatmin olmuş olacaktır ki keyifle ızgaranın üstündekilere daha şevkle bastırır. Bu arada kadın haldır haldır havuç rendelemekte, roka, marul, kırmızı biber, domates, salatalık, taze soğan doğrayarak salatayı tamamlamaya çalışmaktadır. Aynı anda da tahrik edici kokulardan lezzetli bir parça kaparmıyız diye ortada dolanan minik aç kedileri bertaraf etmeye çalışmaktadır. Tam herşey hazırdır, sofraya oturulmak üzeredir, domates sosunun saniyeler içersinde yapıldığını düşünen evin beyi "tortelliniye domates sosu yapsaydın bari" der ağzını azıcık büzerek. Bu konuyu çarçabuk geçiştiren evin hanımı başka bir atak gelmesin diye hemen sofraya oturur. Masadaki herşey çarçabuk yenilir ve kalkılır. Sofrayı toplarken birden kadının aklına ızgara yaparken etrafa sıçrama ihtimali olan yağlar gelir ve şeytana uyup yere eğilir. Izgaranın yapıldığı tezgahın önünü eliyle sıyırır. Dadadadaaaaannnnnnn! İşte acı gerçek ortaya çıkmıştır! Yerler vıcık vıcık yağ olmuştur. Kadın birden niye ızgarayı dolabın derinliklerine attığını hatırlar. Yerden yavaş yavaş kalkar ve tezgahın üstüne, yağ şişesine, tuzluğa, su ısıtıcına, tezgahın hemen üstünde duvara asılı duran bıçaklara bakar. Hepsi ama hepsi vıcık vıcık yağla kaplıdır. Tabii yağdan gözükmeyen ızgarayı söylemeye gerek yoktur.
Vücudu yorgunluktan sızlayan kadın, mutfak halısını toplar çamaşır sulu yer temizleyicisi kovaya boca eder, eline limon kokulu cifi alarak başlar mutfak yerlerini silmeye. Yerler bitince tezgahın üstündekiler ve ızgara yapılan alanın etrafındaki bilumum dolap, dolap kapağı, ocak, fayans, tezgah üstü vs. silinmeye başlanır. Bu sırada zafer kutlamasını çoktaaaaan bitirmiş mona lisanın yatar pozunu almadan önce mutfağa şöööle bir uğrayan evin beyi sihirli kelimeleri söyler: "Daha çayı koymadın mı?"

3 Ekim 2010 Pazar

çıplaklık özgürlüktür

Oh oh ne güzel yılın en güzel ayındayız da aynı zamanda yılın en problemli zamanındayız da denilebilir. Havaların sağ gösterip sol vurma zamanı olan bu zamanlarda "ne giyeceğim ben şimdi işe giderken?" sorusu, hayatta süregelen pek çok problemin yanında evet kabul çok ama çok sığ bir soru / sorun olabilir ama siz gelin de bunu, sabahın kör saatinde, dakikalar tık tık ilerlerken gardırobun önünde sinirden zaten çok kısa olan tırnakalarını kemiren bendenize anlatın. Akşam birşeyler düşünerek yatıyorum sabah bir bakıyorum hava kapalı. Hadi ona göre herşey değişiyor, öğlen bir bakıyorum hava 35 derece, şıpır şıpır terle, oranı buranı isilik bassın. Zaten kuaför kurbanı olmuşum saçlarım canımı sıkıyor, cesaret etsem ve yakışacağını bilsem üç numaraya vurdurucam, o kadar gıcığım saçlarıma, bir de bu "ne giyeceğim?" konusu boğazımı sıkıyor. Habire kot pantalon, gömlek ya da kumaş pantalon beyaz penye giymekten midem bulandı. Öyle tarz giyinen bir insan olmadığımdan ve bu aralar -kılık kıyafet almak isteğim olmasına rağmen- üç kuruş boşa verecek hiiiiiç naktim olmaması sebebiyle dolapta duran bilumum giysi benim için sadece koskoca bir sıfırdan ibaret. Kendimi hem saçlarım hem de kıyafetlerim yüzünden gündelikçi fadime gibi hissediyorum.
Yahu niye çıplak gezeceğimiz bir düzen olmamış sanki? Ne güzel kışın al bir post üstüne gez git! Yazın zaten gerek yok birşeye ya da en iyisi tüylerimiz olsaymış bizim de kediler gibi. En büyük derdimiz yalanmak olurdu herhalde. Yaz gelince fazlalarını döküyoruz kışın da hiçbirşeye gerek yok.
Offfff neyse! Hadi dolap başı beni bekler!

1 Ekim 2010 Cuma

ekim


Oooooo yılın en güzel ayı Ekim gelmiş. Her zaman ki gibi içim pır pır ediyooor. Sanırsın yaz gelmiş. Şimdi ofiste otururken kendi kendime Ekim ayı sözleri veriyorum. Bakalım ne kadarını gerçekleştiricem.

Ekim ayında ben....

1. Daha pozitif olacağım ve Aykut Oğut'un kitabında okuduklarımı aynen uygulayacağım.

2. Daha fazla yeni tarif deneyeceğim ve daha çok "mutfak" yazısı koyacağım.

3. Daha fazla film seyredip, kitap okuyacağım.

4. Hazır tez hocam şimdiye kadar yazdıklarımı beğenmişken ve tezi bir dönem uzatmışken, akşamları çay + televizyon keyfine azıcık ara verip, okumalarımı tamamlayıp, habire yazacağım.

5. Üstüne kat çıktığım göbeğimle bu ay vedalaşmayı düşünüyorum.

6. Şeker hamuru ve kurabiye işlerinde pratiğimi arttırıp, daha fazla sipariş almaya çalışıcam.

7. İstanbul'u elimden geldiğince çok gezeceğim.

8. Daha fazla sergi, müze gezeceğim.

9. Vazgeçmeyeceğim, ertelemeyeceğim ve üşenmeyeceğim.

E hadi bakalım Karga hanım, sen adam olup bunları gerçekleştirirsen helal olsun sana. Yürü be koçum kim tutar seniiii!!!!!!