29 Temmuz 2010 Perşembe

uzanmışım kumsala

Efendim geçen pazardan beri tatildeyim, "Anne Pansiyon"da. Pek rahat bir yer size de tavsiye ederim. Tarif edeyim beğenirseniz gelirsiniz.
Yer: Edremit körfezi, Tuncel Kurtiz'in Zeytinbağı'nın yakını. Altınoluk beldesi.
Mekanımız denize 100 metre mesafede, iki katlı minik bir ev.
Yemekler: On numara Ege mutfağı. Tam pansiyon. Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği dahil. Ye iç yat, karışan görüşen yok.
Herşey ücretsiz. İki güleryüz, köyde kahve, çevre mevkiilere gezi yeter. Bir de "oooooh valla süper olmuş bu yemekler" derseniz yeter.
İki gün daha bu rehavetin içersindeyiz. Sonrası dükkana dönüş. Buralardan bildirmeye devam edicem.
Azzzz sonraaaa

birimiz hepimiz


Şimdi bu foto biraz birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için gibi olmuş di mi ama? Evet... aslında öyle. Kızsal durumlar söz konusu olunca birimiz hepimiz hepimiz birimiz için oluyor. Geçen hafta da öyle oldu işte. Çarçabuk yapılan sinema planı, öncesinde ucuzluklardan faydanılan bir alışveriş terapisine sonrasında da yemek + kahveye döndü.
Film "Son Hava Bükücü". Ben ne yalan söyleyeyim çizgi filmini doğru dürüst izlememiş biri olarak filmden çok hoşlandım. Gerçi yönetmen M.N. Shymalan'nın olayı pek çabuk derleyip toparladığını, daha afilli ve "vay be" dedirten cinsten dövüş sahneleri beklediğimi ve eğer Peter Jackson bu filmi çekseydi "Yüzüklerin Efendisi" gibi görselliği daha etkileyici bir film olacağını düşünsemde filmden çıkınca son hava bükücü olmak istedim. Hiç fena olmazdı birşeylerin bükücüsü olsaydım valla. Bir şeyleri bükememe halinden iyidir di mi ama.
Filmin çıkışında yediğimiz pizzalara ve içtiğimiz kahvelere eşlik eden koyu sohbet, bıdı bıdı konuşmalar hep malumunuz üzre erkekler ve hayat üzerineydi. Konuştukça rahatladık, akıl fikir alışverişi yaptık...Sonuçta anladık ki dertler, sevinçler üç aşağı beş yukarı aynı. Ama önemli olan bir kişi için gerektiğinde diğerleri var mı yok mu?

22 Temmuz 2010 Perşembe

hayat var mı?

Dün akşam pek saygıdeğer komşumun, sayın senseyimin daveti ile onun malikanesinde film ve bira gecesi düzenledik. Vizyondaki filmimiz Reha Erdem'in "Hayat Var" isimli filmiydi. Son filmi "Kosmos"dan önce çektiği bir film, "Hayat Var". Daha önce Reha Erdem'in hiçbir filmini izlememiştim ama dün akşamdan sonra en kısa zamanda onun diğer bütün filmlerini izlemek üzere kendime söz verdim.
Reha Erdem, kısa kısa diyaloglara yer verdiği filminde bütün hikayeyi oyuncuların mimiklerine ve vücut hareketlerine yansıtmış. Oyuncular, oynadıkları karakterlerin çaresiz mi, yıkılmış mı, pisliğin teki mi vs. olduğunu elleri, kolları, yürüyüşleri, duruşları ile seyirciye aktarabiliyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: Hayat, 14 yaşında babası ve yatalak dedesi ile yaşayan bir kız. oldukça zor bir hayatı var. Baba ilgisiz, dede hasta, anne bir kere daha evlenmiş, bir üvey kardeşi var ve ne zaman annesine gitse erkek kardeşine gösterilen sevgi ile sarsılıyor Hayat. Kızın etrafı hep bir umutsuzluk, yıkılmışlık, ilgisizlik ile dolu, çıkış umudu yok gibi gözüküyor. sonunda Hayat, kendince bir çıkış yolu buluyor ama o da bir çıkış mı pek emin değilim. Bence "Hayat Var" sarsıcı bir filmdi. İnsan filmin içine girip sübyancı bakkalı ya da gıcık öğretmenleri dövmek, anneyle babaya ilgisizlikleri için bağırmak, sarsmak isteği ile doluyor.
Filmin diğer güzel bir yanı ise muhteşem İstanbul görüntüleri. Reha Erdem'de o kadar iyi bir fotoğrafçı gözü var ki çok değişik kareler yakalamış.
Sonuç olarak  Reha Erdem'in dünyası ile tanışın derim size. Ha bir de unutmadan Orhan Gencabay şarkıları da filme ayrı bir tat katmış. Benim favorim aşağıda.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

vazgeçtim

Vazgeçtim kardeşim ben yaz falan yaşamak istemiyorum. Böyle nem deryasında yüzmek istemiyorum. Lütfen -eğer bir bilen varsa- bana geçici bir süre açığa alınıp serin havalar başlayıncaya dek bekletilebileceğim bir yer varsa söyler misiniz? Ne bu yahu? Ne biçim yaz bu bea?
Hu hu Yalebbim! Rica etsem klimaları açar mısın? Hayır bu sene beni yeterince sıkıyorsun bari şu havadan güldürseydin. Ama eğer dersen ki "güzel kulum, bu hafta loto ve totodan sana ikramiye çıkacak, o zaman yazın ver elini Gröland kışın ver elini Maldivler", o zaman sümme haşa sana lafım yok. Ancaaaak loto moto çıkmayacaksa aç şu klimaları da azıcık serinleyek.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

omuz

Bazen hiç konuşmadan sadece denize, uzaklara bakmak
Bazen boğulduğunu hissettiğinde nefes almak
Bazen hüngür hüngür ağlamak
Bazen pişmanlıklarını usul usul itiraf etmek için
Bir omuz gerekir.
Peki nerde o omuz?

17 Temmuz 2010 Cumartesi

spontantan

Müthiş pop starımız Demet Akalın bu yaza damgasını vuran  şarkısında şöyle demekte: "bir dileğim var üç kelime evli, çocuklu ve mutlu". Evet evli, çocuklu ve mutlu! olabilirsiniz belki ama planlanmamış program yapmanızzordur. On tane şeyi ayarlamanız ve herkesin nabzına göre şerbet verip onları yola getirmeniz gerekir. Ancak evli ama bekar (eşiniz şehir dışında ikamet ediyorsa), çocuklu ama çocuksuzsanız (çocuklar tatildeyse) spontan programlar yapabilirsiniz çünkü eteğinizden çeken yoktur. Bir telefon, bir mesaj, bir "hadi!" gezmeye çoktan razı deli ruhunuzu ateşleyiverir. Dünde benim deli ruhumun pek bir gezesi ama akacak bir mecrası yoktu. Pazar sonrası "acaba Ekin'i mi görsem? yoksa spora mı gitsem" ikilemi yaşarken komşum mesaj attı (zamanlaması müthişti). "Program, ada, vapur" kelimelerini görünce "oooo tamam" dedim "sensey sen ne dersen ona uyarım, ben zaten basit bir çekirgeyim" diyerek atladım arabaya dooooru Bostancı iskelesine.

18:40 "Ada vapuru" (ama motoru!!!!!) bizi püfür püfür rüzgarın eşliğinde Burgazada'ya attı. Faytona atladığımız gibi Kalpazankaya'ya doğru yola çıktık. Mis gibi ada kokusunu içimize çeke çeke "aaaa şu begonvile bak!" "aaaaa şurda da beyaz zakkum" "ama bu ev tam benlik, acaba adaya mı taşınsak?" nidaları arasında müthiş manzaralı restorana vardık. Artık bu yer otantiklikten sosyetikliğe doğru sınıf atladığı için kenardaki denize sıfır masaları rezervasyona açmışlar. Bizim şansımıza (olsun yine de çok güzeldi) ikinci sıra masaları düştü. Çok şükür ki yine de gün batımını izleyebildik.

Mezeler, şarap, kızarmış ekmek ve yağda kızarmış tekirler eşliğinde güneşi batırdık, sondan bir önceki vapuru bile isteye kaçırdık. Son vapura kadar komşum birbirinden ilginç hikayelerini anlattı ben "o da mı oldu? onu da mı yaptınız? vallahi pes!" nidaları ile hayretten ağzım bir karış açık onu dinledim. Pek hoştu doğrusu.
Yemekten sonra tepeden aşağıya saldık kendimizi yavaş yavaş iskeleye doğru yürüdük. Vapur gelene kadar denizi, küçük tekneleri, yıldızları seyrede seyrede dondurmalarımızı yedik.
Vapur bizi buraya getiren aynı ada vapuruydu!. Dönüş yolu bu spontan ve çok zevkli gecemizin yorgunluğu çöktü ve mışıl mışıl uyuduk.
Bir başka spontan programlarda görüşmek dileğiyle kapılarımızı açıp evlerimizin huzurundan içeri girdik.

16 Temmuz 2010 Cuma

mutluluk mu şimdi bu?

Bütün "oldu du olmadı dı"ları bir kenara bırakıp, bir iğde ağacının kuytuluğuna sığınarak öğlenin yakıcı güneşinden kaçmak için hafif hafif esen yele teslim olup orta şekerli kahveyi huzur içinde ve de bitmesin diye yavaş yavaş içmek midir
mutluluk acaba?

15 Temmuz 2010 Perşembe

ondört temmuz ikibinon

Sonunda sevgili E.'cim kızına kavuştu. Güzel biten bir film gibi oldu onların hikayesi. Daha anlatacak çok şeyleri olacak.
Ekin'nin anne karnındakison nts'si. Bundan sonrası annesinin yanında.

13 Temmuz 2010 Salı

yeni hayat

"Bir kitap okudum hayatım değişti" diye başlar Orhan Pamuk'un "Yeni Hayat" romanı. Bazen hayat işte böyle aniden değişebiliyor. Kimine bir kitap okutuyor kiminin başına aniden hiç beklemediği bir ölüm, hastalık vs. geliyor hayatı 180 derece değişiyor. Bir nevi kişinin tarihinde, "milattan önce milattan sonra" durumu oluşuyor.
Bu satırları yazdığım şu saate göre yaklaşık on saat sonra filan E.'ciğim için artık Ekin'den önce ve Ekin'den sonra durumu başlayacak. Evet Ekin'nin gelmesine az kaldı. Ben hiçbir arkadaşımın bebişinin gelmesini bu kadar heyecanla beklediğimi bilmiyorum. Ekin'i diğerlerinden ayıran belki de onun dünyaya geliş serüvenini ay ay hep birlikte heyecanla takip ettiğimizden, annesi aylık kontrollerine gittiğinde ne kadar büyüdüğünü ve her şeyin yolunda gittiğini öğrenip "oh, çok şükür"dediğimizden ve belki de E.'cim kadar anne olmak için çıldıran birini görmeyişimdendir, kim bilir.
Artık aylar, haftalar, günler sonra değil sadece birkaç saat sonra E.'cim, Ç.beyle H.hanımın kızı, U.'nun sevgili eşi, A.'nın biricik kardeşi, benim ahretliğim, öğrencilerinin hocası ve diğer arkadaşlarının E.'si olma sıfatlarına bir yenisini (belki de en çok takmak istediği sıfatı) ekleyecek "anne E." olacak. Hayatı tümden değişecek, Ekin dünyaya o da yeni hayatına "merhaba!" diyecek.
Şimdiden onlara "bahtınız, hayat şansınız güzel olsun, mutlu, huzurlu ve sağlıkla yaşayın e mi?" diyorum ve heyecanla yarın Ekin'ni göreceğim anı bekliyorum.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

athos, porthos, aramis, d'artagnan

Çocukluğum Karadeniz'in İstanbul'a yakın Çilek festivaliyle ünlü minik bir kasabasında geçti. Babam müendis olduğundan fabrikanın lojmanlarında yaşadık. Kutu gibi bir evimiz vardı. Evin en güzel yanı ise mutfak balkonunun hemen arka bahçeye açılmasıydı. Doğal olarak ne zaman köfte, balık, et gibi kedigillerin ağzına layık bir şeyler pişse bizim balkon telinin önünde boy boy kedi olurdu. Biz yemeği bitirinceye kadar uslu uslu otururlar sonrasında da paylarına düşenleri gazete kağıdının üstünde mideye indirirlerdi bizde kardeşceğizimle birlikte -eğer anneme çaktırmazsak- onlar yemeklerini yerken usul usul severdik. Çok uzun zaman geçmesine rağmen bu kedilerden birini çok net hatırlıyorum. Sarı beyaz, uzun ipek gibi tüyleri, hokka gibi burnu ve minicik ağzıyla gerçektende adı gibi Prenses gibi bir kediydi. Narin, nazik, terbiyeli çok ama çok güzel bir kediydi. Nerden geldiğini anlaşılamadan bizim sokakta belirdi. Artık nasıl becerdiysem (burası pek net değil) bizim kapının önüne de alıştırdım. Akşam nevalesini bazen bizim sokak kapısının arkasında aldığı da olurdu. Annem o kadar sevmişti ki içeri girmesine izin vermişti. Ama günlerden bir gün o meşum Mart ayı geldiğinde mahallenin azgın erkekleri bizim prensesin façasını bozdular. Tek gözünü çıkardılar. Zaten onu bu olaydan sonra bir daha gören olmadı. Hala onunla yeterince ilgilenmemiş olmak içimde yaradır. Bu hikaye bendeki kedi hikayelerinden sadece biri. Bunu anlattım çünkü benim kedi sevgim sanılanın aksine üç beş günlük mesele değil. Oldum olası bu inanılmaz yaratıkları severim ben.
Ama en çok da sokak kedilerini severim. Onlar bana mahallenin has delikanlılarını ya da başlarına ne gelirse gelsin bir şekilde ayakta kalmayı bilmiş, güngörmüş bilge kadınlarını çağrıştırırlar. Kolay kolay yenilmezler, kimselere öyle kolayına güvenmezler ama eğer onların sınavından geçerseniz sizi öyle bir severler ki inanamazsınız. İçlidirler, hasastırlar ama dayanıklı ve sabırlıdırlar da. Bilirler, ama bu dünyada ama (varsa) diğerinde onları güzel günler beklemektedir. İşte bu yüzden ben sokak kedilerini, şımarık yediği önünde yemediği arkasında, zırt pırt kapris yaparcasına hasta olan cins kedilere yeğ tutarım. Onların yaşama sevinci ve bağlılığı bana güç verir.
Bugünlerde evimde dört adet beyefendi bulunmakta. Üç tanesini okulda köpeklere yem olmak üzereyken bulup, kurtardım. Bir tane densiz, bizim okulun ağaçlık ormanlık coğrafyasında bunların yaşayabileceğini düşünmüş olacak ki koskocaman bir kedi kutusunun içine bu üç tane hap kadar kediyi bırakmış. Çalıların arasında bunları bulan köpekler kutunun etrafını çevirmiş, avazları çıktığı kadar bağırmaktaydılar. Onların bağırtısına gittiğimde korkudan kutunun kenarına büzüşmüş bu üç kafadarı buldum. Kocaman kutuyu kucakladığımda korkudan o kadar titriyorlardı ki kutu kollarımda sallanıyordu. Dördüncü beyi de çok işlek yol kenarında, bir elektrik direğinin dibinde büzüşmüş bir halde buldum. Eğer onu ordan almasaydım herhalde yarım saat sonra bir otobüs, minibüs ya da kamyonun altında kalacaktı. Yapamadım onu orada öylece bırakamadım. Bana "tanrıcılık oynama" diyorlar ama böyle göz göre göre ortada kalmış, zor durumdaki hayvanları bırakırsam, herşeyi akışına, kaderine bırakırsam benim insanlığım nerde? İnsanlık sadece insanın insana yardım etmesi mi?
Bu gerçekten çok uslu, sakin beyler bende maalesef sadece bir süreliğine kalacaklar. Eğer onlara birer ev bulamazsam sokağa kaderlerine terk etmek durumunda kalacağım çünkü evim altı kedi popülasyonu için biraz dar. Umarım en kısa sürede bir şekilde onları gerçekten çok sevecek birer ev bulabilirim. Var mı bize kucak açacak bir yer?

Bay Athos'u nam-ı diğer melül melül Behlül'ü takdimimdir.



Porthos


Aramis

Dün gece D'artagnan bey'in hey heyleri üzerindeydi. O yüzden resim çektirmekten itina ile kaçındı. En kısa sürede sayfalarımızda olacaklar.

9 Temmuz 2010 Cuma

yağmur modu

Yine klasik yağmur modumdayım. Elimde kahve camın önünde yağmuru seyredip kanepede tosur tosur uyuma modumdayım.
"Yazın yağmur yağar mı? Ne biçim bir yaz bu yaz!" diye hiiiiç vızıklanmıyorum. En güzel yaz böylesi işte. Tam kıvamında ne soğuk ne sıcak, limonata gibi serin işte.
Bu yağmur modu emeklilikte de devam etse ya ne güzel olur. Sahi ne kadar vardı benim emekliliğe?

8 Temmuz 2010 Perşembe

finalin adı del bosque

"3 dakika uzatma var!" diyor spiker ama bende üç dakikada yenecek tırnak kalmamış. O üç dakika sanırsın 3 saat ya da 30 saat. Son düdüğü duyuncaya kadar ömrümden ömür gidiyor, hava zaten leş gibi sıcak ben heyecandan olmuşum sucuk. Sonunda hakem düdüğü çalmayı akıl ediyor ve maç İspanya'nın lehine sonuçlanıyor.
Ben böyle tırnak yedirten maçları seviyorum. Dakikaların saat gibi geldiği bir türlü bitmek bilmeyen maçları seviyorum. Ama nerde bizde o maçlar. Bu akşam inanamadım İspanya'nın oyuna asılmasına. Bir takımda bütün herkes mi topu takip eder. O savunma neydi öyle Alman panzerlerine geçit vermediler! Adamların sadece bir ya da iki net gol pozisyonu var. İspanya savunması göz açtırmadı, aval aval "aaaa top geliyor!!!!" diye topa bakıp ööööle donup kalmadılar. Maçta su gibi akıp gitti, hiçbir yerde tıkanmadı.
Şimdi insan düşünmeden edemiyor; bu iki teknik direktörde (Bosque ve Löw) bizde iki büyük takımı çalıştırdılar. Ama birşey olmadı. Başka yerlere gittiler, mesela Bosque Real Madrid'e geldiğinde mucizeler yaratmış. Şimdi soru şu: bunlar mı bizi sallamıyor da işlerini iyi yapmıyor yoksa malzeme mi kötü ortaya iyi birşey çıkmıyor?

7 Temmuz 2010 Çarşamba

ilk mürüvvet

İlk doğduğunda kıpkırmızı minicik birşeydi. Adım adım büyümesine tanık olduğum için elimde büyüdü sayılır. Artık küçük bir adam oldu. Geçen cumartesi ilk mürüvvetini gördük Berk'ciğimin. Sünnetine bende kurabiyelerimle tat katmak istedim.

Bu arada mutfak açıldı. Bekleriz efendim.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

tatil durağı no.2

Bu yazı aslında birkaç gün önce yazılacaktı ama bugünlerde kafam o kadar meşgul, o kadar çok şeyi aynı anda düşünüyor ve bir çözüm bulmaya çalışıyorum ki korkarım beynim patlayacak yakında. Neye üzüleceğimi neye sevineceğimi şaşırdım. Kapıcının kızını kaçırmışlar, Simon aniden dermansız bir hastalığın pençesine düşmüş bunlara mı üzüleyim yoksa veterinerde bakıma verdiğim için mali durumumu felç eden öksüz kediciklere ev bulamadım, daha fazla veterinerde bakamayacağım için iki ay bende arka balkonda kalacaklar ve bu durumu hem evdeki kedilerden hem de evin beyinden saklamam hadi saklamak demeyelim de onların normal rutinlerinin bozulmamasını sağlamam lazım kendi halime mi üzüleyim yoksa geldi gelecek diye günlerdir beklediğimiz Ekin bebeğin heyecanına kapılıp herşeyi unutayım mı? Ayyy bilmiyorum valla...Beynim uyuştu...Bu yazıyı bitirip hemen uyuyacağım. Aslında günlerce aylarca uyumak ve ben uyandığımda bütün işler hallolmuş olsun istiyorum. Ne güzel olur. Neyse tatili düşünmek bile iyi gelir belki.
Tatilimizin ikinci durağı Ayvalık'tı. Aslında Cunda desem daha doğru olur zira Ayvalık'ın içinden sadece arabayla geçtik Cunda'ya giderken. Biz de herkes gibi Cunda turuna önce balık yemekle başladık. Bay Nihat'a gittik önce. Sadece mezelerini tattık ve yine öyle pek ahım şahım şeylerle karşılaşmadık ne yazık ki. Bildiğimiz normal mezelerdi yediklerimiz. Ardından Taş Kahve'de kahvelerimizi höpürdetirken geleni geçeni kestik.
Tabii yaz gezilerinin olmazsa olmazı dondurma burda da yendi, test edildi onaylandı. Böğürtlenler, bize dondurmayı satan çocuğun ninesinin bahçesindenmiş!!! Bir de soğuk bir espri yaptı sevgiliye. "Abi geçen senede sen burda değil miydin? Gözlüğünden tanıdım bir de yanında sarışın bir abla vardı!" dedi. Artık beni mi denedi yoksa o gün kendini bayat espri konusunda çok mu formda hissediyordu bilemiyorum. ama dondurması fena değildi. Haaa bir de gezinirken Fenerbahçe'nin anlamsız kalecisi Volkan'ı gördük. Sanırsın Hollywood starı. Bir kasıntı bir kasıntı. Ama Allah için isteyen herkesle fotoğraf çektirdi.
Sonra Cunda sokaklarında dolaşırken hayalimdeki pastacıyı buldum. Pastalarına değil ama dükkana bayıldım. Şimdi dürüst olmam lazım sakızlı kurabiyeleri güzeldi, denemek lazım.  
Dönüş yolunda tepede gördüğümüz değirmene uğradık. Bu değirmen aslında Agios Yannis kilisesininmiş. Patrik Teodosios zamanında İstanbul'daki Fener Rum Patrikhanesi'ne bağlanmış. Ama günümüze sadece şapeli ve değirmeni kalmış. Bir de bu şapelin kitaplığı varmış. 1924 yılında yaşanan zorunlu göç sonrasında zamanla tahri polan bu kilise ve değirmeni, Rahmi Koç restore ettirmiş ve ilerleyen yaşı nedeniyle göz sağlığı bozulan "Göremediğime değil, okuyamadığıma üzülüyorum" diyen emekli Büyükelçi Necdet Kent ve eşi Sevim Kent'in adları verilmiş. Necdet Kent, Muhtar Kent'in babası. Muhtar Kent, babası ölünce kalan kitaplarını bu kitaplığa bağışlamış. Cunda'nın limanına tepeden bakıp enfes bir adalar ve Ayvalık  manzarasına karşı şarabınızı yudumlayabileceğiniz sade ama şık bir mekan burası. Tavsiye ederim.



İşte şimdi bana böyle gamsız tasasız bir kedi uykusu

ve böyle terliğimi ayağımın ucunda sallatacak Egeli rehaveti lazım.