29 Kasım 2010 Pazartesi

kovmanın dayanılmaz ağırlığı

Farkında değiliz ama çok yakınlarımızın haricinde aslında ne kadar çok insan hayatımızın içinde. Mesela benim hayatımın içinde kapıcı Nevzat, servis şoförü Sinan, E.'ciğimin bakıcısı Suna, manikürcüm Fatoş, kuaförüm Tuna, bizim katın temizlik görevlisi Şerif, ekmek aldığım fırındaki çok bilmiş üç kız, arada kedi bebelerime mama aldığım pet shopun sahibi sarı lepiska saçlı, koca burunlu adam, evin karşısındaki sevgili veterinerim, yan bloğun kapıcısı Kemal bey, öğrencim Denizlili Merve vs. vs. var. Bunlar benim ilk hatırladıklarım biraz daha kassam daha kimler kimler çıkar.
Nevzat abi, kızı kaçıp evlendiğinden beri daha bir hüzünlü bakar oldu. Fatoş, zehir gibi kız. Her adımını düşünerek atıyor, örnek alınacak insan. Kat görevlisi Şerif, sonunda ehliyet sınavından geçti. Odacak pek sevindik. Servisi şoförü Sinan bayramdan önce ameliyat oldu, bizi üzdü. Ama şimdi iyi. Fırındaki çok bilmiş kızlar saçlarındaki eşarplarını her gün farklı bir şekilde bağlıyor, işin sırrı ne bulamadım, en kısa zamanda sorucam. Demem o ki aslında bu insanlardan "bana ne!" olması lazım di mi? Ama bende olmuyor. "Bana ne!" diyemiyorum. Hepsinin derdi benim derdim, hepsinin mutluluğu benim mutluluğum oluyor. Bu gruba biri daha dahildi ama ben bu gece onu sildim. Evet bir anlık birşey, bir tesadüf, şans artık her neyse bardaktaki son damla oluverdi ve ben bu gece hafta sonları eve temizliğe gelen Gülperi'yi bu gruptan çıkardım.
Cumartesi sehpanın üstündeki koca lekeyi silmeyip sildim dediği ve "ben sildim ama kediler yine yapmıştır" diyip kedilerime bok attığı, mutfakta fırını, tezgahı silmediği, gardırobun üstünün tozlarını almadığı için sildim onu defterden. Açtım telefonu "artık seninle çalışamayacağım" dedim. Dedim de nedir akşamdan beri mideme oturmuş bu sıkıntı? Niye oturup "şimdi bu kadın aldığı ikinci evin kredisini nasıl ödeyecek?" diye ben dertleniyorum? Acaba iki kere daha mı oturup düşünseydim. Ama yakın bir arkadaşıma ve onun kayınvalidesine de gidiyordu, dün konuştum onların evlerindeki işlerini de sallıyormuş. Bir bakıma onların yorumları da bana gazı verdi, Gülperi'nin ipini çektim. İyi halt ettim mi bilmem. Akşamdan beri arpacı kumrusu gibi düşünüp duruyorum. "Ya bu kadın bana ilenirse? Ya ahını almışsam? Ya bu kadına yaptığım bir şekilde bana dönüp gelirse (karma olayı)? Acaba bu hareketim başka hangi taşları oynatacak ve onun karmasına nasıl zarar verdim?" diye kurup duruyorum.
Birini kovmanın dayanılmaz ağırlığı altında eziliyorum....

26 Kasım 2010 Cuma

biri aptal bir dizi diğeri aptal hissettiren bir dizi


Ezel 43.Bölüm 5.Kısım
Yükleyen babeyn7. - Filmler ve diziler Dailymotion'da
Aslında televizyonda yayınlanmaya başlanacağı duyurulduğu zaman ilk bölümün fragmanlarını izlediğimde "Küçük Sırlar"ın aptal bir dizi olduğunu anlamış ve paşa paşa hiiiç televizyonun karşısında oturup Sinem Kobal'ın nasıl da oynayamadığını seyretmemiştim. Bu kararımdan dolayı da kendimi bir tebrik etmiştim ki sormayın. Geçtiğimiz cumartesi gecesi bezgin bir şekilde koltuğa yayılmış ve öylesine televizyonda zap yaparken, bana tüm kötü ve anlaşılmaz kararlarımı verdirten sol tarafımdaki şeytana uyup, oturdum Sinem Kobal'ın nasıl da abuk bir oyuncu adayı olduğunu bir kere daha izledim. Oyunculuğu kendine kariyer olarak seçmiş biri bu kadar mı kendini geliştirmez, birinci bölümden onsekizinci bölüme kadar bir diziye oyunculuk namına birşey katamaz. Valla ben diğer genç oyuncuların yerinde olsam isyan ederdim. Ondan bin kat daha iyi oynayanlara yazık oluyor. Sinem Kobal'ın magazinel olaylarla ön plana çıkması, asıl fark edilip gerçekten iyi bir oyuncu olarak kariyer yapabileceklerin önünü kesiyor. Dizinin yapımcı ve yönetmenine sesleniyorum; "onsekizinci bölümü çekerken Sinem Kobal'ı senaryo gereği sarhoş (sarhoşu oynayamıyor ya neyse. biz izlerken sarhoş olduğunu farzettik) bir halde gittiği fotoğrafçının evindeki o koca tuvalin önünde yaptığı o garip hareketlerin anlam ve önemi nedir? İzleyenlere saç baş yoldurmaksa bravo başardınız on numara, tebrikler.
Dizilerin eziyeti "Küçük Sırlar" ile sınırlı kalmadı. Uzun süredir bana "ben aptal mıyım da bunların neyden bahsettiğini anlamıyorum?" sorusunu sorduran pazartesi gecelerinin vazgeçilmezi "Ezel" geçtiğimiz pazartesi tavan yaptı. Geçen sene "Ramiiiz Dayıııı" diye ölüp biterek izlediğimiz dizi bu sene psikopata bağladı. Ben oturup canla başla gözümü kırpmadan seyretmeme rağmen dizideki karakterlerin neden bahsettiklerini anlamıyorum. Birşeyden bahsetmeye başlıyorlar "tamam" diyorum "çaktım köfteyi" ama iki dakka sonra anlamsız bir sürü laf kalabalığı. "E hani falancadan bahsediyordun? N'oldu?". O Eyşan fettanının söylediklerinin nesi ipe sapa gelir? Varsa bir bilen beri gelsin. Bu akıllı, işini bilen kadın örneği mi? Normal hayatta var mı böyle başıyla sonu birbirini tutmayan diyaloglar? Benim bu dizideki olayları düşünerek kuracağım diyaloglar aşağıdaki gibi olurdu:
(Ben Eyşanmışım mesela): Bak oğlum Ömer / Ezel sen benim kardeşimi öldürdün. Seninle işim olmaz. Bir daha burada da öbür dünyada da yüzüme bakma, semtime uğrama, şeytan görsün yüzünü. Pis katil. Sevgili dedik bağrımıza bastık, gittin kardeşimi öldürdün. Alçak seni. Şimdi senin azılı düşmanınla birlikteyim ve seni tenhada kıstırıp defterini düzmezsem bana da Eyşan demesinler. Bak buraya da yazıyorum.
Ama dizideki diyalog şöyle:
Bir kafede oturmakta olan Ezelle Eyşan uzun bir süre yandan yandan bakışırlar, sonra Eyşan şöyle der:
"Bugün alışveriş yaptım. Kendime bir elbise aldım. Görmek ister misin? (elbiseyi gösterir) Gidip giyeyim mi? (Kafenin tuvaletinde elbiseyi giyecek. Bak bak bak!!! Karizma yerle bir) Sana bir sır vereceğim Ezel. (Nefesleri tuttuk bekliyoruz. Ne diyecek diye?) Ben yemek yapmasını bilmem. Hepsi kitaptandı.
Ezel: Olsun dışardan söyleriz.
Eyşan: Hadi eve gidelim. Hem belki birşeyler söyleriz.
Sonra ayağa kalkarlar. Telefon çalar. Ezel telefona bakar, Eyşan telefona bakar.
Eyşan: Nasıl anladın? der ve saç saça bir kavgaya tutuşurlar.
Valla ben bu diyalogların niye, kim tarafından yazıldığını anlamadım. Dizinin senaristlerini de tebrik ediyorum. İşleri arap saçına döndirmesini pek iyi beceriyorlar. Arada da böyle kendileri de ipin ucunu kaçırıp zaten alakasız olan diyalogları daha da alakasız hale getirebiliyorlar.
Oturdum bir de belgelerini buldum sizler için. Şimdi lütfen sabırla sizlere delil olarak sunduğum video parçalrını izleyin ve söyleyin haksız mıyım?

Küçük Sırlar 18.Bölüm 11.Kısım SON
Yükleyen findikci. - TV dizilerini ve programlarını online izleyin.

25 Kasım 2010 Perşembe

tchibomania


Geçmiş günlerde bir gün herşey birkaç saniye ile oldu. Yürüyen merdivenlere doğru yürürken bir an göz göze geldik. O ve ben çok kısa bir süre bakıştık. Oradaydı, iki adım ötemde. Yapabilirdim gidip ona yaklaşabilir, onun sıcaklığını, kokusunu içime çekebilir, ona dokunabilir, onu hissedebilirdim. Yaptım. Sıcak kumlardan serin sulara hatta çikolata dolu bir havuza atlamak gibiydi: Tchibo'nun kapısından içeri girdim.
Raflarda asılı duran ürünlere; gömleklere, ıvır zıvıra, iç çamaşırlarının yumuşak kumaşlarına dokundum. Zaten ne olduysa bundan sonra oldu. Sadece bir paket ile çıktığım o ilk gün, şeytan kasanın yanında duran gelecek haftanın ürünleri kataloğuna uzanmam için beni kandırdı. Uzandım, kataloğu aldım ve delirdim.
Gelecek haftanın (yani bugünün) konsepti "yılbaşı konsepti". Amaniiin!!! Neler var öyle! Ben diyeyim battaniye, mug, kurabiye kalıbı, eşofman takımı, çorap siz diyin pijama, don, ekmek sepeti. Hepsi kırmızı, beyaz. İçimde yılbaşı kuşları uçuştu. Ama beklemek lazımdı. Gelecek hafta çarşamba demek benim için geçmek bilmeyen saatler, dakikalar demekti. Tabii ki çabucak geçti  ve bugüne o beklenen çarşambaya gelindi.
Bugün Tchibo günüydü. Katalogdan seçtiğim ürünleri almak için iş çıkışı en yakın Tchibo'nun yolunu tuttuk sevgili Sndrfknella ile. Eeee geldik de ne oldu? Hiçbirşey. Ülkemin ve şehr-i İstanbul'un güzide, eli açık ev hanımları Palladium Tchibo'yu talan etmiş. Katalog elimde "o ürün var mı?" diye soruyorum "yok, sabah bitti!" diyorlar. "Yaw zaten sabah çıktı bu ürünler hangi ara kapışıldı?" dedim, çalışanlar "valla ürünleri ellerimizden kaptılar. Pijamalar, yılbaşı çorapları, eşofmanlar kapış kapış gitti! Sabahtan beri çok kalabalıktı burası" dediler. Kulaklarıma ve hatta gözlerime inanamadım. Canım İstanbul'um ne kadar Tchibo hastasıymış. Bu ne büyük açlıkmış. İstanbullu hanımlar meğer yıllardır bir H&M'i  bir Tchibo'yu beklerlermiş. Gazetelere televizyonlara H&M çılgınlığı gibi yansımayan bir de Tchibo hastalığı varmış demek. Abooovvvvv ddedim ben bu işe ve şaşkınlıktan bir karış açık ağzımı kapatıp, evin yakınındaki Kozzy Tchibo'ya gittim. Sonunda pijamalarıma ve donlarıma kavuştum. Rahatladım mı? Rahatladım. Ama artık ben de "hadi leyn buradan da birşey alınır mı? Kıytırık şeyler satıyorlar" diye burun kıvırdığım bu yerin hastasıyım. Çarşamba'dan çarşambaya Kozzy Tchibo'da bir deli karga görürseniz bilin ki o benim.

24 Kasım 2010 Çarşamba

e gün benimse dileklerimi söylüyorum

E gün biz eğitim neferlerinin günüyse o zaman şunları diliyorum. Okuyup da yapan olur belki.

1) Geç oldu ama günün geri kalanının tatil ilan edilmesini,

2) En kısa sürede karın yağlarının eritilmesini öğreten rejim listesini ya da pilates cdsini,

3) Koskocaman bir tabak leziz bir yemek ve ardından beş top dondurma,

4) Sıcacık doldurulmuş bir küvet ardından masaj ve aromatik kremlerle bakım,

5) Harcadıkça çoğalmayan kredi kartı ile sınırsız alışveriş,

6) On saat kesintisiz uyku,

7) Her zaman evi derli toplu tutan akıllı robot,

8) Mutfakla ilgili bütün bilgileri ve tarifleri bir dokunuşla aklıma kaydeden beyin çipi,

9) Bir çuval dolusu çikolata, şeker ama yedikçe bitmesin ve tabii ki ben kilo almayayım,

10) Bütün kedileri ve köpekleri alabilecek koskocaman bir çiftlik

11) Yukardaki çiftliğin içinde büsbüyük bir sera ve binlerce çiçek

12) Bir de daha daha başka dileklerim olur diye işimi sağlama almak için Aladdin'nin lambasını istiyorum.

E hadi bakalım dilemesi benden....

21 Kasım 2010 Pazar

her tatil bitmek için mi var?

Teeee günler hatta aylar öncesinden takvimi alıp bu uzuuuuunnnnnn tatilin hayalini kurmuştum. Onu bunu yapacak belki şuraya buraya gidecektik. Takvime bakınca şöööleeee uzun bir alan koyu gri renkte tatil olduğunu gösteriyordu. Du da ne oldu? Göz açıp kapayana kadar o oooonnnnn (rakamla 10) günlük tatil aha şıpbadanak bitiverdi. Hayır ben ne güzel gittikçe evdeki kanapenin, yatağımın ya da çalışma masamın formunu almaktaydım yani bir on gün daha olsa üstün/doğaüstü güçleri olan bir Heroes karakteri gibi evdeki bu eşyaların biçimine girecek ve hayatımın geri kalan kısmını bir yatak, koltuk veya çalışma masası gibi geçirip gayet mutlu mesut yaşayacaktım. Oldu  mu? Nerdeeeee!!!!!

(çok iyiydik biz böyle!!!)

Yattık kalktık yattık kalktık yattık kalktık, kalktığım her sabah kendi kendime "kaç gün kaldı?" sorusunu sordum, parmaklarımla hesap kitap yaptım, "oooo daha iki gün var!" cevabını bulana kadar herşey iyiydi. Ama iki günden sonra dehşetdengiz planlar yapmaya başladım. Birinci plana göre ayağımı kırılmış gibi gösterebilirdim. Nerden baksan üç hafta kafadan rapor almak demek olurdu bu. Hadi biraz insaflı olsam ikinci plana göre zehirlenebilirdim ama bu en fazla iki gün daha kazandırırdı bana. Sonuçta öyle ya da böyle yine bir şekilde sabah erken kalkıp servis yakalamak zorunda kalacak ve o iş yerinin demir kapısından girecek miydim işe? Eveeeet girecektim. Daha kesin ve temiz bir çözüm bulmam lazımdı. Bu ruh hali ile dooooğru benim lotocuya koştum ve süper lotoya da sayısala da tüm kolonları oynadım. Sonuçta çıktı mı? Çıkmadı ama evrene sinyal vermeye devam (zaten ona sinyal vere vere parotonere döndüm orası ayrı ya neyse) ediyorum. 4 milyonun nasıl ve ne zaman geleceği belli olmaz.
Ama şimdi söyleyin bana "niye her tatil bitmek için var ve hayat niye adil değil?"

17 Kasım 2010 Çarşamba

bayram istanbulu

Bayramda insanın kendi evinde olması gibisi yok. Her ne kadar planladıklarımın üçte birini gerçekleştiriyor olsam da evimde olmaktan inanılmaz mutluyum. İstersem yemek yapıyorum istersem tezime bakıyorum ya da hiç birşey yapmayıp homini gırtlak tumba yatak şeklinde takılıyorum. İstediğim herşey elimin altında ohhh umrumda mı dünya (evet umrumda fena halde hem de).
Bayramın ikinci günü itibariyle İstanbul'da bayram notlarım şöyle efem:
*Her ne kadar bilmem ne kaç kişi İstanbul dışına çıkmış olsa da İstanbul'da insan bitmiyor anacım. Yine her yer dolu, köprü ve bütün toplu taşıma araçları,  bütün avm'ler, bilumum yerler insan dolu.
*Hava da insanların bayramı keyifle geçirmek istemesine yardım etti. Utanmasak bazalardan yazlık elbiseleri çıkaracağız o kadar güzel bir hava var bugünlerde. Ama bayram sonrası kış gelsin please!!!
*Yavaş yavaş vejeteryanlığa doğru  geçiş yapmaya çalışsam da dün pek güzel bir kokoreçci keşfettim. Çengelköy'de tarihi simit fırının yan sokağında akşamları tezgahını açan pek leziz bir kokoreçci var. Adı "On Numara Kokoreç". Gerçekten on numaralar. Çıtır ekmeğin arasında sıcacık pek lezzetli kokoreç yapıyorlar. Meraklısına duyurulur.
*Bayramda hava sakinken sahilin tadı bir başka güzel oluyor.

15 Kasım 2010 Pazartesi

pek bayram değil bu bayram ama hadi neyse

Valla Satürn'nün yol açtığı bir tembellik mi yoksa üşengeçlik mi nedir bilemediğim bir sebebten dolayı bu oooonnn günlük bayram tatilinde buralardayız yani yollara düşen 80 bin Beyaz Türklerden değiliz. Yaptığım bütün baskılara, şirinliklere vermeye çalıştığım bütün rüşvet tekliflerine rağmen annem de buraya gelmek istemeyince kardeşimle kura çektik ve kısa çöp onun elinde kalınca (ha ha hah aslında bütün çöpler kısaydı) anneyi bayramda ziyaret etme ihalesinin sahibi de o oldu. Aslında bayramda seyranda anneden ya da aileden uzak olma fikrine hiç sıcak bakan bir insan değilim ama dediğim gibi bir tembellik ve tez stresi üstüme çöktüğünden oturup hem dinleneceğim hem de tezimi yazacağım. Azimliyim (yani umarım yazarım).
Sabah yatağı düzeltirken anneme gitmesek bile bayram havasını yaşamamız gerektiğine karar verip öğlene doğru dışardaki işleri bitirip bir buket çiçek alarak eve döndüm. Yaptığı turşu ve revani tariflerini devlet sırrı gibi saklayan bir önceki kayınvalidemden allem kallem edip öğreniverdiğim revani tarifini çıkarıp biraz önce evimin bayram tatlısını yaptım. (Birazdan burada yayınlayacağım).
Aslında bu bayram kesilen / kesilecek olan koyun ve danalardan dolayı bana pek bayram gibi gelmese de yine de aile büyüklerini hatırlamak ve onlarla olmak güzel. Bir dahaki bayramlarda annemi hiç bırakmayacağım ne olursa olsun. Bunu da buraya yazayım. Neyse şimdiden herkese mutlu, keyifli bayramlar. Yollara dökülecek olanlar ise sağ salim gidip dönsünler.

10 Kasım 2010 Çarşamba

on kasım


Ne söylesek ne yazsak boş. Hem ne diyeceğiz ki. "Yapamadık Atam, senin ilkelerini koruyamadık. Ülkeyi talan ettirdik, bütün sahilleri limanları, doğa harikası vadileri sattırdık. Her yer ona buna peşkeş çekilirken, AB üyesi olacağız diye elin İsraillisi, Amerikalısı ülkede elini kolunu sallarken biz sindik, hiçbir şey yapmadık Atam" mı diyeceğiz. Basiretsizliğimizi yine Anıtkabir'e gidip örtmeye mi çalışacağız. Herşey yolundaymış gibi senelerdir içi boşaltılmış, aynı sözleri mi söyleyeceğiz. "Çok özlüyoruz." İyi de özlemek işe yaramıyor ki. Ülke elden gitti. Biz arkasından bakıyoruz. Zaten artık söylenebilecek çok da fazla birşey kalmadı ama yine de söylenebilecek bir iki güzel şeyi Yılmaz Özdil yazmış Burda ve burda.

9 Kasım 2010 Salı

şerefe

Kaç gündür canım balık istiyordu. Bu benim için hiç de hayra alamet birşey değildir çünkü balıkla pek aram yoktur. Neyse işte bilinmeyen bir nedenden dolayı kaç gündür canım balık istiyordu. Akşamüstü sporda koşu bandında bir yandan terlemeye çalışıp bir yandan da "yemekteyiz" programını seyrederken Neşe Erberk'in menüsünde patlıcanlı fener balığı olduğunu görünce canım daha da bir balık istedi. Arabayla eve doğru giderken sürekli "balık mı? pırasa mı?" gibi kocaman bir ikilemin içinde gidip gelmekteydim (ne büyük sorun di mi?) ve nitekim kazanan balık oldu. Direksiyonu bizim evin yakınındaki minik ve nedense bana avm gibi değilmiş de mahallelinin buluşma noktası gibi gelen avmdeki Migrosa çevirdim. Balık satılan tezgaha geldim. Hedefim belliydi; bir adet palamut. Aklımda pazarda gördüğüm kırmızı solungaçlı palamutlar. Ama benim gördüklerim bordo solungaçlı palamutlar. "Bunlar taze mi?" diye soruyorum. Biliyorum aslında cevabı pek taze değiller ama nedense ben kendim  ve balık reyonunda çalışan gençten çocuk elbirliği ile bana biraz beklemiş bu palamutları satmaya çalışıyor. Bile bile lades durumundayım yani. Birden çocuğun ve bordo solungaçlı palamutların önünde kendimi çok çaresiz hissediyorum. Canım balık istiyor ama palamutlar beklemiş, çupra pişirmesini bilmem, tekirle uğraşamayacak kadar yorgunum ve çinekop benim için Fransızca gibi birşey, hiç alakam yok, somon hem kocaman hem de yağlı. Canım balık istiyor ama seçeneklerimi nasıl değerlendireceğimi bilmiyorum. Satıcı çocuk bana bakıyor ben palamutlara bakıyorum. On bilemedin on beş dakika bakıştık birbirimize. Birden gözlerim doldu. Telefon açıp "benim canım balık istiyor, ben balıkları alsam bana pişirir misin anne!" diyebilmeyi istedim. Baktım yaşlar yuvarlanacak yanaklarımdan ve satıcı çocuk benim balataların durumunun iyice vahim olduğunu anlayacak hemen atladım irice bir palamutun üstüne. "Kes" dedim "halka halka olsun". Çocuk palamutu keserken balığın kanı tezgahın karşısındaki duvara sıçrayınca benim yaşlarda yanaklarımdan süzülmeye başladı. Hazır çocuk arkasını dönükken "ben başka şeylerde alıcam, siz hazırlayın" diyip, patateslerin olduğu sebze reyonuna seyirttim. "Hadi kızım Karga, kendinden başka kimseden fayda yok sana!" diyerek önce patates, hazır domates çorbası, diş macunu ve sonunda da balıkları alıp, çıktım Migros'tan. 
Eve gelince balıkları yıkayıp, bol soğan, limonla karıştırıp sulandırılmış salça eşliğinde tepsiye dizdim. Kotanyi'nin karışık biber değirmenini de bu karışımın üstünde gezdirip 45 dakikada pişsin diye balığı fırına verdim. Bu arada domates çorbası ve patateslerde ocaktaki yerlerini aldılar. Kısa bir duşun ardından sofrayı hazırlayıp, kuruldum pişmiş bordo renkli solungaçlı palamutların karşısına. Bir de yanına bir bardak beyaz şarap koydum. Kendimin şerefine kadeh kaldırdım. Fonda da Yonca Lodi benim için söyledi: "Düştüysek Kalkarız"


Yonca Lodi - "Düştüysek Kalkarız"
Yükleyen musicplay. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

8 Kasım 2010 Pazartesi

haftasonu

Hayatımın bir haftasonu daha geçti gitti. Ne mi yaptım? Koskocaman bir hiç. Aslında kendime haksızlık etmeyeyim cumartesi burdaydım ve bunları yaptık. Çok keyifli bir gün geçti ama pazar tam anlamıyla kayıp bir gündü. Bütün gün dışarda aval aval dolandık. Ben böyle tüm günü dışarda geçirmekten pek hoşlanmıyorum. Tamam hava çok güzeldi, evde oturmak olmazdı ama kardeşim akşamın bir körüne kadar da dışarda gezmenin ne alemi var di mi?
Günün bir kısmı caddede turlamakla diğer yarısı da sinema bileti alma uğruna bir avm'nin içinde geçti. Ben bu insanlara inanamıyorum. Zaten bütün haftayı evin dışında geçiriyorlar niye çoluk çömbelek avmlerde tüm günü geçiriyorlar. Valla birkaçını takip etsem cumartesi de avmde görürüm onları. Hayır gezmeye gelmişler tamam da suratlar niye asık onu bulamadım. Mesela bir aile anne, baba, iki çocuk. anne başka yere baba başka yere bakıyor. Çocuklar azgınlığın doruğunda. hoplayıp zıplıyorlar. Anne ya da baba çocuğun elini tutmuş ama lalettayn yani öylesine. Çocuğun elini bıraktı bırakacak. Herkesin kafa bir yerlerde. Çocuklar hem azgın hem tutturuk. İlla birşey aldıracaklar ya da sıkılmışlar; "Bu aktivite bitti, sıradaki" demekteler. Belki saatlerdir o avmdeler. Öylesine günü öldürüyorlar. Sorsan aile saadeti, birlikte vakit geçirmece. Ama herkes ayrı telden çalıyor.
Kısacası pazar günü bana avm bastı. Hangi dangalak bu avm olayını başlattı bilmem. Zaten çok matah birşeymiş gibi bulunan en küçük boşluğa avm dikiliyor. Yakında bütün boşlukları kapatıp insanları da bu avmlere tıkacaklar. Koskoca bir boşluğun etrafında boş gözlerle dolanıp duracağız. Bir daha haftasonu avm mi? Asla!!!!!

4 Kasım 2010 Perşembe

sabah monologları

Kasım....4'ü olmuş bile çoktan. Bu ayın dört günlük bilançosu oldukça yüklü. Sevegili işe girdi evdeki daha doğrusu koltuktaki mona lisalık günleri sona erdi. Ama her zaman olduğu gibi kafası iş güç meseleleri ile dolu olduğundan artık başka bir gezegenden bildiriyor. Biz ev ahalisi onun etrafındaki uydular şeklinde dolanıp duruyoruz. Yapacak birşey yok.
İş yeri desen aynı cadı kazanı değişen birşey yok. Değişme umudu ise hiiiiç yok. Bu yüzden ben değişmeye karar verdim. Üç maymun olucam...Görme, duyma, konuşma. En iyisi. İşini yap çek git evine sen mi kurtarıcan.
Hava bir öyle bir böyle. Pazartesiden beri kısa kollularla geliyorum okula bunun sonu nezle bilemedin grip.
Ha bir de hergün minik notlar yazdığım bir günlüğe başladım. Çok geç alınmış / akla gelmiş bir fikir. 20'li yaşlarımda gelseydi bu fikir ne güzel olurdu. Her gün ne olduğu ile ilgili minik bir bilgi. Diğer tuttuğum günlükler böyle gün gün değil. Neyse bu da birşey.
Kısacası Kasım'ın 4'ü olmuş bile. Bir sene daha bitiyor ama değişen hiçbir şey yok.