31 Mayıs 2010 Pazartesi

insanlık mı?... o ne?

Sabah uyanırsın, güneş pırıl pırıl, hayatında yeni bir yaz sabahıdır başlayan...
Yatağı düzeltirken "acaba dersin bugün nasıl bir gün olacak?"
Kahvaltını eder arabana kurulur radyoyu açar en sevdiğin sabah programın yapan dj'yi dinlemeye başlarsın
O an duyarsın insanlıktan nasibini almamışların yaptığı saldırıyı
"Nasıl ya?" dersin. "Bu kadar kin, nefret, gözü dönmüşlük nasıl olabiliyor?"
Vicdan bir semt adı ya da cadde adı mı ne ki?
Nasıl bir rahatlıktır bu?
Nasıl bir gözü dönmüşlüktür?
İnsanlık sözlüklerde mi kaldı?

29 Mayıs 2010 Cumartesi

muhtar

Kadıköy'e giderken bugün dolmuşta, arkamda bir çift. Enteresan bir çift ama. Oğlanın bir kuaförde çırak olduğunu düşündüm çünkü saçları klasik kuaför çıraklarının saçı gibiydi. Yanlar kısa, üstler bir zamanlar Ümit Davala'nın kestirdiği Mohikan tarzının jöleyli hali. Birbirlerine sarılıp fotoğraf çektiriyorlar, romantizm had safhada. Cicim ayları herhalde. Nedense bunlar nasıl kavga ederler / ediyorlar diye düşündüm. Camdan dışarı bakıp onları daha fazla dinlememeye hatta duymamaya çalıştım zira oğlan kişi o bed sesi ile "lingo lingo şişeler benim halim bilmem ne" şarkısını habire söyleyip duruyordu. O ana geri dönelim:
Oğlan: Canım şöyle dur çekiyorum şimdi
Kız: Bak şöyle durayım. Tamam mı?
Oğlan: Lingo lingo şişeler benim halim..... Cık olmadı bu siliyorum.
Kız: Bakıyım!
Oğlan: Lingo lingo şişeler. Yaw nerde bu "oyuncak müzesi"? Sizin hocada  amma enteresan ödevler veriyor kızım ya! Biz Gebzeliyiz nerden bulucaz bu müzeyi?
(Sonra yanındaki teyzeye döner) Nerdedir bu müze siz biliyor musunuz?
Teyze: Yaaaa. Erenköy'de. Biz geçen önünden geçtik ama bilemicem.
Şimdi benim bu olaya müdahele etmemem lazım di mi. Bana ne? Arasın bulsun lingo lingo şişe. Zaten bu şarkıyı dilime taktığı için gıcık oldum oğlana. Ama yoook, içimdeki muhtar kabardı. Döndüm arkaya. "Birazdan ışıklara gelicez. Orada inin. Karşıya geçin. Doğru sokağın aşağısına kadar yürüyün. Sorun orda birilerine size gösterirler" dedim. Olaya dahil oldum rahatladım.
Dönüşte arkaya gençten bir kızcağız bindi. Yanındakine "Ayşe Kadın neresi ?" diye sordu. Kız bilemedi. "Ay" dedi öbürü "Şimdi ben nasıl bilicem orayı?". Diğeri şoföre sormasını söyledi, kız şoföre "N'olur beni Ayşe Kadın'da indirin" dedi. Adam "tamam" dedi anlaştılar, kız yerine oturdu. Olay bitti di mi? Hayır. Ben yine karıştım.
Ben: Ayşe Kadın'da nereye gideceksiniz? (çünkü ben Ayşe Kadın muhtarıyım)
Kız: Ayşe Kadın'a. ( Kız böyle söyleyince sanırım gözlerimi devirdim. Orasını biliyoruz manasında.) Yani bir halıcı vardı öyle hatırlıyorum oraya.
Ben: Hisar Halı mı Cihan halı mı? ( Bak bak bak maşaallah tekmili birden minibüs caddesinin bütün halıcılarını biliyor. Muhtar ya kendisi)
Kız: Ayyy bilmem ki? Cihan mı hisar mı?
Ben: Hisar kocaman dört katlı olan.
Kız: Yaaaa yanından yol geçiyor, böööle aşağıya doğru yürüyorsun.
Ben: Tamam Hisar halı. Ben size söylerim, inersiniz orda.
Yaw sana ne? halletsin, baksın başının çaresine. Yok. Utanmasam ben de kızla inip götürücem onu gideceği yere. Muhtarım ya ben, illa karışıcam, yol yordam göstericem yoksa içimdeki muhtar rahat edemiyor.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

aranıyor


Acil aranıyor....
İçten sıkıntıları süpürecek,
Kalan pişmanlıkları, eskiye özlemi, hasreti çekip alacak
Umutsuzluğu, karamsarlığı, depresifliği, melankoliyi beyin kıvrımlarından bir daha varolmamak üzere koparacak
Bunların yerine bol umut, sevgi, huzur, iç denge, akıl, fikir, sevinç, aşk, şevk, inanç
ekecek, yeşertecek
Bir mucize ya da bir makina ya da bir parallel evren ( neyse o; bugünlerde çok karşıma çıkıyor, Lost'un son bölümü ile ilgili yazılarda karşıma çıkıp duruyor)
Bir sihirli değnek bir icat
Bir erkek bir kadın
Bir falcı bir büyücü
Bir astrolog bir yıldıznameci
Bir yol bir yordam
vs. vs. vs. vs. vs. aranıyor işte napıyım!!!!

çelik gibi sinirler

Herşey ne kadar da iyi başlamıştı. "Vayyyy beah! Demek Türk senaristler böyle diziler yaratabiliyorlarmış" demiştim. Ta ki şu son üç bölüme kadar. Nedir bu Ezel dizisi ya böyle? Eyşan hanım'ın kocası onu ölümle tehdit ediyor, polisler kapıda nöbet tutmuş, haspam pür makyaj, saçlar yapılı, tek omzu açık son moda kıyafeti ile salım salım salınıyor. Hoş, teyzenin başına gelecekler umrunda değil, nasılsa süper sevgili Ezel onu korur. Dayamış arkasını Ezel'e, umrunda mı dünya!!!! Bölümün ilerleyen dakikalarında kocası geliyor, hanımın boğazına yapışıyor, neredeyse öldürecek. Sıkıyor da sıkıyor. Ama tataaaaam!!! Ezel, bacadan pardon kapıdan giriyor, Eyşan'ı kurtarıyor. Bir sonraki karede ise Eyşan hanım yine pür makyaj, sevgilisine diyor ki "gel benle" zaten orada işi bitiriyorlar.
Şimdi Allah aşkına kim böyle davranır? Benim hayatımda böyle atraksiyon olacak; kocam her an beni öldürmek için gelebilir, ben ne makyaj yaparım ne de üzerime -varsa- son moda bir elbise geçiririm. Giyerim bir eşofman altı, toplarım saçlarımı tepeme öyle beklerim. Canım ne süs ister ne püs. Stresten yanan midemle tırnaklarımı yiyerek otururum. Yaw Eyşaaan! sende ne çelik gibi sinirler varmış kardeeşşşş! İçin de istiyo ha, giyeneyim, süsleneyim, püsleneyim. Valla bravo!!!
Bu olaydan çıkan sonuç şudur: daha gerçekle bağlantılı, "evet böyle birşey gerçek hayatta olabilir" dedirtecek senaryolar, Türk senaristler tarafından henüz yazılmamıştır belki de hiiiç yazılamayacaktır. İlla iyi giden bir dizi sapıtmaya mahkümdur.

25 Mayıs 2010 Salı

salak ben!

Sabah uyanıyorsun, yeni bir gün başlıyor, kafanda bir iki plan "bugün bu var, onu yaparım bunu yaparım" diyosun. Ama yok hayat sana başka planlar yapmış, bekliyor öyle.
Bugün işte boktan bir şeyle uğraştım. Daha önce aldığım yanlış bir kararın sonucu bugün ve daha uzun bir süre beni uğraştıracak. Anlatamayacak kadar sinirim bozuk. O kadar kızıyorum ki kendime.
Ben hiç adam olmam. Birşeye karar vermeden bakalım ne zaman oturup adam gibi düşüneceğim. Bir şeyin olurunu olmazını ne zaman iyice araştırıp, öğrenip, düşünüp, taşınıp, karar vereceğim.
Sabahtan beri kendime küfrediyorum zaten.
Yok benden adam madam olmaz. Herşeye böyle lapin gibi atlarım, sonrada pişmanlık içinde kıvranır, mutsuz olurum.
Salak ben!

21 Mayıs 2010 Cuma

alya,malya,dalya




Sonunda dalya dedim ben de. Bununla birlikte bu sene yazdığım post sayısı yazıyla yüzü (rakamla 100) buluyor. Arkada "Oz Büyücüsü"nün en bilindik (ve benim en sevdiğim şarkılardan biri) şarkılarından Judy Garland tarafından söylenen "Over the Rainbow" çalıyor.
Umutla yazıyorum bu yüzüncü postu, herşey iyi olacak bir şekilde. E.'cim haklı; çok düşünüyorum, akışına bırakmalı herşeyi.... Olacak olanlar bir şekilde oluyor zaten. Mesele kardeşşş, olanların benim için iyi olan şeyler olması.
Gökkuşağının ötesinde bir yerlerde iyi şeyler var....

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ı love u şenol / final part

- Bolu tünelinde telefonlarına ulaşılamayan bir grup Fenerbahçe taraftarının hala kutlama yapıldığı öğrenildi

- Şampiyonluk gelince dünyayı yakarız" dediler, gelmeyince statlarını yaktılar.


- "Sazan" yaz, 1907`ye gönder, "şampiyon olduk" deyip sahaya insinler


- Atkı 19 TL, forma 89 TL, maç bileti 100 TL, fenerin şakadan şampiyonluk sevinci paha biçilemez
 
- Bilica kupa bulma umuduyla Saracoğlu`nda yine kazı çalışmalarına başlamış


- Şampiyonlar ikiye ayrılır biri gerçek şampiyon, biri de kendini şampiyon zannedenler


-Uludağ gazozundan çıkan şifreyi AZİZE yazıp 1907`ye gönder şampiyonluk size kapak olsun

-Fenerbahçe Şampiyon’ anonsuyla sahaya inip sevinen taraftarlardan jet yalanlama: “Bilica’nın eştiği çukura bakıyorduk.


- En azından mevcut duruma yabancı değiller. Sadece uzatma 12 dakika daha azdı o kadar.


-Fethullah Hoca, Aziz Yıldırım’ı aramış, “Size gol atan bizim çocuklar değildi” demiş…
- Demek ki neymiş? Son düdük çalmadan caddeler süslenmezmiş.


- Playstation’ı kapatın.. Hadi yataklarınıza.


-Fenerbahçeli futbolcular stattan çıkmak için Bilica’nın tünel kazmasını bekliyorlarmış.


* Fanatik falan değilim, kimseyi kızdırmak ya da incitmek için bile bile bunları koymadım. Ama bu olay bizim başımıza gelseydi Fenerli'lerin bunlardan aşağı kalır şeyler yazmayacaklarını bildiğimden ve gerçekten yaratıcı olduklarına inandığımdan bu geyikleri buraya aldım. Darılmaya gücenmece yok, futboldur bu, top yuvarlaktır. Zafer bey'e sevgilerimle.....

* Bu şampiyonluğa bir de en çok Ertuğrul Sağlam adına sevindim. Bütün mucizelerin yabancı teknik direktörlerde olacağına inanan büyük takımlara inat, geçen sene ortasında ona inanmayıp, arkasında olmayan Beşiktaş'a da bir ders verdiğini düşündüğümden Ertuğrul hoca için sevindim. Umarım bu başarısının arkası gelir. Arkasındayız.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

sinir

Biraz önce aradım, "ne yapıyosun? kışlıkları getirmeyi unutma, ayakkabılarını da unutma" dedim. "Olur" dedi "ha akşama hazır mısın?" dedi. "İvet" dedim Sandım ki akşam onu görmeye hazır mıyım onu soruyor. Yok efendim o değilmiş. Akşam bir restorana rezervasyon yaptırmış bir arkadaşı ve onun gerzek sevgilisi ile birlikte şehrin lüks mekanlarından bir yere gidecekmişiz. Bak bak bak....söylemiyor bile. Ben telefon etmesem söylemeyecekte. Akşam sekizde gelecek "hadi gidiyoruz" diyecek. Yaw o kadar sinirliyim ki şimdi kazara cadı falan olsam onu çoktan kurbağaya çevirmiştim.
Bir kere sen bilmiyo musun ben gıcık insanım, öyle ha diyince sokağa çıkamam, emrivaki sevmem. Plan program insanıyım. Kimle, ne zaman, nereye, nasıl gidilecek bilmek isterim. Hem belki ben bugün dışarı çıkmak istemiyorum, ne biliyosun, sordun mu yok! O çıkmak istiyo ya çıkılacak. Hem bakalım o çoooook lüks mekan gitmek istiyormuyum. Sen daha öğrenemedin mi o çoooook lüks mekanlar ben de had safhada alerji yapıyor. Kıl oluyorum, sevmiyorum öyle yerleri. Hem daha geçen hafta kredi kartları, idare üzerine bana tan tan laf ettin, içimi kuruttun, üzdün, sıktın şimdi ver bakalım akşam bir tomar parayı oralara gereksiz yere. Sonra bana idareden bahset.
Sinir.....

14 Mayıs 2010 Cuma

Üç E, Moda, 81300/Kadıköy

Neye niyet neye kısmet... bugünün anlam ve önemini anlatan en iyi söz, deyim, önerme (felsefe kursuna gittiğim belli olsun di mi ama). E.'cimle niyetimiz P.'yi ziyarete Kuzguncuk'a gitmekti ama P.'nin bizi satması üzerine, "eeeee napcaz şimdi?" sorunsalını Moda'ya gitmeye karar vererek çözdük. Bu sıcak havada yapılabilecek en iyi şey, gidilebilecek en doğru yermiş günün sonunda anladık.





                                                        Ekin hanım gezmede fotosu no:2

Önce Ekin hanım'ı doyurduk. Annesi, Kırıntı'nın lezzetli cheeseburgerini hüpletince sevinç kıpraşmaları ile teşekkür etti.



Zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış. Bu yüzden bu resme fazla birşey yazamayacağım. Zira biz, bu sıcak havada kendimizi kafe Kemal'in ağaçlarının gölgesine atmışken, bazı şanslı vatandaşlarımız yelkenleri fora edip, deniz üstünde püfür püfür serinlemeyi tercih etmişlerdi.
Üstteki fotoda yuvayı dişi karga yapar.


                                            Bendeniz.... bakakalırım giden geminin ardından....




                                           Yaz gelmiş bikini mevsimi açılmış bana ne
                                           Ali usta'dan çıtır külahta iki top dondurma ver elime....


merak

Yedinci haftasının bittiği benim meşhur felsefe atölyesinde nihayet buzlar erimekte ve bir kaynaşma havası yavaşta olsa hüküm sürmekte. İnsanların bir grup olup birşeyler yapmak isteği -her zaman olduğu gibi- o kadar fazla ki hemen "eee ikinci kura ne zaman başlıyoruz?","hocam eğer gelecek sene baharda başlayacaksanız biz dışarda bir araya gelelim, her hafta birinin evinde buluşalım, bahara kadar bu işten soğumuş olmayız" denmeye başlandı. Biliyorum bu gazla atölye sonunda sözleşilir, sonra ilk toplantıya herkes gelir sonra yavaş yavaş bu iş tavsar. Neyse ben perşembe akşamları bu atölye ortamında eğlenmeye başladım ama asıl eğlence eve dönüşte bindiğim sarı dolmuşlarda oluyor.
Bir kere şunu anladım; bizim insanımız cep telefonuna ne kadar hasretmiş. Minibüse binen hemen telefonuna sarılıyor. Hele bazıları bindiği andan ininceye kadar yaklaşık 45 dakika birilerine habire birşeyler anlatıyor. Bir de rahatlar, sanki evlerinin salonunda ya da odalarında gibi sevgilileri ya da iş arkadaşları ile ha babam konuşuyorlar, anlatıp duruyorlar.
"Bak sen benim ağbimsin tımam mı? Hayır.....bilinsin istemiyorum.... öğrenmesin okuldakiler....öyle işte....haftaya finallerim var.....çok fena oluyorum ben o zamanlar, bir de tv çekimim var, yarın çok meşgulum. Sabah erken kalkıp tv çekimine gidicem.....herkes onunla çalayım istiyor...efendiiiim....haaaaa.....daha iyiyim...demin aradığında...efediiiimmm...haaaa....evet...."
İşte böyle konuşmalar...bütün dolmuş hep beraber bu hanım kızımızın o koca kutuda hangi müzik aletini taşıdığını, nerde çekimleri olduğunu, bu yeni erkek arkadaş mı yoksa eskisi mi? merak edip duruyoruz. Hayatlarımıza bir de böyle detaylar giriyor. Şimdi ben mesela bu akşam yanıma oturan cooker ve terrier kırması köpeği olan, dolmuşun arka koltuğunda benim sağıma oturan kız ile o kızı ve köpeğini görür görmez hooop diye köpeği sevmek için nerdeyse kucağıma oturacak olan, en sonunda da beni "yer değiştirelim mi" diyerek en sola atmak suretiyle ekarte eden oğlanın tanışıklıklarının bir aşka dönüşüp dönüşmeyeceğini hayatım boyunca merak edeceğim.
Şimdi yazık değil mi bana! bütün bu merak edilen sorulara cevap bulamayacak olmak ve bu merakla yaşamak zorunda bırakılmak reva mı yaaaaneeee!!!!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

kokarca sezonu

Mayıs'ta bitiyor.... Bu demektir ki bilumum toplu taşıma araçlarında yolculuk etmek için uzun süreli nefes tutma egzersizlerine biran önce başlanmalı. Zira kokarcaların sezonu açılmakta. Erkeğinden kadınına mis gibi ter kokan kokarcalar saracak her yanı. Hiiiiç "ıyyyy aşalıyor insanları" diye burun kıvırmayın. Yalan mı? Kokuyorlar işte. Otobüste ayaktasınız, eliniz askıda yanınızdaki tipte kaldırmış kollarını o da askıyı tutmakta ve kollarının altından buram buram koku salmakta. Kimbilir o gömlek / tshirt ne kadar zamandır yıkanmamakta ve hatta kendisi ne kadar zamandır yıkanmamakta. Hadi anladım çoluk çocuk maaile yıkanınca su parası çok geliyor, aile bütçesi sarsılıyor ama çok mu zor gidip bir deodorant almak. Bir deodorant dört bilemedin altı lira. Tabii böyle birşey almak için bu kokudan insanın kendisininde rahatsız olması lazım. Eğer rahatsız olunmuyorsa, normal geliyorsa, kişinin burun kanalları tıkalıysa ne yapsın di mi ama! O zaman biz kendi çözümümüzü kendimiz bulalım, uzun süre nefes alınmadan nasıl durulur diye Yasemin Dalkılıç'tan özel ders alalım ya da bir şekilde mutasyona uğrayıp kulaktan falan nefes almaya çalışalım yoksa bu sezon geçmez böle.

11 Mayıs 2010 Salı

tarif no.4

Bu Cumartesi yine içimdeki Derya Baykal uyandı, bütün günü mutfakta geçirdim. Önce bir incir reçeli patlattım ki kendisi benim ömrü hayatımda yaptığım ilk reçel olma özelliğine sahiptir. Biraz sulu olmakla beraber yenilemeyecek bir reçel olmadı ama tabii daha geliştirilecek. Onu da bir başka post olarak buraya not edeyim bir ara. Sonra reçel kesmedi kabaklı, havuçlu bir mücver patlattım sonrasında da uzuuuun zaman önce E.'cimden aldığım ve bir kenarda bekleyen bir cheesecake tarifini denedim. Nette yapmış olduğum kısa bir araştırma sonucu çeşit çeşit cheesecake tarifi olduğunu gördüm. Asıl tarif hangisidir en doğru cheesecake nasıldır bilmiyorum ama benim tarifin oldukça pratik ve hafif olduğunu söyleyebilirim.




Fişnelü Cheesecake

Malzemeler:

Taban için:

* 2,5 paket eti burçak bisküvi
*125 gr sana yağı

Ortası için:

*3 yumurta
*1 su bardağı toz şeker
*1 su bardağı süt
*1 limon kabuğu rendesi
*1 tatlı kaşığı limon suyu
*400 gr pınar labne peyniri

Üstü için:
* 2 su bardağı vişne kompostosu
* 2 çorba kaşığı nişasta

Yapılışı:
Önce bisküvileri rondoda toz haline getirip önceden eritilen yağ ile iyice karıştırıp, kelepçeli kalıbın içine döküyoruz. Kaşığın tersi ile hamuru iyice sıkıştırıyoruz ki daha sonra kek dağılmasın. Sonra ortası için önce yumurta ve şekeri biraz çırpıp, diğer malzemeleri de ekleyerek, kekin içindeki hamurun üstüne döküp önceden ısıtılmış fırında 170 derecede 40-45 dakika pişiriyoruz. Bazı fırınlar için süre farklı olabilir, arada çatal ya da kürdan yardımı ile pişip pişmediğini kontrol edebilirsiniz. Pişen kek fırından çıkartılıp soğuması beklenirken, daha önceden yaplımış vişne kompostosundan iki bardağı iki kaşık nişasta ile karıştırıp, jöle kıvamına gelmesini sağlıyoruz. Yalnı bu iki bardak ölçüsü değişebilir. Eğer daha kalın bir üst istiyorsanız, daha çok su ve nişasta koyabilirsiniz. Daha sonra vişneleri kekin üstüne koyup, vişne jölesini de ekleyip, buzdolabında 24 saat bekletin ki daha lezzetli olsun.

Sonuç:
Aslında bir itiraf yapmam lazım. Ben dışarıda tatlı tercihi olarak cheesecake'i tercih eden biri değilim. Bir kere yedim ve bu deneyim biraz midemi kaldırdığı için cheesecake benim her zaman en son tercihim olmuştur. Ama bu tarif bana çok hafif ve lezzetli geldi. Hem pratik hem de lezzetli. Bir dahakine alt tabanını da kendim yapmak istiyorum yani bisküvi kullanmadan yapacağım.
Bir itiraf daha resim görüldüğü gibi benim food stylingim değil, o işi bir türlü beceremiyorum. Sanırım fotoğraf makinasından. Zaten kardeşim ayarlarıyla da oynamış galiba, makine bir değişik.
Bakalım nasıl bulacaksınız bu tarifi?

10 Mayıs 2010 Pazartesi

kesin yaşlanıyorum

Yaşlanma paniği hormonal midir? Bilemiyorum ama son günlerde aynanın önünde sürekli yüzümü çekiştirip, ellerimi yanaklarıma koyup yanlara doğru çekiştirip yüzümün daha gergin nasıl duracağına bakıp duruyorum ve daha da fenası kadın dergilerindeki kırışıklık giderici, lifting (gerginleştiren, sıkılaştıran, cildi kaldıran anlamında) yapan kremlere bakıp, bir bilenlere danışıyorum. İnsanın içinden geliyo engel olamıyorsun. Herhalde yaşla ilgili hormonal bir durum. Eskiden botoks yaptıran ve de estetik olanlara "amaaaan ne gereği var" derken şimdi "olabilir aslında" demeye başladım.
Bugün kendimi bildim bileli koltuğunda olan CHP genel başkanı istifa ediverince kesin yaşlandığımı anladım (ya da herhalde dünyanın sonu geliyor. Eğer ikinci seçenek doğruysa lifting yapan kreme gerek yok.) Her ne sebeble olursa olsun, birinin tarihe böyle geçmesi hiç hoş değil. Ben en çok karısı için üzülüyorum. Ne hissediyordur kimbilir. Belki de uzun zamandır hissettiği birşeyin gerçek olduğu ile yüzyüze gelmenin verdiği şok içindedir belki de zaten zor bir adam olan Baykal ile hayat geçirmenin cilvesi diye bakıyordur. Neyse ne hem Baykal hem de eşi için zor bir zaman bu zaman. Gerçekten keşke böyle gitmeseydi.
İşte insan hep aynı yerlerde yıllarca görmeye alıştığı insanların birer birer sahneden çekilmesiyle anlıyor zaman değişiyor, insan yaşlanıyor.

9 Mayıs 2010 Pazar

bir dahakine... umarım

Bugün anneler gününü kutlarken aklıma ara ara düştü..."Gitmeseydi beş ay bitip altıya girecektik" dedim kendi kendime. Sonra "hadi hadi" dedim "enseyi karartma, güneşe dön yüzünü, seneye belki de kucağında olur bir bilemedin iki tanesi, onlarla kutlarsın sende anneler gününü".
Hızır amca duymuş mudur acaba beni?

5 Mayıs 2010 Çarşamba

ı love u şenol

ı love u şenol
ı love u şenol
ı love u şenol
içimin yağlarını erittiğin
onlara üç taktığın için
ı love u şenol
ı love u şenol
ı love u şenol
çok konuşanları susturduğun
kupayı kaptığın
arkalarına baktırdığın için
ı love u şenol
ı love u şenol
ı love u şenol

romantik(a) gün

Dün öğlen tatilinde bir yandan tıkınır bir yandan da üşürken (dün felaket bir üşüme nöbeti geldi, kemiklerimin içi acıdı, yürüyünce kırılıverecekmiş gibilerdi) E.'cim aradı. "Hadi buluşalım, dışarısı pek bir güzel" dedi. Önce "benim kemikler kırılacak gibi, ben eve gidip tumba yatak yapmayı düşünüyorum, seni ekiyim ayıp olmazsa" dedim demesine ama içim el vermedi. Zaten uzun zamandır görüşmüyorduk, Ekin'ni de göresim gelmişti, aradım tekrar; "attım bir Minoset ağzıma, bir süre idare eder, hadi buluşalım" dedim ve simitleri peynirleri alıp Fenerbahçe Romantika'ya gidelim dedik.
İstanbul'da yaşamanın en iyi yanlarından biri, bir şekilde denize kavuşabiliyor ve bir süreliğine güneyde bir yerde tatildeymişsiniz gibi hissedebiliyorsunuz. Dün de öyle oldu. Ben, E.'cim ve Ekin hanım şöle bir tur attık parkın içinde, Ekmekçikız'ın ağacına selam verdik, Romantika'nın simitlerine ve çayına kendi peynirlerimizi sürüp, bir tatil beldesinde olduğumuzu düşünüp denizin kokusunu içimize çektik.

Ekin hanım ve annesi, ahretliğim E'cim. Yakında aramıza katılacak Ekin hanım. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Ben sahil teftişi yaparken. Herşey yaza hazır ve nazır.


Simit ve çay pek pahalı. Tavsiye etmiyorum. Ajda bardakta iki çaya ve iki simite 14 ytl. verdik. Aynı hatayı bir daha yapmıyoruz / yaptırmıyoruz.




hıdır gecesi bu gece

Eeeee herkes yazar da Karga yazmaz mı? Yazar tabii. Bu gece Hıdır amca'nın cümle alemi dolaşacağı gece. Küçükken anneannem içimi ürperten bir hikaye anlatmıştı.
Kadının biri bu Hıdır'ı görmeye kafayı takmış, evin her yerine ziller çıngıraklar asmış, kendisi de uyumamış oturmuş Hıdır'ı beklemeye. Sabaha karşı bütün ziller çıngıraklar çalmış ama Hıdır'ı görememiş teyze.
Bu gece için çeşitli söylentiler var. Kimi diyorki  gül dalına as dileğini, kimi diyor gülün dibine göm dileğini sabaha karşı al, denize at. İki sene önce biri sabah ezanında kalkıp dua edeceksin, kapıları pencereleri açacaksın ki içeri bereket bolluk girsin demişti. O zamanlar giriş katı bir dairede oturuyordum ve salon camımda da çok güzel bir şarmaşık gülü vardı. Akşam yatarken saati ezana göre kurdum,dileklerimi camdaki güle astım, yattım. Saat çaldı sabaha karşı, ben kapıları pencereleri açtım ama nasıl korkuyorum. Her taraf sessiz ve bir yerlerden Hıdır çıkıverecekmiş gibi geliyor. Sonra dileklerimi alayım diye camı açınca pencerenin altında kımıldayan birşey gördüm. Hıdır sanıp "Ayyyyyy" diye çığlığı bastım ama benim Hıdır sandığım meğer üst kat komşumun annesiymiş. Dileklerini ağaçtan almaya gelmiş. Bir on dakika nabzımın düzelmesini bekledim.
Bu akşam ve çöp möp çiziktirin dileklerinizi ya gül dalına asarak ya da gülün dibine gömerek sunun Hıdır amca'nın sihirli ellerine. Önemli olan niyet.
Sihriniz bol olsun.

4 Mayıs 2010 Salı

hayatın(m)ız dönem dönem

Hayatımızı bölümlere, kutlu gün ve haftalara göre böldüler. Aylara göre bakarsak duruma şu tablo çıkıyor:
Ocak: nispeten sakin dönem, yılbaşı tantanasından çıkıldığı için, bozulan ekonomik durumun düzelmesi için verilen ara.
Şubat: 14 Şubat. Ocak'ın son iki haftasından itibaren reklamlarla kafamızın ütülenme nedeni. İnsanda, bir sevgilisi yoksa sadece o günü "sap/ tek başına /boynu bükük" geçirmemek için bir sevgili yapma isteği uyandıran, sonradan uydurulmuş, dandirikos gün.
Mart, Nisan: Yaz geliyor, plaj mevsimi yaklaşıyor, spor sdalonlarına hücum zamanı. Sen bütün kış homini girtlek ye iç, sonra Mart - Nisan dönemi kafana dank etsin, spor salonlarından ve pilates, yogay, kickbox gibi bir sürü egzersiz yöneminiden medet um. Deli danalar gibi spor salonunda koş ya da koşma duygusu /gerekliliği uyandırılsın sende. "Yav ben birşey yapmıyorum, hakkaten yaz yaklaşıyor, plajın en şişmanı ben mi olucam acıba?" diye arpacı kumrusu gibi düşündürüldüğün dönem.
Mayıs: Anneler günü hezeyanı. Sen yılın 364 günü arama sorma ananı, birşey ister misin deme, öylesine sırf içinden geldiği için bile bir çiçek alma, sonra bilumum beyaz eşyacı, yatak örtücü, kuyumcunun gazını alarak git bir ton para döküp hediye al. Alma ihtiyacı hissetttirilsin sana yine bir önceki ayın son iki haftası her akşam reklamlarda, sokakta bilboardlarda tan tan beynine girsinler.
Haziran: Plaj mevsimi açılır. Dondurma reklamlarında patlama olur. Bilmem nenin bilmem neli dondurmasını yersen seksi, bilmemnenin bilmem neli dondurmasını yersen aşkı hissedersin. Böyle her akşam her zamaki gibi tan tan kafana vururlar. Plajda dondurma yiyerek eğlenen, kendine son derece güvenen hoş genç erkekler ve kızlar, bu eğlence ve kendine güven dondurmadan kaynaklanıyor pozlarında öleee frizbi falan atmalar, bacak arasından tutmalar. Merak ediyorum bunu izleyip, etkilelen gençler var mıdır? Satışlar artıyor mudur?
Ha bu ay bir de babalar günü vardır. yine beyaz eşyacılar, kravatçılar, takım elbiseciler coşar, bize "bunları alın en yakışıklı baba sizinki olsun" derler. Yahu bu anneler babalar günün de babası olmayanları hiiiiç düşünen yok mu?
Temmuz / Ağustos: Yaz geyikleri had safhadadır. Yaz rehavetinin olduğu ama illa tatile bir yere gidilmesi ve mutlaka ama mutlaka bir yaz aşkının yaşanması gereken dönem. Yazın en gözde mekanlarında bulunmanın zorunlu olduğu, yeni mekana gidilmemişse "aaaaa çok banalsin, neyse biz çok eğlendik" diye havaların atıldığı dönem.
Eylül: Okulların açıldığı ve yaz bitti melankolisinin yaşandığı dönem. Bütün gazete ve dergilerin kırtasiye, kitap reklamı verdiği ve bunun gazını almış çocukların kırtasiyelerde anne ve babalarını delilik sınırlarına yaklaştırdığı zaman.
Bu sene bu okula dönüş geyiğine bir de bayram havası eklenecek. Ağlak bayram reklamları, anne babayı ziyerete gitmeyen çocuklarda yaratılan psikolojik suçluluk duygusunu uyandırma zamanı.
Ekim / Kasım: Bu sene Kasım 'da bayram geyiği dönecek. Ekim'de normal rehavat dönemi. Demek ki yılın sadece dört ayında bizi rahat bırakıyorlar.
Aralık: Ooooooo hava ütülemenin tepe yaptığı dönem. Yılbaşı stresi. Teeee aybaşından itibaren, yılbaşında ne giyilir, ne yenir ne içilir, nerede eğlenilir plan programının yapıldığı, eğer bir program yapmadıysan "eziksin" dönemi. Yılın en ama en sıkıntılı dönemi.

İşte böyle, hayatımızı kutlu ve mutlu gün ve haftalara göre bölmüşler. bizi bilerek alışveriş yapmaya, para harcamaya, sadece ve sadece bir gün birilerini hatırlayıp, -mış gibi davranmaya zorladıkları dönemleri takip ede ede hayatımızı geçirip duruyoruz. Bütün bu dönemlerin koşturmacasına takılıp, aynadaki kırışıklarımıza ya da hayatımızdaki daha anlamları şeylerin farkındalığına varamıyoruz ne yazık ki.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

faniler

İnsanoğlu nankör...Ne kadar istediğini verirsen daha fazlasını istiyor her zaman. Mesela ben, ayıptır söylemesi, bu dönem(eğitimcilerin hayatı dönem dönemdir: sonbahar-kış, ilkbahar-yaz) bir tatil kampı havasında dört gün çalışmaktayım. Allaha şükür, daha ne istenir di mi? Ama yok ruhum ve bedenim bu dört güne de isyanlarda. Hele hele önümüzdeki şu dört gün, dönem sonu olup, sevgili bebelerimi finallere kadar görmemek üzere uğurlayacağım. Bunun dayanılmaz ağırlığına nasıl katlanacağım. Şimdi bu dört gün geçmek bilmez. Hele bugün hiç geçmez çünkü sabah 5.30 itibariyle açtığım gözlerim kapanmamak için zor durmaktalar netekim. Ömrümde ilk defa karga mokunu yemeden işe geldim (ne kadar işkoliğim di mi? (İmaj herşey susuzluk hiçbirşeydir). O kadar erken geldim ki güvenlikçiler bile daha rüya aleminde oldukları için arabayı kontrol bile etmediler.
Şimdi MFÖ'nün dediği gibi "uyku biraz daha uykuuuuu, bütün istediğim buydu"

1 Mayıs 2010 Cumartesi

bir mayıs

Bu sene inat etmediler, 33 yıl sonra izin verdiler. İstenirse ve provokasyona gelinmezse pekala da bir bayram havasında geçebileceği görüldü. Biz gidemesekte aklımız ve fikrimiz oradakilerleydi.
Tüm emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin ve azınlıkların bir mayıs'ı kutlu olsun.