31 Ağustos 2010 Salı

yaz geçer



Pöh...bir yazın daha sonuna geldik işte. Benim için hava ne kadar sıcak olursa olsun Eylül demek sonbahar, hüzün, veda, yaz sonu, bitişler, başlangıçlar demek. Ne zaman Eylül'ün birini görsem takvimde içime sonbahar kaçıyor, bir hüzün çörekleniyor. Gözlerim buğulanıyor.
Koskoca bir yaz daha bitti. Bütün bu süre boyunca içime çöreklenen "bu yaz birşey olacak!" hissi Ağustos'un sonunda gerçekleşti. Ağustos bombasını patlattı gitti, ardında soru işaretleri, bilinmeyenler, iç sıkıntıları bırakarak. Bu sonbahar daha fazla hüzünlü geçmese bari....

20 Ağustos 2010 Cuma

gerçek gerçek midir?


Inception Trailer
Yükleyen soulblood. - Film ve TV kanalındaki diğer videolara göz atın

Dün şunu açık seçik anlamış bulunuyorum ki Hollywood sinemasında -bazı- yönetmenler ve senaristler sayesinde ciddi bir değişim ve dönüşüm var. Artık filmleri oldukça dikkatli izlemeniz, verilen ipuçlarını kaçırmamanız, iyi değerlendirmeniz ve filmi izlerken sadece gözlerinizi değil aklınızı da çalıştırmanız gerekiyor. Yani demem o ki entellektüel seviyesi ortalamanın üstünde olan senarist/yönetmenler Hollywood'un çehresini bir nebze olsun değiştirirken, kendilerini anlayacak daha zeki, bilgili ve düşünen izleyiciler istiyorlar.
Şimdi bu nerden çıktı? Inception'dan çıktı tabii. Dün akşam uzun zamandır izlemek istediğim bu filmi bize yürüyüş mesafesindeki avm'nin sinemasında vizyondan kalkmadan izlemek için sevgili ile birlikte düştük yollara.
Açılış sahnesi klasik sondan başa doğru bir geçiş olacağının göstergesiydi ama film böyle bildik bir başlangıç yapmasına rağmen oldukça karışık, anlaması ve olayların içine girmesi zor bir film. Başından sonuna kadar temposu hiç düşmeyen, hızlı, seyirciyi sıkmayan ve koltukta heyecandan şekilden şekile sokan ( ben izlerken koltukta sekiz oldum ve kendimi tutamayıp sürekli "eyvah eyvah! kaçsana! tüh tüh! allah! allah! aha şimdi yakalandı! nidaları ile sinemayı inlettim! millet iyi sesini çıkarmadı ve sanırım sevgilinin kolunu sıkmaktan morarttım) yoğun aksiyon sahneleri ile dolu olan filmde önemli olan aradaki konuşmaları kaçırmamak çünkü olayın özü o konuşmalarda yatıyor. İtiraf etmem gerekirse birçoğunu kaçırdım çünkü sürekli "hmmmm! bu bu mu demekmiş diye düşünüyorsunuz.(Şimdi izleyenlerden ricam, söyler misiniz mimar kız nasıl şıp şak olayı çözdü? Öle binaları, caddeleri birbirinin üstüne getirmesi kısmı neydi? Ne oldu?) Filmin konusu ile eminim birşeyler okumuşsunuzdur bu yüzden konuyu yazmayacağım ama önemli olan filmde asıl söylenmek istenen: "gerçek nedir?". Rüyalarımızdaki mı gerçek yoksa uyanık kaldığımız zaman mı gerçek? Peki acaba uyanık olduğumuzu sandığınız zaman mı uyuyoruz? İşte film çarpıcı finali ile bizi bu sorular ile başbaşa bırakıyor. Bence bu film yeni bir Matrix.
Oyunculara gelince....Sinemada arz-ı endam ettiğinden beri nedense burun kıvırdığım Leonardo'ya bu filmden sonra şapka çıkarıyorum. Kendisi çoktan kendini ispatladı ve efsaneler arasına girdi. Oldukça rahat ve inandırıcı bir oyun sergiliyor. Leonardo'nun yanısıra eminim uzun yıllar keyifle izleyeceğimiz iki yeni oyuncu da bu film ile zaten parlayan yıldızlarını daha da parlattılar; Ellen Page ve Marion Cotillard. Bu iki kadın oyuncuyu takipteyim.
Sonuç olarak izlediğim filmleri bir kere daha izlemek gibi bir adetim olmamasına rağmen ben bu filmi bir kere daha izlerim. Bayıldım çok ama çok etkileyici. Şiddetle tavsiye ediyorum.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

kabus


Oldu! En sonunda kabusum gerçek oldu! Dün giydiğim bol eteğin azizliğine uğradım. Tuvaletten çıkarken hınzır etek küloduma sıkışmış. Ben popom açık bütün koridoru geçmişim. (Zaten diyodum "bir yerlerden serin hava geliyor ama nerden diye?" Al işte!) Kat görevlisi "hocam! eteğiniz" diyince elim arkaya doğru gitti ve acı gerçekle yüzyüze geldim. Yakında youtube'da izlerim artık kendimi! "Hoca ve eteği" diye videolar dört döner.

17 Ağustos 2010 Salı

merlin'nin gazabı


Aslında varolduğumuz düzenin bir bildiği var gerçekten. Zira Merlin gibi güçlü bir büyücü olsaydık, herkesin habire herkese birşeyler yaptığı ya da birilerini birşeylere dönüştürdüğü bir ucubeler dünyasında yaşardık. Mesela ben şu an Merlin olsam birilerine işkence yapardım. Bacaklarını kafasına koyar durmadan kıçına tekme basar ve saçlarını önce bahçe makası ile keser sonra da cımbızla tek tek çekmek süretiyle yolardım. O bağırdıkça da Lale Belkıs kahkahaları atar, "Acıyor mu ha? Acıyor mu? Hakkettin lan sen bunu! Hııaaahaha hahahahahahahahahaha!!!!!!!" derdim. Belki ancak o zaman "Oh bea! Dünya varmış!" der içimi ferahlatırdım. Ama asıl zamanda yolculuk yapıp, anlara dönebilmeyi ve düşünceleri okuyabilmek isterdim.
Neyse dünyanın selameti açısından iyi ki Merlin değilim.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

tears in heaven

Ruh halimi en iyi anlatan şarkı ve resim. Pino'ya teşekkürlerimle.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

mide

Şüphe tohumu atılınca birinin ruhuna sanırım en çok midesi isyan ediyor insanın. O şüphenin değil gerçek olduğunu gerçek olabilme ihtimalini bile kabul etmek istemiyor mide. Yerleşince şüphe tohumu en ortasına midenin ne gönderseniz almıyor, halbuki bağırıyor "açıııım açııım" diye. Zoraki gönderiyorsunuz birşeyleri ite kaka. Alıyor o da sanki ama asidi ile anında yokediyor. Sonrası bir burulma bir boşluk bir sancı.
Yıkıldı benim için herşey... Şimdi -kaderde- ortasında bir şüphe tohumunun ikamet ettiği bir mide ile yaşamak varmış.

12 Ağustos 2010 Perşembe

it's time for pide!

Karnı tokları bile perişan eden bu sıcaklarda açlık ve susuzluk ile kendilerini terbiye edeceklerin zamanı ramazan geldi, hoşgeldi. Bu zorlu dönemde onlara Allah'tan sabır, dayanıklılık ve tuttukları oruçların kabul olmasını diliyorum. Ben oruç tutamayanlardanım çünkü seneler evvelki oruç tutma maceramda ben değil oruç beni tutunca bu sevdadan vazgeçtim. Olmuyor oruç benim bünyede tahribat yapıyor. Ben tutanları tutmayayım efendim ve asıl demek istediğimize gelelim.
Bu aralar televizyona ve gazetelere bakınca yine hiçbir şeyin değişmediğini, yıllardır süren klasik ramazan yayınlarının yapıldığını görüyorum. Yani yine fesli, çarşaflı ve etekleri kırmalı şemsiyeler taşıyan hanımların yer aldığı reklamlar, diziler falan yayına sokulmaya başlandı. Bu bana çok ters geliyor neden ramazan denilince yurdumda Osmanlı'ya dönüş yaşanıyor? Garip garip programlar yayınlanmaya başlanıyor. Yok mu daha çağdaş bir şekilde ramazan kutlaması? Tamam anladım ramazan'nın bazı gelenekselleşmiş kutlama şekilleri var; Sultanahmet'teki ramazan kutlamaları gibi. Ama diyorum ya hep aynı format olmasa da biraz daha değişik bir şeyler yapılamaz mı? Ben mi yanılıyorum ki ne?

11 Ağustos 2010 Çarşamba

buyrun öncü patlaması

İnsanlık adına büyük bir hizmet yapıyor olmanın haklı gururu ile huzurlarınızda "öncü patlaması" diğer bir deyişle Teraziler'in ayvayı yediğinin belgesi. Zira öncü burçlar; yengeç, terazi, oğlak ve koç burçları oluyormuş. E benim asıl burcum terazi yükselenimde oğlak olunca bu durumda ben dubla yandan yemişim, ağlayanım yok!
Aşağıdaki bilgileri Hakan Kırkoğlu'nun sayfasından aldım sizler için. Yaw bir de dalga geçer gibi sabreden derviş muradına erermiş diyor. Neyine sabredeceğim, "sabır sabır" derken fiziksel ve ruhsal olarak mimik bir Buda olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum. İşin tuhaf yanı ne için sabrediyorum o belli değil.

Son iki yıldır, değişken Başak/Balık burcu ekseninde karşı karşıya gelen Satürn ve Uranüs bizi fazlasıyla yoran, geren zihinsel sıkışmalara, sanki hepimizi sürekli bir uyum gösterme ve düzeltme zorunluluğuna hapsetmiş gibiydi. Değişken burçlar (İkizler, Başak, Yay ve Balık) karar veremezler, zaten onların işi karar vermek değil, dağıtmak, yaymak, sona erdirmek ve uyum göstermektir. Son yıllarda, Pluton 2008’e kadar Yay burcundaydı, Uranüs 2003’ten bu yana hala Balık burcunda, Satürn daha çok yeni Terazi burcuna ilerledi ancak, önümüzdeki 7 Nisan – 21 Temmuz arasında son kez Başak burcuna geri dönerek, Başak’lara allahaısmarladık diyecek. Bu arada Jüpiter de, 2010 başından, 6 Haziran’a kadar Balık burcunda kalacak, hatta Eylül’de yeniden bu burca geri dönecek. Saydığımız tüm bu astrolojik göstergeler bitişlere, sonlanmalara işaret ediyor, değişim içerisindeyiz ancak yönümüzü de göremiyoruz. Kafamız son derece karışık.
Durun, korkmayın, herşey yeniden başlıyor. Sözünü ettiğimiz gezegenler, Temmuz’un son günlerinde, Ağustos başında, öncü burçlara geçerek büyük bir T-kare oluşturuyorlar ve biz buna “öncü patlaması” adını veriyoruz. Gerçekten de gökyüzü, uzun süredir değişken niteliğin getirdiği sürüncemeler ve belirsizlikler ardından, çok hızlı adımların, yeni başlangıçların ve cesaretin ortaya çıktığı, tam olarak hangi yöne gidebileceğimizi kalpten anlayabileceğimiz bir süreç başlatacak. Haziran başında Koç burcuna ilerleyen Jüpiter, Temmuz sonuna doğru Terazi burcuna tam olarak geçen Satürn, 28 Mayıs’tan itibaren Koç burcuna geçen Uranüs, hatta Temmuz’un son günlerinde Terazi’ye ilerleyen Mars, zaten bir süredir Oğlak’ta ilerleyen Pluton ile kare açı oluşturacak ve bu karenin apeksinde yani ana köşesinde dönüşümü, baskıyla gelen mücadeleyi anlatan Pluton oturuyor olacak.

Kare açı astrolojide harekete geçiren, mücadeleye davet eden, seçim yapmaya zorlayan yapıya sahiptir. Bu dönemde Koç burcunda yanyana gelen Jüpiter ve Uranüs hayatımızda taze bir başlangıç yapmaya fırsatımızı olacağını göstermekte. Bunun için Koç burcunun haritanızda hangi evde olduğunu bakınız. Bu evde orijinal fikirler ve ani sürprizler yaşanacak ancak bir yandan da Satürn/Uranüs karşıtlığı sadece düşünce düzeyinde kalmayacağımızı, ilişkilerdeki dengemizi sorumlu biçimde ele alacağımızı anlatıyor. Tüm bu konularda, 20 Aralık’ta Öncü Patlaması adından bir seminer düzenliyeceğim. Konuyla ilgili bilgiler için www.hakankirkoglu.com siteme bakabilirsiniz. 2010 içinde bulunduğumuz belirsizlik sürecinin biteceğini, kendimize yeni mücadele alanları bulacağımızı anlatmakta. Uzun vadede enerjimizi tüketen, dağıtan, sinirsel gerilim yaratan değişken enerjilerden kurtuluyor, yeni bir başlangıç yapmak üzere cesaret göstereceğimiz bir döneme doğru ilerliyoruz. Sabreden derviş muradına ermiş.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

ı wish

Havaların sıcak olması mı acaba yaşadığımız günleri daha da bunaltıcı yapan? Yoksa bütün bu sıcak vs. herşeyin üstüne tuz biber ekip ateşleyici görevi mi görüyor? Bu aralar herkes pişmanlıklarından bahsediyor. "Keşke....." diye başlıyorlar cümlelerine ya da "şunu şunu yapmamış olmayı dilerdim". Yüzlerinde derin bir hüzün kalplerinde ince bir sızı. İşin kötüsü çevrelerindekilerin de kalplerini kırıyorlar keşkeleriyle. Yok yok ben değilim bu kişi. Evet benim de keşkelerim bir çuval dolusu ama ne yapayım geri döndüremiyorum zamanı kabul ettim, akışına bıraktım. Ama ya diğerleri ne zaman bu keşkelerini kabul edecekler? Zaman gösterecek herhalde.

8 Ağustos 2010 Pazar

ajan karga

Malumunuz sıcaklar pek fena. Soğuk duş eskisi gibi etki etmiyor, duşun altındayken ferahlıyor, "oh be dünya varmış!" diyorsunuz sonrası hep aynı, süzülen ter damlaları. En iyisi hiç sokağa çıkmamak ama o da bir yere kadar. Televizyonun karşısına oturup bel bel ekrana bakmak daha çok terletiyor insanı. Bizde bugün sevgili ile sinemaya gitmeye karar verdik. Artık evimize yürüme mesafesinde bir alışveriş merkezi olduğu için (yakında bizim salonda da olacak ya neyse) ve biraz da hareket olsun diye kalktık gittik, "Salt" u izledik.



Anjelina Jolie'nin yeni filmi "Salt". Ajan Salt, CIA'de çalışan bir ajandır ve günü birinde CIA'ye gelen bir itirafçı Salt'un Rus ajanı olduğunu iddia eder ve aksiyon başlar. Salt'un bütün amacı kendisinin masum olduğunu kanıtlamaktır (mıdır acaba?). Şimdi burada açık seçik itiraf edeyim öyle pek film yıldızlarına hayranlık durumum yoktur ama "hangi ünlü yıldızın yerinde olmak isterdiniz?" diye sorsalar tek ve net cevabım kesin Anjelina Jolie olurdu. Jolie'nin çok iyi bir aksiyon filmi yıldızı olduğunu düşünüyorum. "Tomb Raider"dan beri sanki doğuştan silah kullanmasını, dövüşmesini, oradan oraya atlamasını biliyormuş gibi oynayan aktris bu filminde de oradan oraya atlıyor, koşuyor. Filmin aksiyonu bir an bile düşmüyor. Ne zaman "hah tamam! herşey bitti ortaya çıktı!" dediğiniz anda pat diye yeni birşey oluyor, yine birşeyler karışıyor ve seyirci şaşırıp kalıyor. Aksiyon filmlerini ve özellikle de benim gibi silah kullanan Anjelina Jolie'yi seviyorsanız sakın kaçırmayın biran önce izleyin derim. Ben ki bir filmi birden fazla izlemem bu filmi herhalde bir kere daha izlerim.
Bu filmden sonra bende ajan olmaya karar verdim. Hani diyorum varsa "10 derste ajanlık eğitimi kursu" falan gitsem de şu iş yerindeki ismi lazım değili ve genel müdürü şöyle bir benzetiversem. Ofisteki masamın ayaklarını ve kat görevlisi Şeref'in malzemelerini kullanarak bir patlayıcı yapsam ya da bir bubi tuzağı falan hazırlasam fena mı olur! Olmaz! biraz bu sıcaklarda hayatıma renkte gelir iyi olur! Ajan Karga oo6! Çok afilli ya! Bayıldım!

6 Ağustos 2010 Cuma

hah iş yerinde mobbingim de oldu, daha ne isterim

Sonunda bu da oldu iş yerinde mobbing var! Uzun zamandır devam eden psikolojik savaş bu hafta tepe yaptı. Bu konu hakkında konuşmak o kadar içimi bunaltıyor ki ama dün yaptığı eziyetten sonra buraya yazmadan edemedim. Bir kez daha neler olup bittiğini anlatıp bu konuya kendimce noktayı koyacağım.
Şimdi biz ofiste altı kişiyiz. Bu beş kişiden altıncısı enteresan bir kişilik. Ben bu altıncı kişi ile aynı zamanda başladım bu yerde çalışmaya. Hani birisini görünce ya seversiniz ya da sevmezsiniz ya işte öyle ben bu kişiyi görünce pek hazzetmedim. Hiiiç benim konuşup arkadaş olabileceğim, iki kelam laf edebileceğim biri değildi. Hem genel havası, giyimi kuşamı, oturup kalkması hem de bir iki konuşunca anlaşılacağı üzre konuşması, hiç birşey hakkında fikir beyan edememesi bizim iki farklı gezegenden olduğumuzu gösterdi bana. Bu yüzden o benim için baştan beri "merhaba merhaba!" biriydi o kadar. Önceleri ofisimiz aynı yerde değil farklı katlardaydı bu kişi ile. Hiçte aynı şey üzerinde çalışmadık. Koridorda görürsem minik bir gülümseme ve "merhaba" o kadar işte! Ama geçen sene herşey değişti. Benim de içinde bulunduğum bir grup başka bir bölümde çalışmaya gitti, bu kişi de o gruptaydı ve işe bakın ki ben bundan kaçtıkça kız dibimde bitmeye başladı. Her haftabaşı yapması gerekenleri yapmayıp pazartesi gelip "ayyy ben yapamadım sen yaptın mı? bakayım seninkine" diyerek benim yaptıklarımı kopyalamaya başladı. O kadar önemli şeyler değildi sesimi çıkarmadım. Sonra başka bir projede çalışmaya başladık bu sene ve şimdi bulunduğumuz ofiste altı kişi olarak yaşamaya başladık. Bu ismi lazım değil kişi, ben ve başka bir arkadaşım projenin bir ayağından sorumlu olduk. Bu kız yine bütün sene yattı, yapması gerekenleri yapmadı. Ben ve diğer arkadaş bunun poposunu topladık. Ama haziran başında diğer arkadaş projenin bu kısmından sorumlu olduğu için bu kızımızın yaptıklarını ve yapmadıklarını sorumlu genel müdüre iletti. İşte ortalık ondan sonra karıştı. Bu hanım kızımız! kendisi hakkında şikayetleri dile getiren arkadaşın söylediklerinin iftira, yalan dolan olduğunu ve kendisinin çalışılması!!!!!ve geçinilmesi!!!!! çok kolay bir insan olduğunu iddia ederek, asıl odada bulunan diğer beş kişinin onu dışladığını, arkasından kuyusunu kazdığını, zaten onu hiçte sevmediklerini (ağzımızdan bir gün bile iğneleyici ya da aşağılayıcı bir kelime çıkmamışken, tamamen abartmaya ve hüsnü kuruntuya dayanan iddialar bunlar) söyleyerek arkadaşa "bunların hesabını vereceksin!" diye tehditler de savurdu. Bütün bu olanlar genel müdürün karşısında oldu ve genel müdür (kadın ve şeker hastası olduğundan kronik dengesizlik söz konusudur kendisinde) ikisini de azarladı, esti gürledi. Sonrasında artık ikisi arasında ipler tamamen koptu ve hanım kızın bizim hakkımızda söyledikleri de kulağımıza geldiği için bizim açımızdan da bu kişi bitti. Ama asıl savaş ondan sonra başladı. Bir şekilde genel müdürün arkasında olduğunu hisseden bu yavru, ofisin ajanı kesildi, yaptığımız ettiğimizi kulağının ucuyla dinleyip hemen yukarıya ispiyonlamaya başladı. Sonuç bizim elimizde olan haklarımızı -nerdeyse- kaybetme noktasına kadar geldi.
Ofiste olan en son olay ise "ofisin kapısı açık mı kalacak kapanacak mı?" Efendim, bu kızcağız pencere ile kapı arasında oturduğu için arada cereyanda kalmakta ve hastalığı (artık neyse) nüksetmekteymiş. Biz de kapıyı sürekli açık tutuyormuşuz(Tabii tutuyoruz çünkü normalde de sauna kıvamında olan ofis bu sıcaklarda cehenneme dönüyor). Bu durumu da genel müdüre aksettirmiş, genel müdürde olanca işini bırakıp geçen gün hışımla bizim ofise girerek "bu kapı o buradayken kapanacak, o çıkınca açılacak" dedi. Sinir harbinde son noktayı koydu. Haaaa bir de ofisin tek erkeği ve hanım kızla genel müdürün önünde kapışan arkadaşım S.'yi çağırıp "eğer o kızla selamı sabahı keserseniz o kızlardan biri gider, senin buradaki başarında ona karşı hareketlerine bağlı" dedi.
Biliyorum çok sıkıldınız okurken ama ofiste haller böyle. Dün o sıcakta sauna gibi yerde şıpır şıpır terler dökerken kalkıp şööle saçından tutup iki tane patlatmak geldi içimden. Olayı bu kadar ortaokul muhabbetine çevirdiği için. Yok o onu dedi bu bunu dedi. Yok kapıyı açtı kapadı. Falan fıstık. Bundan sonra aynen resimdeki gibi yapacağım. Yoksa mobbingin dozu beni bozuyor, elimden bir kaza çıkacak.

5 Ağustos 2010 Perşembe

ben böyle klimayı....(noktaları siz tamamlayın)

Dün gece pek keyifli geçen bir yemeğin ardından 12'ye doğru eve döndüm. Klasik gece rutininin ardından (kedileri sev, dişleri fırçala, bir bardak su iç, şort pijamanı giy, tuvalete git, kedileri sev, terini sil, tuvalete git, evin içinde şöle bir dolaş, biraz ortalığı topla, yine tuvalete git, kitabını al, gece lambasını yak, tumba yatak, iki sayfa oku, tuvalete git) tam yatağa uzanmış oh be! diyerek kitabın kalan yerinden devam edecekken şeytan dürttü. (Hayır! tuvalete git diye değil) Kulağıma şöyle fısıldadı: "Yaw senin evde klima var mı? Var! Açıyo musun? Hayır! Niye? Üşendiğinden, elektronik alet fobin olduğundan di mi? Yaw ne korkuyosun, alt tarafı kumandadaki tuşlara basıcan, neyin ne olduğuda yazıyordur. Açma kapama düğmesini de anlamıyo musun? Eeeee ne duruyosun? Git salona, aç klimanı otur püfür püfür, serin serin oku şu iki satırı da" dedi. Valla aklıma yattı, uydum şeytana. Gittim salona, geçtim klimanın karşısına. Açma kapama tuşu olduğundan şüphelendiğim bir tuşa başladım basmaya. Çık! Klimada tık yok! Bozuk değil biliyorum çünkü panelde ne olduğunu anlamadığım üç ışık yanıp sönüyor. Sanırım bir on dakika anlamsızca o tuşa bastım durdum. Daha sonra taktik değiştirip bütün tuşlara basmaya başladım. Bu da yirmi dakika falan sürdü herhalde. Dayanamayıp gecenin bire çeyrek kalsında kardeşimi arayıp "ne olacak bu klimanın hali?" konulu ufak bir tartışma programı çevirdim. Onun tavsiyesi "ne bileyim, tuşlara basmaya devam et!" oldu. Gerçekten çok yaratıcı bir çözümdü, onu bütün kalbimle tebrik! ettim. Ben her tarafımdan -sinirden ve sıcaktan- şıpır şıpır terler dökerken bir anda mucizevi bir şekilde klima tor tor tor sesler çıkararak çalışmaya başladı. "Oh bea! Şimdi sıcaklığını ayarlayalım! Modunu ayarlayalım! Aaaaa bu dönen pervane resmi ne ola ki? Aaaaa bu düğmeye sürekli basınca klimanın alttaki kapağı ileri geri oynamaya başladı. Eyvah ben şimdi bunu nasıl durdurucam? En iyisi ben klimayı kapatayım!" dedim ama bir kırk dakkada klimayı kapatamama şeklinde devam etti. Sanal dünyanın nimetlerinden faydalanayım vardır bir kullanma klavuzu diyerek sanal alemin tozunu attırdım ama bu da bir işe yaramadı. Klavuz var mıydı? Vardı da benim klimanın kumandası sanal alemde verilen talimatlara uymayı reddetti. Gecenin oldu 1:45'i. Makina tor tor çalışıyor ama ne yaptığını bilmez bir şekilde. İçerisi soğumak şöyle dursun daha beter ısındı. Benden on misli daha fazla ter akıyor. Aklımda komşumun kapısını çalmak var ama "deli misin rüyalar aleminde çoktan yolu yarılamıştır komşum" diyerek kendimi frenliyorum. En son çare evin sigorta kutusunu denemek geldi. Bir bilene danışayım dedim sevgiliyi aradım. O saatte arayınca onun da yüreği ağzına geldi "Hıaaa! Ne oldu ne oldu?" diye gözü kapalı panik içnde benimle konuşmaya başladı. Başımdan geçeni anlatınca "Şimdi bu saatte klima? Niye açıyosun ki onu bu saatte?" gibilerinden ahret sorularına maruz kaldım. Sonunda o da "salonun şalterini indir o zaman kapanır!" diye fikir beyan edince, yolumuz belli oldu. Bu arada iki pisi de salonda bana klima macerasına eşlik etmekteydi. Motorun balkondan gelen sesini Misket gözlerini kocaman açarak dinlerken Kara hanım "acaba bu kız ne zaman bu klimayı kıracak?" sorusunu soran gözlerle uzandığı koltuktan bana bakmaktaydı.
Maceramız şalterin indirilmesi ve klimanın garip sesler çıkararak susması ile son buldu. Gece iki oldu, ben sırılsıklam terledim, evin içi daha da ateş gibi oldu. Neymiş efendim ben serin serin uyuyacak mışım! Almayayım efendim benim yatağın yanındaki pencere yeter, esiyor işte akşamları azar azar.

içimdeki sırrı keşfedicem, korkun benden


Valla çok gülüyorum kendime. Yok yok aslında gülmek demeyeyim de biraz ayıplıyorum kendimi. Yıllardır burun kıvırdığım, "hadi leeeyynn!" diyerek elimi atmadığım hatta ve hatta alıp okuyanlara popomla güldüğüm kitaplara ben dadandım şimdi iyi mi! En son şu meşhur "secret"ı okuyup, kendi çapımda okuduklarımı uygulamaya çalışıp sonra da "amaaaaan işe yarasa herkes yapar, her istediğine kavuşur ve herkes mutlu olurdu, demek işe yaramıyormuş" gibi bir sonuç çıkarıp uygulamaya boş vermiştim. Şimdi elimde Nuray Sayarı'nın "İçindeki Gücün Sırrını Keşfet" isimli kitabı var. Bak bak bak "içindeki gücün sırrını keşfet". Ne afilli bir isim di mi? İnsan kitabı eline alınca "vay be! bende kimbilir ne cevherler vardır şimdi" diye düşünüyor.
Nuray hanım kitapta tamamen kendi hayatından örnekler vermiş. İnsan okuyunca yazılanlara inanıyor ama bir yandan da işkilleniyor. "Acaba böyle yazdığı gibi mi? Aslında Nuray hanım'ı önceden tanıyan birilerini bulsak da konuşsak, doğru mu yalan mı?" diye de aklından bazı sorular geçmiyor değil. Bir yanda da yazdığı bazı şeyler doğru. Mesela her yeni güne teşekkür ederek başlayın ve bitirin diyor. Her şeye yeniden başlama cesareti ve güvenine sahip olduğunuzu bilin diyor. "Çekilen acı, egonun kabuğunu kırar. Egonun kabuğu kırılıp da bilincimiz ortaya çıkınca da acının anlamsızlığıyla karşılaşırız. Çünkü egonun olmadığı yerde acı da olmaz" da diyor.
Bakış açımızı değiştirecek bir takım olumlamalardan, renklerin sırrından, astrolojiden ve feng shui'den (ben bundan hiç ama hiç bir şey anlamıyorum) bahsediyor. Bu konular hakkında da okuyanı bilgilendiriyor. İnanıp uygulamak size kalmış. Ben kendi kendime aralık'a kadar süre verdim. Bu süreye kadar gerçekleşmesini umduğum bazı hedefleri belirleyeceğim ya da hadi kitabın adlandırmasıyla imgelemeler yapacağım. Bakalım kurbağaya mı döneceğim yoksa prensese mi? Eğer prenses olursam tamam bu işte bir iş var ama yok olmazsa vallaha da billaha da bir daha bu tür kitaplar almam.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

tatil bilançosu

Tatilden döndüm iyi mi? Değil tabii ki. Bünyeye bu aralar sürekli "ceee etkisi" yaptırıyorum. Yani tam bünye çalışmaktan başka birşey düşünmez hale gelirken hop bir hafta tatil, bünye tam "ooohhh tatilde pek iyiymiş!" diye göbek kaşıma moduna gelmişken hop işe dönüş. Bööle şaşırmış vaziyette bünye ama o da takmıyor artık stand bya aldı, takılıyor öööle. Neyse efendim işte bu seneki tatilimin bilançosu ya da tatil gözlemleri alttadır.
1. "Temizlik imandan gelir" sözü koskaca bir yalandır. En pis Müslümanlar ve de özellikle Türklerdir. Bütün hafta deniz kenarına gittiğimde denize girmeden önce yarım saatim sahildeki sigara izmariti ve bilumum pisliği temizleyip kendime güneşlenmek için bir yer açmakla geçti. Yahu bir Allah'ın kulu içtiği izmaritleri sahilden toplamaz mı? Sözüm sana ey kendinden geçmiş sigara içicisi, sen bugün bu izmaritleri sahilde oraya buraya saçalarken hiç düşünmez misin yarın orada birisi havlusunu serip yatmak isteyecek. Senin pisliğinde uzanmak zorunda mı o insan ha hiç düşündün mü beyinsiz?
2. Anne yanında tatil iyidir, hoştur, hesaplıdır, en baba tatil köyüne on basar ama bu tatil yol, su, elektrik gibi size iskele dubasına dönmüş baldır bacak ve koca bir göbek olarak geri döner. Yediğim o kadar yemekten sonra artık benim de Adile teyze gibi gülerken hoplatacağım bir göbeğim var. Gülerken göbeğimin iki yanını tutuyorum. Hop hopluyor.
3. Yurdum insanının voleybola müthiş bir ilgisi ve sanırım yeteneği de var. İki kişi bir araya gelip bir de top bulursa hemen başlıyorlar smaç vurmaya, manşet atmaya. Bizim sahildeki emektar voleybol filesi de bu isteği körüklüyor. Hemen maçlar düzenleniyor, plaj voleybolu ortamı oluşturuluyor. Görseniz sanki herkes milli voleybol takımında. Bir kendinden geçmeler, file önünde havalanıp topa vurmalar, afilli servis atmalar falan. Ha bir de denizde voleybol oynayanlar var. "Bacanak at topu, şöle bir smaç vurayım" türünden zevzekler çoktu bu sefer. Tabii bu sırada denize girmeye çalışan biz garibanlar, "aman top kafama çarpmadan suya nasıl girerim?" sorununu kazasız belasız atlatabilmek için çeşitli komando taktikleri üretmekle meşguldük. Bir nevi Survivor ruhunu yaşadık. Dokunulmazlık almama az kalmıştı, tatil bitti, eve döndüm.
4. Bu kış herkes çok ama çok çalışmış; herkes ÜREMİŞ. Her evden sabahın erken saatlerinden itibaren Mart kedilerini andıran mırlamayla cıyaklama arası garip sesler duyulmaktaydı. Biz çocuksuzlar -azınlıktaydık- uykudan yeni kalkmış, gözümüzü ovuşturur, kıçımızdaki pireleri kovalamaya çalışır halde balkonda arzı endam ederken, bu mırlayan cıyaklayan bebeler ve -artık sinirden mi yoksa azimden mi bilmem- bebek arabalarını hızlı hızlı iten anne babalar gözleri dört açılmış vaziyette sabah yürüyüşüne çıkmaktaydılar. Sahilde de her yaştan, her cinsten bilumum çocuk vardı. Denize girmek için voleybol oynayanlardan kaçarken ayağınızın dibinde debelenen çocukları ezme ya da onlara takılıp cumburlop denize yuvarlanma ihtimalimiz çok yüksekti. Şükür hiçbirini ezmedim. Göbeğimden önümdekini görmeme olasılığım vardı ve ayrıca bu çocuk denilen şeylerin sağı solu belli olmadığı için, "hah burda yoklar, burdan gireyim" derken aniden bir Rambo edasıyla sudan fırlayıp "hıaaa hhaa haaah" diyerek önünüzde geçilmesi zor bir barikat şeklinde dikilebilenleri çıktı. Şurası kesin herkes o kadar laf etmelerine rağmen R.T'yi çok seviyor ve onun sözünü dinliyor, 1'er 2'şer üreyip 3'e varacaklar.
5. Herkes Ramazan'dan önce sahillere akın ettiğinden turizm patlaması yaşanıyordu. Gözlemeciler gözleme yapmaya, mısırcılar mısır satmaya, bakla falcılar da fal bakmaya yetişemiyorlardı. Ben de baktırdım bakla falı, kaçar mı! Bakalım dedikleri olacak mı?
6. Her tatilin iyi tarafı eve dönüş. İnsanın evi gibisi yok. Hele de seni özlemiş iki pisi varsa, eve dönüş pek keyifli. (Ben her eve dönüşte yaptığım gibi yine evimin duvarlarına sarıldım ve yürekten "Home Sweet Home" dedim.)
Amaaaan işte öle böle geçti bir tatil daha. Şaşkın veletlere "Bakın gününüzün kıymetini bilin. Bu zamanlar su gibi geçer gider. Büyüyünce ararsınız üç aylık tatili. Bol bol uyku depolayın, denize girin hatta denizden hiç çıkmayın. Güneşte mandalar gibi döne döne yatın, marsık gibi yanın. Azın kudurun, yaramazlık yapın. Her ay bir yaz aşkı yaşayın! Bu dediklerimi de unutmayın. Saçına aklar düşmüş Karga teyze demişti dersiniz" dedim. Ama salaklar bel bel baktılar sonra arkalarını dönüp internete koştu malaklar.
Bir de tatil manisi yazıp bu tatil anılarının bir kısmına son vereyim:

Tatil tatil dedin
Başımın etini yedin
Bir gün beş gün derken
Bitti bir hafta aniden
Sonraki tatile kadar
At takvime çarpıları azar azar.