29 Nisan 2010 Perşembe

karganın balkonu yaza hazırlanıyor

Karga'nın Bahar Duası

Balkonuna bahar gelmiş gördün mü?
Saksılarını değiştirmiş duydun mu?
Saya saya yaz geldi
İran karpuzu arzı endam eyledi
Çilek, erik, kayısı, vişne
Koy poşete pazarcı enişte
Artık şu poyraz bitse
Ketenlere geçilse
Balkonlar bizi bekler
Nerde ey şu kelebekler?



içi şişkin karga

Bahar geldi ya gardırobumda bahar temizliği yaptım geçenlerde. Uzun zamandır giymediğim şeyleri verdim manikürcüme. Söylediğine göre kızıyla kendisi beğendikleri şeyleri alıp, giysiye ihtiyacı olan başka bir akrabasına veriyormuş.
Bahar temizliği yaptım yapmasına da niye her sabah "ne giycem ben şimdi?" krizi yaşıyorum ki?. Dolapta herşey var ama hiçbirşey yok. Bugün öğleden sonrayı -yapılacak işleri bitirince- moda bloglarında gezinerek geçirdim. Ama midem bulandı. Ya moda iyice çığırından çıkmış ya da ben zevksizin biriyim. Kendime bir stil oluşturmak için fikir alayım dedim, gözüm döndü, başım ağrıdı. Abuk subuk herşey moda mı ne? anlamadım. Hadi burdan midem bulandı biraz da ev dekorasyonuna bakayım dedim, o daha da beter. Evdeki herşeyi atmak lazım. Buna da kafa patlatmak lazım.
Ayyyy içim şişti. aman ya kargacım boşver stilmiş dekorasyonmuş yerim bunları geçir kotunu altına git işte ya! Bir dirhem kıyafet bin ayıp örtüyor işte.

28 Nisan 2010 Çarşamba

hakkaten kim bunlar

Uzun zamandır aklımda olan ama hep yazmayı unuttuğum bir konuyu La Santa Roja yazmış bir süre önce. Ben bugün gördüm. Aklıma düştü ve hah dedim ben de sorayım; "Hakkaten kim bunlar?"
Kimler mi?
Günün en alakasız saatlerinde mesela sabah onda; bilumum çalışan kölenin işte olması gereken saatte Cadde'de, alışveriş merkezlerinde ya da herhangi bir sokakta dolaşan o yakışıklı, düzgün tipler kimdir, neyin nesidir, nerden gelmektedirler veya nereye gitmektedirler? Gerçekten hepsi mi miras yedi, serbest meslek sahibi ya da dolaşılan bir iş mi yapıyorlar? En son seçeneği yani dolaşılan bir iş yapma seçeneğini kafadan eledim çünkü bu tipler genelde eşofmanla dolaşıyorlar. Tek ya da refikaları ile takılan bu abiler izinli olabilir mi acaba? Ama bu da olamaz çünkü izinlerini Cadde'de gezip tozarak harcayacak tipler değiller. Pekii çalışmadan keyif yapacak kadar zenginsen kardeşim niye sosyal projelerde çalışmaz da böyle Cadde'de AVM'lerde fink atarsın. Saç saç paraları...
Benim gittiğim spor salonunda var bir tane. Adam gerçekten havalı, üstünde salaş ama yakışan bir eşofman, solaryum yanığı. Ben 3'te gidiyorum, o spor salonunun önünde oturmuş tavla oynuyor. Bak bak bak kimbilir kaçta gelmiş, muhabbet etmiş, tavlaya geçmiş. Daha spor yapılmamış ama. Tavladan sonra spor. Ben yaklaşık bir-bir buçuk saat tepiniyorum orda. O daha yeni teşrif ediyor spor yapmaya. Ağır ağır. Adamın zaman mevhumu yok. Acelesi yok. Yapacak işi, gidecek yeri, evde bekleyeni (illa karısı ya da sevgilisi değil canım, kedisi köpeği ya da anası babası olabilir) yok demek ki. Öyle bir rahatlık. Onu görünce bana geliyorlar. "Yahu bre zındık sen nesin? Ne yer ne içersin? Serbest meslek yapıyorsan bu saatte burda işin ne? Kim duruyor işin başında? Duran hiç mi isyan etmiyor? Pis patron seni!" diye bağırasım geliyor.
Ama söz verdim kendime birgün soracağım bunlara kim olduklarını. Hayır varsa bunları evlat edinmiş biri beni de edinsin ya.

27 Nisan 2010 Salı

son zamanların en güzel reklamı

Bir insan reklam izlerken ağlar mı? Ben aşağıdaki reklamı izlediğimde oturup ağlıyorum. Anne olmanın nasıl birşey olduğunu hiç ajitasyon yapmadan çok doğal kareler eşliğinde seyirciye gösteriyorlar. Benim en favori karem ise üç çocuğu ile mutfakta yemek pişiren bir anne. Ben o anne gibi olmak istiyorum. Evimde üç çocuğumla (birini bile yapamazken, kendini bilmez karga üçün beşin peşinde)evimde oturup, kek börek çörek yapayım.

Benim kristal elmam Arçelik'e gitti bu sene.


Arçelik Anneler Günü reklam filmi
Yükleyen ahmetekinler. - Diğer yaşam videolarına göz atın.

eskinin popçuları

Dün koşu bandının tepesinde dört nala koştururken Zerrin Özer'in fi tarihinde yayınlanan "Paşa Gönlüm" isimli klibi oynamaya başladı televizyonda. Çoook eski olduğunu Aykut Gürel'in pürüzsüz cildinden, dans eden Mine ve Ajlan ikilisinden ve o zamanlar henüz toy yeniyetme bir popçu olan Kerim Tekin'den anladım. Zamanını hatırlamıyorum bu klibin ama bu klipteki birçok insanla birlikte o dönem ortaya çıkan diğer şarkıcılar aklıma düştü birden.
Ajlan ve Kerim Tekin'i biliyoruz. Allah rahmet eylesin. Yok yere gencecik yaşlarında yok olup gittiler. Peki Mine'ye ne oldu? ya da denizin içinde yuvarlanan bir Emre Matraş vardı. Nerelerde şimdi o? Peki Murat Kekili nerde? O da mı öldü de buladık onu? (Hani şarkısı vardı ya? "Bu akşam ölürüm beni kimse bulamaz!")ya da Rüya Ersavcı, Oya& Bora, Sibel Bilgiç, Asya, Sibel Alaş nerde bu kişiler?
Jale, Reyhan Karaca, Ah canım Ahmet geçenlerde televizyona çıktılar. Nasıl bozulup yaşlandıklarına inanamadım. Nerde o kliplerdeki fidan gibi insanlar nerde sabah programında oturan göbekli, kırışık insanlar(Yanlış anlaşılmasın, göbekli kırışık diyorum çünkü yıllara meydan okuyamamışlar, deforme olmuşlar demek istiyorum). Hepsi bir şekilde bu işlerden ellerini eteklerini çekmiş ya da daha geri planda kalmayı tercih etmişler evlerinin hanımı ya da beyi olmuşlar.
Hayat nankör herkese. Ünlüde ünsüzde olsa insan acımıyor, yok ediyor.



Zerrin Özer-PASA GÖNLÜM video klip NOSTALJI kaliteli
Yükleyen erhanc1974. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

26 Nisan 2010 Pazartesi

üç sene olmuş bile

Elim kalem tutmaya başladığından beri bir yerlere birşeyler yazıyorum. İlk günlüğüm minicik, pembeli mavili sayfalardan oluşan bir defterdi. Ondan sonra birçok defterim oldu. Bir ara günlük tutmaktan sıkıldığımda bazılarını yırttım attım, bazılarını da yaktım. Şimdi çok pişmanım o giden defterlere, kimbilir neler yazmıştım, yok olup gittiler. Sonra tekrar başladım günlük tutmaya, ara ara devam ettim ve o defterler duruyor. Başlarına birşey gelmedi neyse ki. Arada açıp bakıyorum, zaman tüneli gibi. Unuttuğum bir sürü şey geri geliyor.
Ve şimdi de bu elektronik günlük. Daha dün gibi aklımda... Bilgisayarın başında oturup Sndrfknellacığımdan blog kullanmanın inceliklerini öğrenişim ve ilk yazıyı yazışım. Üç sene geçmiş üstünden. "Zaman su gibi akıyor" geyiği yapmak istemiyorum ama öyle işte. İlk iki sene pek adam akıllı anlamamışım bu blog zevkini ama yazdan beri pek keyifli buraya yazmak. Umarım daha uzun bir süre buradan sanal günlüğüme devam eder, kimse için değilse de kendim için kendi şahsi kronolojimi, tarihimi tutarım.
Şarkılar blogumun doğum günü şerefine....


25 Nisan 2010 Pazar

gidesim vardı gittim

Evet şeytana uydum, içimdeki sesi dinledim, işten erken çıktım, "yemişim Felsefe Atölyesini" dedim, atladım düldüle gittim, şööle kolaçan ettim etrafı geldim. Yediğim içtiğim benim olsun, gördüklerimi söyleyeyim.
Bahar çoktaaan gelmiş Ege'ye hatta yaza dönmek üzere. Yeşilin birbirinden farklı tonlarına bürünmüş her yer. Ağaçlar, ovalar, çayırlar yemyeşildi. O kadar güzellerdi ki insanda arabayı durdurup, üzerlerinde saatlerce yuvarlanmak isteği uyandırıyordu. Bir de bilumum koyun, keçi ve at yavrulamıştı. Etrafta birsürü kuzu, yavru keçi ve tay vardı. Tabii inip onları mıncıklamak pek mümkün olmadı.
Üstü açılan bir arabam olmadığına oldukça hayıflandım. O kadar nefis bir bahar kokusu vardı ki havada, arabamın üstü açılsa saçlarımı savura savura, rüzgarı içime çeke çeke sürerdim arabamı. Ama ben sadece açık camdan giren havayla yetindim. Olsun o da güzeldi.
TCK(Türk Cumhuriyeti Karayolları) yine iş başındaydı. Her mevsim başında özellikle de birkaç günlük tatillerde depreşen şerit değiştirme, yolda delik açma (kapama değil o yaz sonunun işi), şerit genişletme çalışması yapmaktaydı. (Yahu sevgili TCK niye böyle herkesin yollara döküldüğü zamanlarda iş yapmaya başlar ve şeritleri daraltıp, yoldaki insanlara eziyet edersin ki. Hem o işte çalışanlara da eziyet herkes yanlarından vızır vızır geçiyor tatile gidiyor, onlar sıcak asfaltı döküp iş yapmaya çalışıyorlar. Yazıktır günahtır.)
Bütün İstanbul, Eskihisar-Topçular feribot hattındaydılar. Upuzun kuyruklar vardı. Hem gidişte hem de dönüşte birer buçuk saat bekledim. Hayatımın bu kuyruklarda sonlanacağını sandım. Yalnız anlamadığım kuyrukları hınca hınç dolduran bu vatandaşlar, feribottan inince nereye kayboldular. Bir anda etrafta hiç araba kalmıyor, yollarda gayet rahat araba kullanılıyordu. Ya bu amcalar ışık hızında araba kullanıyorlardı ya da çift şeritli yollar demek feribottan inenlerin ortadan kaybolması demekti.
Sonuç; gezmek görmek iyi geldi. Bu gazla biraz daha gider bir süre sonra havada yakıtı biten uçaklar gibi teklemeye başlarım. Ama her gezinin en güzel yanı eve dönüp kendi yatağında yatmak.

22 Nisan 2010 Perşembe

gidesim var....

Bugün çoook uzaklara gidesim var. Herkes bir yerlere gittiğinden olsa gerek. Yaptım planı ama bütün feribotlar, otobüsler, minibüsler ve hatta traleybüsler bile dolu. Yurdum insanı kaçıyor. Tatilin t'sini bile görmek yetiyor onlara. Ver elini neresi olursa. Akın akın kaçıştalar... Bakalım ben de becerebilirsem düldülüme atlayıp gideceğim herhalde.

21 Nisan 2010 Çarşamba

bulutu beklerken

Uzun yıllar önce Çernobil patlak verdiğinde televizyonda ve bilumum yazılı basında yağmurlarla birlikte tepemize radyasyon yağacağı duyurulmuştu. Her kafadan sürekli bir ses çıkıyor, onu yemeyin bunu yiyin, şunu yapın bunu yapmayın deniyordu. Çok net hatırlıyorum, ilkokul beşteydim. Öğleden sonra dersteyken yağmur yağmaya başlamış ben de tepemize radyasyon yağıyor diye ağlamaya başlamıştım. Sınıftakiler bana gülmüş, öğretmende bir güzel azarlamıştı. Artık azarlandığımdan mı yoksa sınıftakilere madara olduğumdan mı bu olayı ve o günkü tedirginliğimi hiç unutmadım.
Şimdi de İzlanda'da patlayan yanardağdan gelen kül ve toz bulutu bekleniyor, hafta başından beri. Herkes bugün yarın gelecek diye İzlanda bulutunu bekliyor. Yine televizyonda ve bilumum yazılı basında asit yağmuru olabileceğini, şemsiyesiz dolaşmamamız gerektiğini ve yağmur damlalarının alerjik reaksiyona neden olabileceğini söyleyip duruyorlar. Bir takım söylentiye göre ise bu bulut yüzünden yaz yaşanamayabilirmiş.
Valla ben onların yalancısıyım. Şu iki gündür yağan yağmur da acaba şu beklenen bulutla ilgili midir acaba dedim ama değilmiş. Bekliyoruz bakalım İzlanda bulutunu ve onun getireceklerini.

*Resim Browni'den ödünç alınmıştır. Teşekkürü bir borç biliriz.

20 Nisan 2010 Salı

mutfakta devrim


Bir süre önce kendi kendime bir Julie & Julia projesi ortaya atmış ama iki tariften sonra devamını getiremedim. Biraz vakitsizlikten biraz da isteksizlikten. Şimdi bu projeyi yine kendi kendime değiştiriyorum. Bu sefer arayıp tarayıp bulduğum, denediğim ve bayıldığım yemeklerin tariflerinden oluşan bir proje olacak. Yani bir şekilde kendi kendimin yemek kitabını oluşturacağım. Şimdiden dört tarif var. Gerisi gelecek çünkü benim hayatım midemle bağlantılı. Güzel şeyler yersem ve yaparsam mutlu oluyorum. Mesela dünden beri yediğim öğlen yemekleri beni çok mutsuz ediyor. Kendi pişirdiğim taze fasulyeyi yiyiyorum ama nedense bana çok tatsız ve yavan geldi bu yemek. Salça koydum ondan büyük bir ihtimalle. Eskiden de her yemeğe salça koyardım ama artık salçalı yemekleri sevmiyorum. Tadı bir garip geliyor. Bu sefer de böyle oldu. Taze faulye lezzetli gelmedi.
Akşam eve gidince de domates çorbası ve enginar var (akşam biraz daha iyi allahtan). Aynı malzemeleri değişik şekillerde kullanmalı. Hep aynı şeyleri yemekten sıkıldım galiba. Bilmem belki akşama başka birşeyler bulurum. bir de sağlıklı ve kilo aldırıcı olmaması gerekiyor. Böyle kendime bir sürü kısıtlama getirince işin tadı kaçıyor ama yap ye nereye kadar. Anneannem ya herra ya merra derdi (yani birinden biri seçeceksin).
Evet karar verilmiştir, mutfakta devrim zamanı! Aynı malzemeler değişik tatlar haline gelecek! Bakalım ne zaman!

19 Nisan 2010 Pazartesi

the engineer and the manager

A man flying in a hot air balloon realised he was lost. He strated to come down until he could see a man on the ground who might hear him. 'Excuse me,' he shouted. 'Can you help me? I promised my friend I would meet him a half hour ago, but I don't know where I am, or where I am going.'
The man below responded: 'Yes. You are in a hot air balloon, approximately 30 feet above this field. You are between 40 and 42 degrees North Latitude, and between 58 and 60 degrees West Longitude.'
'You must be an engineer,' responded the balloonist. 'I am,' the man replied. 'How did you know?' 'Well,' said the balloonist, 'everything you have told me is technically correct, but I have no idea what to do with this information, and the fact is I am still lost.'
Whereupon the man on the ground responded,'You must be a manager.' 'I am,' replied the balloonist, 'but how did you know?' 'Well,' said the man, 'you don't know where you are, or where you're going.You've made a promise which you can't keep, and you expect me to solve your problem. The fact is you are in the exact same position you were before we met, but now it's my fault.'

*Bugünde köşemizde biraz İngilizce dersi verelim istedim. Anlayanlar anlamayanlara anlatsın. Zira benim Türkçe'ye çevirecek halim yok. Ama hikayenin özü patron yapar, iyiyse patrondan kötüyse çalışandan.

balkonuma bahar geldi

Geçen gün Zafer bey, "felsefe atölyesinde falan ne işiniz var Baykuş hanım, balkonunuzla uğraşın çiçek falan ekin" demiş. Ben büyük sözü dinleyen uslu bir Karga olduğum içün, hemen bu haftasonu Bauhaus yolunu tuttum. Uzun zamandır alınmayı bekleyen toprağı, rengarenk saksıları ve pembe bir Yasemin'i arabaya koydum, eve döndüm.
Güneşli pazar gününü evde pinekleyip, pasta börek çörek yaparak ve balkonumu tanzim etmekle geçirmekti niyetim ama sevgili beni tuttu kolumdan önce Fenerbahçe parkına sonra da annesine yemeğe götürdü, böylece her iş akşama kaldı. Akşam koştur koştur, yemekleri yaptım. Sıra balkondaki çiçeklere geldi. Saksılar değişti, budanacaklar budandı, yeni alınan Yasemin daha geniş ve güzel bir saksıya taşındı. Ama güzelim çiçeği Misket bey'in gazabından korumak pek mümkün olamadı. Benim sevgili meraklı kedim tam bir Yasemin delisi çıktı. Bıraksam oturup bütün çiçeği yiyecekti. Daha açmamış pembe çiçeklerini kıtır kıtır afiyetle midesine indirdi. "Dur oğlum, çekil şurdan, bak ayakların toz toprak oldu, sonra onları içeriye taşıyacaksın. Bak kızıyorum ama aaaa!!!! Vallahi geliyorum oraya Misket, külahları değiştireceğiz" dememe rağmen, hiiiiiç oralı olmadan çiçeği yedi durdu. En sonunda işim bitip, Yasemin'i şöminenin üstüne koymama rağmen, gözü doymamış obur, oralara da tırmanmaya çalıştı. İşimiz var Miketle bakalım ne olacak.
Havalarında ısınmaya başlaması ile balkonumuzda yavaş yavaş şenlenmeye başlayacak. Bu aralar fotoğraf makinesi krizi yaşamakta olduğumuzdan dolayı, şimdilik balkonun resimleri yok. Ama haftasonuna doğru kriz aşılınca, balkonun şu anki görüntüsü de burdan görülebilir.

16 Nisan 2010 Cuma

satürn müsün nesin bi çek git allahaşkına!!!!


Yeni yılın ilk günleri adettir ya, dergiler gazeteler çarşaf çarşaf astroloji ekleri / yazı dizileri verir. "Bu sene Kovalar için nasıl olacak?", "Yandan seğirten Mars kime çelme takacak?", "Venüs, Neptün, Plüton nerde toplaşıp, kime çakacaklar?" vs. vs. vs. gibi bir sürü yorum ve de bilumum anlaşılmaz terimle aralık başından itibaren kafamız ütülenir. Ben önceleri bu işe pek meraklıydım, koştura koştura bu ekleri alır, bütün sene oturur başıma gelecekleri beklerdim. En son astrolog maceramı da burda yazmış, Şubat sonu itibari ile de amcanın bana söylediklerinin tekmili birden martaval olduğunu anlayıp, -afedersiniz- kıçıma kaçan 350 gaymenin acısını kemiklerimde hissetmiştim. Ama bu senenin başından beri, "Satürn Terazilerde, yandı gülüm keten helva" şeklinde bütün astrologlar ağız birliği edince hakkaten birşeyler ters gitmeye başladı. Altı aydır, başıma gelmeyen kalmadı. En fenası da bu Satürn illeti üç senecik kadar benim burcuma yandan bakacak ters açımı neyse ondan yapacak. Yandım ki ne yandım.

Ne yapmalı acaba üç aylığına yükselen burcumu falan mı kullansam? Belki o zaman işler düzelir.

Burdan Satürne sesleniyorum ben artık Terazi değil Oğlak'ım. Benimle bir ilgin yok tımam mı?

15 Nisan 2010 Perşembe

yeni hayat



Bu ay bereketsiz geldi. Yazacak çok şey olmasına rağmen ya içimden gelmiyor ya da vakit olmuyor.
Son üç gündür pek meşgulüz. Sndrfknella'cım evini değiştiriyor. Yepyeni, bol ışıklı şirin bir eve taşındı. Pazartesi ve Salı eşyaları toplamakla dün de taşınmakla geçti. Ben tecrübeli bir taşınmacı olarak ona nacizane yardım etmeye çalışıyorum. dün akşam bir düşündüm de şimdiye kadar altı kere taşınmışım. Ne az ne de çok bir rakam.
Taşınmaları severim ben. Herşey ortalığa dökülür. Yıllardır evin bir köşesinde biriktirilen, "aman kalsın sonra kullanılır" denilen ama hiçte kullanılmayan eşyalar, kıyafetler elden geçer ve -yapılabilinirse- verilenler verilir, dip bucak bir temizlik yapılır. Taşınmalarda insanın ruhu ferahlar (en azından benim gibi atmasını, fazlalığı sevmeyen biri için çok ferahlatıcı bir eylem).
Öte yandan taşınmalarda biraz da hüzün vardır. Acı tatlı bir çok şey yaşanır yıllarca o dört duvar arasında. Ağlamaların, gülmelerin, sevişmelerin, tartışmaların, sevinçlerin, heyecanların kısacası insana dair herşeyin gizli sessiz tanığıdır o duvarlar, ev. Ve her taşınmada arkada birşeyler bırakıyormuşum gibi gelir. aileden birilerini arkada bırakıyormuşum, terkediyormuşum, ellerimle yabancılara veriyormuşum gibi gelir, içim burkulur. Her taşınmada odalardan birer birer eşyalar çıkarken boğazım düğümlenir, vazgeçmek, o yerden taşınmamak, yıllarca orada kalmak gelir içimden. Ama yine de inatla son kolinin çıkmasını bekler, odalara tek tek girer, evle vedalaşır ve sokak kapısını son kez kapatmadan bir iki damla gözyaşını bırakırım kapının eşiğine.

Şimdi umarım herşey Sndrknella'cım için çok ama çok iyi olur. Yepyeni bir dönem başlıyor onun için. Baharın tüm güzelliğini yaşayabileceği güzel balkonunda nice kahveli sohbetler diliyorum kendisine.

13 Nisan 2010 Salı

tarif no.3

Pazar için planım bir gün önce bomba yemiş gibi dağılan giysi dolabını düzeltip, "yeni bir şeyler almak lazım mı?", "hangilerinin içine girebiliyorum?" amaçlı bir keşif gezisi düzenlemekti. Ama tabii her zamanki gibi benim planlarım bozulmak için yapılanlar oluyor.
Sabahın köründe gözünü açan sevgili, ben rüyalarımda maceradan maceraya koşarken (en son gördüğüm rüyada, hızla akan nehrin üzerinde giden tren gibi birşeye atlıyordum), beni dürtüp "Daha uyuyacak mısın?" gibi son derece abuk subuk bir soru ile beni muhatap edip, maceralı rüyama çomak sokmak suretiyle beni kaldırıp, önce annesine kahvaltıya sonra da uzuuun bir sahil ve cadde yürüyüşüne sürükleyince beni dolabın içindeki keşif gezim yapılamadan sona erdi.
Pazar günü neredeyse biterken girdiğimiz evde, tabii ki beni yemek yapmak telaşı aldı. Birkaç kap yemeği (söylemesi ayıp, orman kebabı, pirinçli semiz otu ve kabak yemeği) pişirip hazır gazı almışken, çayın yanına uzun zamandır denemek istediğim kırmızı silikon muffin kabını denemek istedim. Elimde de uzun zamandır denemek istediğim bir tarifle gazman şeklinde işe giriştim. Tarif çok kolay, sonuç tabii ki yine muhteşemdi. Ancak fotoğraf gösteremiyorum çünkü kardeşim benim pratik makinamı alıp kendi koskocaman makinasını verdi ama ben daha bu garip makinayı çözemedim.

Silikonlu Muffinler

Malzemeler:
125 gr margarin (bu kadarına çok gerek yok, ben daha az koydum)
3 su bardağı un
3 adet yumurta
1.5 su bardağı şeker
1 çay bardağı süt
2 paket Eti / Nestle bitter çikolata
1 bardak vişne
Vanilya
Kabartma tozu

Yapılışı:

Önce klasik yumurta şeker ikilisini dans ettiriyorsunuz, mikser eşliğinde sonra sütü ve vişnyle çikolata hariç diğer malzemeleri ekliyorsunuz. Ben unu ekleyince çok fazla çırpmıyorum mikserle çünkü annem mikserle çırpınca hamurun kabarıklığının gittiğin söyler hep. Bu yüzden yumurta ile şekeri iyice çırpıp, unu ekleyince şöyle bir karıştırıp, vişnesini ve çikolatasını ekledim. çikolatayı iri iri koyarsanız yerken daha keyifli oluyor. Silikonul muffin olmalarını nedeni, silikon kabta pişirmem. Ancak bu kap hem muffinleri inanılmaz kocaman yaptı hem de sadece altı tane oldu. hamurun geri kalanını kağıt kaplara kyodum bu seferde, şekilleri kamyon çarpmışa döndü. Artık ilk hedefim en kısa zamanda doğru dürüst muffin kapları almak. Mutfakta aslında ne kadar çok eksiğim varmış. Neyse alırız bakalım.
Mutfaktaki işler bitince çayı demleyip, sevgilinin yanına elimde kocaman muffinlerle gidince kapanmak üzere olan gözleri kocaman oldu.
Bugün de kalanları ofise getirdim. Evet artık açıklamanın zamanı geldi. Hedefim, etrafımdaki herkesi şişmanlatmak, böylece ben 61,5 kilomla onların yanında çok ama çok ince görüneceğim. Hahaahahahah!!!! Yaşasın kötülük!!!!!!!!

12 Nisan 2010 Pazartesi

türk malıysa almayayım,kalsın


Son iki sezondur Türk dizilerinde bir şeffaflık, bir açıklık sormayın gitsin. Senaristler neyi amaçlıyorlar anlayamadım. Acaba diyorum Türk örf ve adetlerini ya da aile birliğini temelinden sarsmaya mı niyetliler. Yoksa niye habire ablasının kocasını aldatan kardeş (bakınız Unutulmaz, Yaprak Dökümü) veya yengesiyle kırıştıran yeğen (bakınız Aşk-ı Memnu) ekseninde dönen senaryoları pişirip pişirip önümüze koyuyorlar. Şunu da anlamıyorum gelişen teknolojiyle birlikte evet kabul toplumumuzda kadın erkek ilişkilerine bir şeyler oldu. Bir gecelik aşklar, bilumum sosyalleşme ortamlarından arkadaşlar edinip karıyı/ kocayı/ sevgiliyi aldatmalar çoğaldı. İyi de bunu televizyon dizileriyle bu kadar kör gözüm parmağıma insanlara göstermeye ne gerek var (bakınız Aşk ve Ceza). Ondan sonra Müge Anlı'nın programı bilumum kadın erkek kaynıyor. "Evde badana var idi. Gözüm boyacıya kaydı. Sonrasını hatırlamıyom. Bohçamı aldım, gaçtuk. Kocam bizi buldu, boyacıyı furdu." diye sızlanan, dizini döven ablalar izliyoruz. İşte son örnek iğrenç "Türk Malı" dizisi. Bir zamanların efsanevi cnbc-e dizisi "Love and Marriage"' (All ve Peggy)in son derece zorlama, uydurma ve iğrenç bir "Türk" kopyası. "Kavak Yelleri" isimli kimin eli kimin cebinde dizisinin "Dawson's Creek" isimli dizinin kopyası olması gibi bu da çok ama çok kötü bir kopya. Bir kere diyaloglar felaket, yarısı argo kelimelerden oluşuyor. Adam karısının kardeşine "Evde cünüp (ya da her neyse anladınız siz onu) dolaştırmam" diye bas bas bağırıyor. Bunu izleyen bir sürü küçük çoluk çocuk var. (Bunları öğrenmelerinin yolu bu diziler midir? Emin değilim, çocuğum yok bilmiyorum, bilenler aydınlatsın, bekliyorum.) İkincisi adamla kadın arasında sürekli bir aşağılama, kötüleme, arkadan kuyu kazma, fesatlık. Dahası adam komşuları olan adamı da sürekli karısını aldatsın diye zorluyor. Bu mudur yeni Türk komedi anlayışı? Öyleyse ben almıyayım.

Bu arada o kadar tuttuğum Binnur Kaya'nın kendisini böyle bir diziyle nasıl yoketmeye çalıştığını aklım almıyor.

Bundan sonra da çocuğu olanlar ya da benim gibi yaşı onsekiz ila yirmibeş arasındakilerle yakın temas halinde olanlar "ay bu yeni nesil de pek bir fena, hepsi herşeyleri biliyor. Hiçbiri adam gibi değil" diye hiiiiiç şikayette bulunmasınlar. Biz daha böyle kuzu kuzu bakalım televizyondaki iğrençliklere sesimizi çıkarmadan. Kızımız bir gün eve hamile de gelir, oğlumuz da önüne geleni hamile bırakır.

7 Nisan 2010 Çarşamba

atölye kargası


Can sıkıntısını gideren en iyi şeylerden biri de gezmek görmek bence. Bu aralar hayatım rölantide giderken, yapacak çooook önemli işlerim, gidecek görülecek çooook önemli yerlerim vs. yokken kısacası kendimi bir çeşit boş gezenin boş kalfası şeklinde hissederken, geçenlerde bir gün gözüme okul panosunda "Notos Felsefe Atölyesi" ilanı çarptı. Atölyede hocalık yapacaklar listesinde Betül Çotuksöken ile İona Kuruçari'yi görünce "amanin" dedim "bu iyi birşeye benziyor. Sen felsefe okumalı, öğrenmeli diyip duruyordun kendine, bak bu da iyi bir fırsat"diyerek, ofise gittim, atölyeye katılım şartlarını öğrendim. Bana göre pek de az buz olmayan (en azından yazlık iki pantalon, üç ayakkabı ve beş gömlek fiyatına - ortalama rakamlar seçiniz, pazar ve ucuzluk fiyatlarından bir kıyaslama yapınız, yapamazsanız söyleyin ben fiyatı söyleyeyim.) bir ücret karşılığında bu atölyeye katılım serbestti. Nerdeyse bir haftalık düşünme sürecinin sonucu, "kendine yatırım yapıyosun, dert etme, hadi git!" diyerek kararımı verdim. Ama bunu yapmadan önce de hayatımda yapmadığım bir çingeneliği yapıp, "Atölyenize kayıt olmak istiyorum ama benim öyle ileri düzeyde hadi itiraf edeyim, çok çok az bir felsefe bilgim var, ben felsefe öğrenmek için geliyorum ama benden daha ileri felsefe bilgisi olan varsa ben ne vaktimi ne de naktimi harcamayayım" dedim. "Merak etmeyin" dediler. "Bütün hocalar üniversite hocası, seviyeyi ayarlarlar". İyi dedim, yazıldım. Geçen hafta bir nisanda ilk derse gittim. Ama gidinceye kadar da bütün gün mideme ağrılar girdi. Bana hep böyle olur, bir yere ilk kez gidiyorsam, nasıl gideceğim, kimlerle karşılaşacağım benim için hep problem olur, hep gideceğim yere gitmekten vazgeçmek gelir içimden. Ama hepte zorlarım kendimi. "Hadi, yok birşey git işte" derim. Dediğim gibi bu seferde böyle oldu, içeri girinceye kadar dizlerim titredi.

19:30'dabaşlayacak atölye için ben 18:45 gibi Taksim'deydim. Önce atölyenin yerini buldum ama çok erken olduğu için Taksim Büfe'de bir portakal suyu içeyim dedim. Emektar sokaktan Gümüşsuyu İnönü caddesinin üstüne çıktığımda, bir baktım etraf polis kaynıyor. "Allah allah n'oluyoruz"derken. Yukardan, Taksim yönünden, ellerinde bayraklarla TKP, ÖDP, Mor Çatı vs. akın akın üstüme üstüme doğru gelmekte. Bir eylemin tam ortasında buldum kendimi anlayacağınız. Neyse onlar bana ulaşamadan, ben yolun karşısına geçip, portakal suyumu içtim, biraz zaman geçsin diye bekledim. Tam dışarı çıktım, atölyeye doğru yürüyeceğim bu sefer aynı grup, arkalarında bir alay polisle birlikte Taksim'e doğru yürümeye başlamışlar. Yine üstüme üstüme geliyorlar. "Tamam" dedim "bugün atölyeye değil herhalde nezarete gideceğim. Biber gazı yemek varmış kaderde" diye düşünürken baktım yanımdan olaysız, slogan ata ata geçtiler. Kalbim onlarlaydı ama atölye stresi ve telaşı beni hedefimden döndüremedi, onlarla yürümedim.

Sonunda atölyeden içeri girdim. Çekinik gözlerle etrafıma bakındım. Amacım birşeyler öğrenmek, öyle tartışmalara falan atlayıp, kendimi göstereyim iddiam falan yok. En kenar köşe neresi var oraya otururum, öğreneceğimi öğrenir giderim havasındayım. Girer girmez, baktım masanın başında kelli felli bir amca var, "kesin bu hoca, ondan uzağa oturayım"dedim, gittim masanın öbür ucuna oturdum. Çok geçmeden diğerleri de geldi. Masanın başındaki amca, hoca değilmiş. Ben ondan kaçarken asıl hocanın dibinde oturmuşum. Sol yanımda oturan kır saçlı kişinin bir erkek değil de maskulen bir kadın olduğunu anlamam on dakikamı, sağ yanımda oturan benle belki yaşıt olduğunu sandığım kadının ise en az benim kadar sıkıldığını önündeki şeffaf dosyanın üzerine yaptığı hayali karalamalardan anlamam ise bir saatimi aldı. Sıkıntı atölyenin kötülüğünden mi? Hayır, sıkıntı yaş ortalamasının 45 ve üstü olması ve bazı muhtemelen boşanmış ve atölye atölye dolaşan bayanların kendini gösterme çabasından kaynaklanmaktaydı. Özelliklede çok kötü bir burun estetiği olan fizyoterapist olduğunu anladığım isterik teyzenin "Wittgenstein'nin Tractatus Logico'sunda dediği gibi" diye başlayan cümlelerini duyunca benim gözlerim "allahım ben ne yaptım, onca parayı anlamadığım şeyleri dinlemek için mi verdim" düşüncesinin ürünü yaşlarla doldu. Ama neyse ki hoca, "şimdi isimlere girmeyelim lütfen" diyince biraz yatışır gibi oldum. Ama bu bayan, yanındaki entel dantel (saçımı uzatırım, boyamam, enteresan gözlüklerim var, ben çok okurum, sergi, bienal, müze, konser, festival gezerim) teyze ve ikisini ortak arkadaşı "felsefeden önce biraz tasavvuf çalıştım"abi ile beni uzun ve güzel saatler bekliyor bu atölyede anlaşılan. Bakalım bu hafta perşembe akşamım nasıl sürprizlerle dolu olacak. Acaba oturup Bihter'e mi takılsaydım?

6 Nisan 2010 Salı

kriz

Had safhada bir kriz durumu söz konusu olduğundan, kafam çok dağınık. Halbuki yazacak ne kadar çok şey vardı. Kriz geçerse, atlatabilirsem, en kısa sürede burdayım, sadece biraz kafamı toplamam lazım.

1 Nisan 2010 Perşembe

bir nisan neşe doluyor insan


Adettendir her bir nisanda şaka yapılır. Bazısı gerçekten akıl fikir ürünüdür bazısı da eşşekk şakası kontenjanındandır. Bir de klasik öğrencilerini sınav yapan hocalar vardır. "Çıkarın kağıtlarınızı" derler, öğrenciler "noluyo?" nidalarıyla kağıtları çıkarır, homurdanarak soruları cevaplamaya başlarlar. Sonra zil çalmadan önce hoca kağıdı almaz "Bir Nisan" der ve sınıftan çıkar. Olmuştur herhalde böyle bir nisan şakaları. Bana ne öğrenciyken ne de öğretmenliğim zamanında şöyle akılda kalıcı bir şaka nasip olmadı. Ama benim yüzünden birinin başına fena birşey geldi.

Bundan yıllar yıllar önce çok sevdiğim bir ilkokul beş sınıfı vardı. Bir nisan sabahı girdim sınıfa bir heyecan bir heyecan. "Ne oluyoruz?" dedim, "hocam bir nisan bugün, şaka yapacağız Hasan hocaya dediler." Yapacakları şakada bir yandaki sınıfla, sınıfları değişmek. Ben de "amaaaaan böyle klasik şaka olur muymuş" dedim. "Bakın biz öğrenciyken çöp kovasını boşaltıp, içine de su koyup sınıfın aralık duran kapısının üstüne koymuştuk, hoca kapıyı açınca su üstüne dökülmüştü" dedim. Aslında böyle birşey yoktu o an uydurduğum birşeydi ama ne bileyim bunların beni ciddiye alacağını. Benim dersimden sonra kaşla göz arasında benim fikrimi uygulamaya koymuşlar ve çocukları spor salonuna götürmek için sınıfa gelip kapıyı açan zavallı Hasan hoca'nın üstüne su değil, çöp kovasının kendisi "dank" diye düşmüş. Zavallı adam kafasının acıdığına mı yansın yoksa çocukların kendisine gülmesine mi kızsın bilememiş. Tabii öğrenci milletinin ağzında bakla ıslanmaz, onlara fikri benim verdiğimi söylemişler. Allahtan Hasan arkadaşımdı da okul çapında bir olay olmadı. Maazallah başkası çoktan ortalığı ayağa kaldırırdı.
Daha gün bitmedi umarım başıma birşey gelmez.