31 Mart 2010 Çarşamba

voööğğğ ya da öyyykkk

-Araba kullanırken, radyoda en sevdiğim şarkılar çalarken aniden Hüseyin Çağlayan'nın "voööööğğğğğ" diye başlayan birbirinden anlamsız cümlelerini duymaya (lütfen birisi bana o cümlelerde ne demek istediğini anlatsın),
-Sağa dönmek için sinyal verip sola dönen bay / bayan sürücülere,

-Bahar gelirken, daha hafif giysiler giyecekken, gerçekten düzenli gitmeye başladığım spora rağmen beni 61,5 gösteren tartıya

-"diyet yapamıyorum bari yediğime içtiğime dikkat edeyim" diye niyetlenmeme rağmen, irmik helvası,dondurma, çikolata gibi bilumum zararlı ıvır zıvır aklıma getiren bünyeme

-"19 Mayıs Zafer Bayramı'nda tatil miyiz?" diye soran öğrenciye ve benim de bu ve bunun gibi öğrenci/öğrenmeyiciye ingilizce'nin a'sını b'sini c'sini öğretmeye çalışıyor olmama

sinir oluyorum.

28 Mart 2010 Pazar

bursa'da zaman

Bursa'da eski bir cami avlusu,
Küçük bir şadırvanda şakırdayan su.
Orhan zamanından kalma bir duvar...
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü
Bir rüyadan arta kalmanın hüznü
İçinden gülüyor bana derinden.
Yüzlerce çeşmenin serinliğinden
Ovanın yeşili göğün mavisi
Ve mimarilerin en ilahisi.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi'nin "Bursa'da Zaman" şiiri böyle başlar. Bursa'nın tarihi ve turistik yerlerinde gezdirir okuyucusunu. Benim bu hafta sonu Bursa'da geçirdiğim zaman turistik bir geziden daha çok bir keşif gezisine yönelikti. Öncelikli amaç sevgilinin çalıştığı ve yaşadığı yerleri teftiş etmekti. Bu yüzden Bursa'nın asıl görülmesi gereken yerleri bir sonraki geziye bırakıldı, bu demektir ki bir iki Bursa yazısı daha yazılacak.
Gezimiz cumartesi sabahı 7:00 Pendik-Yalova feribotu ile başladı. Bu yolu tercih etmek daha mantıklı çünkü doğrudan Yalova'nın içine iniliyor ve daha az araba kullanılıyor. Daha önce Yalova-Bursa arasında araba kullanmamıştım, rampalı yollarda biraz tırstım. Allahtan sabah erken saatti de yollarda fazla araba yoktu. Biraz daha uzun yol pratiği yapmalı. Bir kenara yazalım.
Uzun yıllar Bursa'nın kenarından köşesinden geçerek seyahat etmiş olmama rağmen daha önce hiç Bursa'nın içine girmemiş, nasıl bir şehir olduğuna dikkat etmemiştim. Bursa'nın bende bıraktığı ilk izlenim arada derede kalmış bir şehir olması oldu. Ne büyükşehir denilebilir ne de kasaba, biraz karman çorman gibi geldi bana ve ilk defa bir yerde yolumu, yönümü bilemedim. Mesela İstanbul'da insan yönünü denize göre belirleyebilir. Denize doğru gidersen gideceğin yolu bir şekilde bulabilirsin ya da Ankara'da Kızılay'a inersen yine gideceğin yolu bulursun. Ama Bursa'da nereye gideceğimi bilemedim. Her yol sanki şehirlerarası yol, hepsi kalabalık.
Karmaşık Bursa'da ilk yaptığım sevgilinin, teftiş mekanları ile ilgili olarak geçer not vermem için bana ısmarladığı haftasonu terapisi babında kese ve masaj keyfi oldu. Yine pamuk gibi bir cildim oldu, mayıştım. Utanmasam "siz keyfinize bakın ben şurda azıcık kestireceğim" diyecektim masaj odasında. Daha sonra e Bursa'ya kadar gelinmiş bir iskender attırmadan dönmek olmaz diye koşa koşa Uludağ iskendercisine gittik. Eski otobüs terminalinin hemen yanında olan bu yer, oldukça salaş bir restorandı ama hiç önemli değil, şimdiye kadar yediğim en lezzetli iskenderi yedim burda. Bir rivayete göre de İstanbul'dan insanlar akın akın buraya iskender yemeye geliyorlarmış. İlk açıldığında nasılsa öyle kalmış restoran. İçersi doluysa dışarda yiyorsunuz yemeğinizi. Yanında Uludağ gazozla pek güzel gitti bir buçuk iskender.






Akşama kadar sevgili çalıştı ben de yapmam gereken bir iki işi hallettim. Akşam Arap Şükrü'ye gittik. Arap Şükrü, çakma Nevizade diyeyim. Nasıl Nevizade'de sokağın her iki yanında masalar vardır, millet yer içer, bir de çalgıcılar vardır. Burda da aynısı yapılmış. Sokakla aynı isimdeki Arap Şükrü restoranı, lezzetli mezeleri ve balıkları ile bu sokağın en iyi ve de en eski restoranlarından biriymiş. Biz gittiğimizde millet çoktan çakır keyif olmuştu. Biz yavaştan mezelere gömülürken, karşı masada bulunan bir kovboy (Bursa'da bir yerde bir kovboy kasabası var herhalde. Zira bu arkadaş boynunda fuları, kırmızı kareli gömleği, yeleği, kafataslı kemeri, çizmeleri ve belindeki tabancası ile tam bir kovboydu), niye bilmiyorum ama bende Bursaspor yöneticisi fikri uyandıran ( bu arada Bursa, şampiyonluğa fena halde kilitlenmiş. Şehrin her yerinde Bursaspor bayrağı var. Bu kadar fanatik bir şehir görmemiştim.) kısa boylu tıknaz, patates burunlu amca, öndeki dişlerinden özellikle bir tanesi oldukça belirgin olan sakallı abi ve içlerinde en halim selim olan başka bir abi, darbukatör ve arkadaşlarının kıvrak ezgilerine dayanamayarak kendilerini ortaya attılar ve sokağın geçişe kapanmasına aldırmadan Zeybek-roman karışımı bir dans figürü eşliğinde, sanki yerde bozuk para arıyorlarmış gibi dans etmeye başladılar. Bir ara o kadar sevgi kelebeğine dönüştüler ki kovboy ve yönetici amca sarmaşdolaş oldu. Onlar oturdu, birkaç masa ileride oturan, onlarında akademisyen olduklarını tahmin ettiğim abiler kendilerini müziğin kıvrak ritimlerine bıraktılar. Kısacası Bursa ile edindiğim ikinci izlenim, Bursalı abiler kapı gıcırtısına oynuyorlar.

26 Mart 2010 Cuma

eski defterler


Eski defterleri karıştırdım bu akşam. Ta ne zamandan beri bulduğum en küçük kağıt parçasına bile birşeyler yazmışım. Sevindiğim zamanlarda, üzüldüğümde hatta bazen sırf can sıkıntısından bir yerlere birşeyler karalamışım ve fark etmeden kendi kişisel tarihimi oluşturmuşum.

Bu gece kendi kendimi bir zaman yolculuğuna çıkardım. Sevdiğim adamlar, sevindiğim zamanlar, özlediğim anlar, hepsi geri geldi bu gece.

Keşke bu defterlerin yaprakları arasına girip, bazılarına geri dönebilsem ve hep orda kalsam.

25 Mart 2010 Perşembe

ses 1,2,1,2


Ses 1: Bak sakın yapma, ne kadar kalori o biliyor musun?

Ses 2: Olsun ya, yapalım kendimize bir kıyak. Ne olur sanki?

Ses 1: Ne oluru var mı sana göbek, selülit ve birkaç kilo şeklinde geri döner.

Ses 2: E çıkışta spora gidiyoruz işte.

Ses 1: Olsun, git spora ama yeme de. Yoksa veremeyeceğiz o beş kiloyu Haziran'a kadar ve iddiayı kaybedicez. Seni men ediyorum onu almaktan.

Ses 2:Valla istediğin kadar men et. Gözümün önünde dans ediyor, ben gidiyorum almaya.

Ses 1: Hayır dedim, sakın alma. Bak tamam, çıkışta spora gitmeyiz almazsan. İstersen eve gideriz ya da deniz kenarına. Alma, işte spora gitmeyelim.

Ses 2: Alayım, spora gidelim.


Herşey dün asansöre doğru yürürken, iştahla onu yiyen bir öğrenciyi görmemle başladı. Geçen hafta komşucuğum Ekmekçikız, bana hatırlatmıştı yıllar öncesinde bıraktığım doughnut lezzetini. (Yıllar önce Dunkin Doughnuts'tan, kendimi görevde NYPD polisi sanarak, bir kutu dolusu doughnutu doldurup tıka basa onları yedikten sonra, doughnuttan tiksinmiş ve semtinden geçmez olmuştum. Hatta Cadde'de açılan Krispy Kreme'i de görmüş, "Aman yine doughnut, oyyyk" demiştim kendi kendime. Ama kader hain ağlarını acımasızca ördüğü için, geçen hafta komşum bana bu lezzeti tekrar hatırlattı.) Tabakta bulunan "Glazed chocolate cake" ı ağzıma atmamla sıcak kumlardan serin sulara atladım, kendimden geçtim. Ama yine bu keyfi tadında bıraktım, bilinçaltıma attım. Kilo, selülit, göbek üçgeni daha fazlasına izin vermedi. Ta ki işte o hain iştahlı öğrenci karşıma çıkıncaya kadar. Ağzını doldura doldura yediği "glazed chocolate cake"i görür görmez ben başka birşey düşünemez oldum. Nereye baksam "glazed chocolate cake". Akşam spordan dönerken o yoğun trafiğe rağmen gidip alasım geldi ama içimdeki iradeli ses (ses 1) galip geldi, almadım. Ama dün akşam evde aklımda sürekli o var. Kediler bile ayaklı birer "glazed chocolate cake" gibi gözükmeye başladı.

Sabah kalktığımda krizim geçmiş, normal bir insan dönmüştüm. Öğle yemeği için kantinden birşey almaya gidince birden o sesi duydum kulaklarımda "glazed chocolate cake, glazed chocolate cake" (hani Türk filmlerinde vardır ya o ekolu ses. Filmin kahramanı duyar, kulaklarını tıkar, ses yankılanır sürekli, o sesten işte). Dayanamadım, yukardaki iç hesaplaşmayı yaşadım. Ama içimdeki iradeli ses (ses 1), iradesiz sese (ses 2)yenildi. Kantinde doughnutları satan kadın "glazed chocolate cake"i uzatınca, ona resimdeki çocuk gibi baktım. Gözlerim şaşı oldu, zevkten.

Bu satırları "glazed chocolate cake"e bulanmış parmaklarla yazıyorum ve çıkışta spora gidiyorum.

24 Mart 2010 Çarşamba

küçük şeyler


Yazın yağan yağmur sonrası ortalığı kaplayan toprak kokusunu,

Kumsalda ayaklarımın gelen her dalga ile kumlara daha da gömülmesini,

Yine kumsalda arkamda ayak izi bırakmayı,

Yüzüstü yatıp kendimi dalgaya bırakmayı, sahile vurmuş fok edasıyla deniz kenarında yatmayı,

Saat yediden sonra kimsenin kalmadığı sahilden denize girmeyi,

Denize ilk girdiğimde soğuk suyun yarattığı şok etkisini,

Yeni kesilmiş çimen kokusunu, yeni pişmiş kahve kokusunu, kahvenin yanında sütlü çikolata yemeyi, sıcak pırasayı,

Salondaki koca kanepeye yayılıp, kanal kanal dolaşmayı, bunun beynimi bulandırmasını, uykumu getirmesini ve televizyon karşısında derin bir uyku çekmeyi,

Eve gelince Misket bey'in bana taklalar atmasını, ben bilgisayarın başına oturunca sanki o da birşeyler yazacakmış gibi klavyenin önüne oturmasını, Kara'nın her gece kucağıma tırmanıp, sanki günlerdir uyumuyormuşcasına uyumasını,

Yere yatıp Misket bey'le miskinlik yapmayı,

Evin temizlikten sonraki pırıl görüntüsünü, Cifle tüm lekeleri ovmadan temizlemeyi,

Djarum'dan bir nefes alınca yanan izmaritin cızırtısını dinlemeyi,

Puding yapınca tencerede kalanları parmaklarımla sıyırmayı hatta hızımı alamayıp tencereyi yalamayı,

Simit, kaşar, uludağ gazoz (bazen cola) üçlüsünü,

Manikür, pedikürden sonra ellerimi ayaklarımı seyretmeyi,

Kırmızı babetlerimi, incik boncuklarımı,

Kloş etekler giyip küçük kız çocukları gibi başım dönünceye kadar dönmeyi,

Gündüz bulutları gece yıldızları seyretmeyi,

Tertemiz çarşaflarda uyumayı,

Ütüyle kırışıkları düzeltmeyi,

Dolapları boşaltıp tekrar yerleştirmeyi,

Çok sevdiğimi ve bunların beni mutlu ettiğini farkettim.


P.S: Kaan'nın bu yazısına bir göz atın derim.

23 Mart 2010 Salı

sadece çay


Kafamda yapacak bir sürü iş, yazacak bir sürü blog konusu, okunacak bir sürü kitap, "Ferit Abla"ya dönmüş kısık bir ses varken canım sadece yatmak yatmak yatmak, uyumak ve bardaklar dolusu çay içmek istiyor.
Şimdi bu ne anlama geliyor?

21 Mart 2010 Pazar

al sana bir kıyak

Cuma günü kendime bir Kadıköy ısmarladım. Ne zamandır gideyim diye düşünüp kendi kendime bir sürü bahane uyduruyordum. Sabah fatura ödemeye çıkıp işim beklediğimden de erken bitince dedim ki "ya hava süper, ne duruyorsun atla git Kadıköy'e". Dinledim çalışkan, enerjik iç sesimi atladım sarı dolmuşa, ver elini Kadıköy.


Valla özlemişim Kadıköy çarşısını; balıkçılarını, taptaze meyva ve sebzeleri ile manavlarını, çeşit çeşit restoranını, sahaflarını, kafelerini, Petek pastanesini, Beyaz fırınını özlemişim. Aslında hedefim tezle ilgili kitap dergi vs. araştırmaktı. Önce hedefe odaklı dolandım sokaklarda. Birkaç sahafa girdim çıktım. Bulamadım aradığımı. Sahaflar sanki eski sahaf gibi değil. Ne aradığınızı söylüyorsunuz, hiç bakmadan "yok!" diyiveriyorlar. "Başka nerelere bakabilirim?" diye sorunca da "valla bilmem!" diye başlarından atıyorlar. Sahafsın sen kardeşim, "ben bir araştırayım dersin" dimi ama yok "salla gitsin". Tok esnaf bunlar ne olcak. "Yemek ve Kültür" dergisinin eski sayılarını aradığım bu sahaf gezisinde kafam o kadar doldu ki bir sahafa girdiğimde "Yemek ve Sahaf dergisi var mı sizde?" diyerek önce kendimi sonra da sahafı bir iki saniye dumur edebildim. Neyse sonuç olumsuz oldu tabii, aradığım sayıları bulamadım. Bulduklarımla yetindim. Bakına bakına dolanırken aklıma Fazıl Bey kahvecisi geldi.


Zaten sabah telefon faturasını öderken veznedeki memura okkalı bir Türk kahvesi gelmiş, utanmasam "bana da bir kahve söyler misiniz"i ağzımdan kaçıracak kadar kahve kokusu beni kendimden geçirtmişti. Hemen girdim Fazıl Bey'den içeri, söyledim bir orta kahve, çıktım yukarı. Pencereden dışarıyı seyrederken kahvem geldi. Kahvemi yudumlarken de arka fondan Müzeyyen Senarla Tarkan düeti keyfimi tamamladı.
"Benzemez kimse sana
Tavrına hayran olayım
Bakışından süzülen
İşvene kurban olayım
Lütfuna ermek için
Söyle perişan olayım"
Keyif güzeldi de eve dönme vakti çoktan gelmişti. Dönüş yolunda Baylan'a da bir selam çakıp, bir dahaki sefere "Kup Griye" sözü verdim. Hemen yanında açılmış olan İş Bankası yayınlarından da "20.yy Felsefe Tarihi" kitabını attım çantaya. En kısa zamanda okumalı bunu, zira faydalı bir eser kendisi.
Caddebostan'da dolmuştan inip arabaya doğru yürürken, meşhur Suat'ın kapısında asılı duran kedili tşört bana göz kırpınca, onu da attım çantaya ve arabaya doğru yürümeye başladım.

Bir arabanın tepesinde baharı karşılayan martı efendi, günün en güzel sürpriziydi bana. Onunla
da selamlaşıp, eve doğru yola koyuldum. Bahar geldi bir hoş oldum ben yahu.


18 Mart 2010 Perşembe

eksik bir doğum günü





Eğer acele etmeseydin bugün 60 yaşına basacaktın. Sen 60'ına bir kala gitmeyi tercih ettin.

Nerdesin, ne yaparsın bilmiyorum. Hep diyorum ve bir yerlere yazıyorum ya, nerde, nasıl olduğunu çok merak ediyorum. Sen gittiğinden beri içim hep huzursuz. Aslında bir bilsem iyi olduğunu, rahatının yerinde olduğunu, bizi gördüğünü, bizden haberdar olduğunu, babanı, çok sevdiğin babaanneni falan bulduğunu bilsem, kesin bu içimdeki huzursuzluk bitecek ama bilemiyorum işte. Bu yüzden de içimdeki bu huzursuzluğa alışmam lazım biliyorum.

Kendi kendime doğum gününü kutladım bugün. Yaşasaydın, senin yapacağın gibi, aldım biraz haydari, havuç salatası, patlıcan ezmesi, arnavut ciğeri, beyaz peynir,açtım bir 35'lik, doldurdum çay bardağına, koydum karşımada senin resmini, şerefine kadeh kaldırdım.

Doğum günün kutlu olsun baba! Daha nice yılları beraber geçirebilmek isterdim ama olmadı işte. Belki daha sonra....

Seni çok özledim.

içime karlar yağıyor


İçime karlar yağıyor dünden beri, kemiklerimin içi acıyor, boğazımda kocaman bir kütle yediklerimin daha ileriye gitmesine izin vermiyor. Bir de üstüne boynum tutuldu, Yıldız Savaşlarındaki C3Po'dan farkım yok. Sadece kafam değil, bütün vücudum dönüyor. Valla boynum tutulduğu için mi vücudum kırılıyor, vücudum kırıldığı için mi boynum tutuk bilmiyorum. Dün akşam maaile koltuğa serildik. Kediler tepemde, ben battaniyenin altında bütün geceyi sarılarak geçirdik. İlaç almadım bakalım vücudum savaşı yardım almadan kazanabilecek mi?

15 Mart 2010 Pazartesi

tarif no.2


Bir süre önce başladığım Julie/Karga projesinin ikinci tarifini onurla sunarım. Bu sefer gerçekten onurla sunuyorum çünkü sonuç çok lezzetli oldu. Tarifler arasında çok fazla aralık var ama şimdilik haleti ruhiye parçalı bulutlu ve ara ara sağnak yağışlı olduğu için böyle. Belki sonra daha sıklaşır. Neyse gelelim tarife.

Blini

Malzemeler:

*2,5 su bardağı süt

*1/2 paket yaş maya

*2 yumurta, çırpılmış

*1 çay kaşığı tuz

*1 tatlı kaşığı toz şeker

*1 çay kaşığı kabartma tozu

*1 çay bardağı sıvıyağ

*6 su bardağı un

Yapılışı:

*süt ve mayayı yavaş yavaş karıştırın

*iyice eridikten sonra yumurtaları ekleyin

*tuz, tozşeker, kabartma tozu ve sıvıyağı ilave edin

*unu ekleyip karıştırın

*üzerini kapatıp 40 dakika kadar mayalanmasını bekleyin

*hamur kabardıktan sonra teflon tavada biraz sıvıyağı ısıtın

*hamurdan 1'er çorba kaşığı koyarak minik bliniler yapın

Sonuç:

Valla parmaklarınızı yersiniz. Biraz kreple ekmek arası birşey gibi geldi bana. Neye benzediğini düşünürken, doğru yanıt komşum Ekmekçikız'dan geldi. "Hani"dedi "kızgın kumlardan serin sulara dalarsın ya onun gibi değil de KFC'de tavuğun yanında verilen minik ekmeklerden bunlar"dedi. "Aaaaa" dedim, "tabii ya, bunlar onlar". Evet efenim, eğer KFC'nin minik ekmeklerini seviyorsanız işte size tarifi. Ben yaş maya yerine, kuru maya ile yaptım. Bir de bu işin sonunda öğrendiğim şey şudur ki; mayalı hamur mutfak işlerinin bataklığı. Maya ile sütü karıştırın diyor ya oraya kadar hiçbir problem yok, asıl problem unu eklediğimiz zaman oluşan karışımı karıştırabilmek. Ben acemi bir karga olarak, bu karışımı mikserle karıştırayım da şöle güzel akıcı birşey olsun dedim, nerdeyse miksersiz kalıyordum. Karıştırma kaşık vs. gibi birşeyle olmalı. Bir de tavada yapılan daha lezzetli oluyor, biraz yanık kokusu siniyor ama vakit alıyor. Ben hamurun bir kısmını tavada birazını da fırında yaptım. Her iki yöntem de gayet başarılı. Pişirdikten sonra minik blinilerinizi ortadan kesip, arasına tarator, mayonez, sarımsaklı herhangi bir sos ya da salata veya hiçbirşey yoksa reçel ve peynir konulabilir. Zira ben yaptıklarımın yarısını peynir ve reçel ile mideye indirdim.

Sahi ben rejimdeydim ve spora gidecektim di mi?

kayıp aranıyor


Aşağıdaki listede yazanları bilenler ya da bulanlar ödüllendirilecektir:


1- Neşe


2- Mutluluk


3- Kahkaha


4- Gamsızlık


5- Sabır


Ben kendilerini kaybettim de...

14 Mart 2010 Pazar

dağınık yatak


Ben hayatın,
bir pazar sabahı
dağınık bir yatakta
gamsızca, sere serpe yatabilme
ihtimalini sevdim...

dot'ladık

Ne zamandır niyetimiz vardı ama birinin "hadi"lemesi gerekiyordu. Genelde "hadi"lenen ben olurdum ama bu sefer ben gayrete geldim, biletleri aldım, Cuma akşamı Dot'un "Alışveriş ve S***ş" oyununa gittik. Gitmeden bilenlerden, daha önce gidenlerden yorumları aldık. Yorumlar "beğenenler, çarpıldım" diyenler ve "beğenmedim, çıkışta yemek falan yiyemedim" diyenler diye ikiye ayrılmıştı. Her zaman olduğu gibi kötümserlerin tarafında olan ben, bu seferde geleneği bozmayarak, "beğenmedim, çıkışta yemek falan yiyemedim" diyenlere inanarak, önce "yemek yiyelim, ne olur ne olmaz, çok açım" dedim Sndrknella'ya. Cuma gecesi Taksim'e gitmek için Karaköy, Tünal hattını önererek, dahiyane bir seçim yapmamızı sağlayan sevgili dostum, bu sefer yemek yenilecek mekanı seçmek konusunda da akıllılık gösterip, The House Cafe'yi seçti. Böylece yemek yiyip, oyuna, değil koşar adım, ağır çekimde bile gidebilmemizi sağlamış oldu. Çok para verip aç kalma ihtimalimin olacağı yerlerde kendimi pek riske atmasını sevmeyip, damak tadıma yakın olabileceğini tahmin ettiğim şeyleri seçmekten yana olan ben, bu sefer deneysel takılmayı seçip, "sebzeli pizza"ya evet dedim. Hem etsiz hem de oldukça sağlıklı olduğunu düşündüğüm pizza beni gerçekten yanıltmadı. Çok ama çok lezzetli çıktı. En kısa sürede bir daha yenilecek bu pizzadan. Ardından yediğimiz mozaik pasta ise annemin mozaik pastasını aratmadı. Cuma akşamı yemekten yana şansımız iyiydi.


Oyuna gelince. "Beğenmedim, yemek yiyemedim" diyenler haksızmış. Hiçte öööle yemek yedirtmeyecek sahneler yoktu. İki erkeğin seviştiği sahnelerden mi yoksa oyunun başındaki kusma sahnesinden mi etkilendi bu arkadaşlar bilemem ama ben bu oyunu beğendim. Bir kere Yıldız Kenter gibi damarlarını fışkırta fışkırta, "ah, ben bu tiyatroya hayatımı adadım, biliyor musun"u gözümüze sokan bir oyunculuk yoktu. Sanki bir kaç kişi gerçekten bunları yaşıyorda, biz bir pencereden bu kişileri izliyormuşuz hissi veren, insanın kendini birazcık röntgenci gibi hissettiği bir oyundu. Oyuncular gerçekten iyi oynuyorlardı ve ben özellikle Ruby'yi oynayan oyuncuyu çok beğendim. Serkan Altunorak ise "Melekler Korusun"da nasılsa, bu oyunda da öyleydi. Yine aklı karışık, bir türlü birşeylere karar veremeyen bir karakteri, yine aynı oyunculukla, çok fazla birşey eklemeden oynuyordu. Ama asıl beğendiğim, oyunun müzikleri idi. (Bir şekilde elde etmeli o müzikleri ama nasıl? Acaba cd'si çıkar mı? Filmlerin soundtrackleri oluyor, oyunları niye olmasın ki?) Sahneler değişirken ya da diyalogların arkasında çaldılar bu parçaları ve seyircilerde, kafalarını sallamak suretiyle parçalara eşlik ettiler.
Kısacası Dot'a ve bu oyun için emeği geçenlere tebrikler. Ayrıca güzel bir Cuma akşamı geçirmemde beni yalnız bırakmayan arkadaşım Sndrfknella'ya, ulaşımımızı sağlayan, Ido'ya, Büyükşehir belediyesine ve güzel yemekleri ile gecemize tad katan The House Cafe çalışanlarına ayrıca teşekkürler. Bir başka aktivitede buluşmak ümidi ile esen kalın.

11 Mart 2010 Perşembe

25 rebi'ul-evvel 1431

Bugün günlerden 25 Rebi'ul-evvel 1431 yani 11 Mart 2010.
Yılın 70.günü, kalan gün 295
Gündüzün uzaması 3 dakika
Ezani saat 1 dakika geri alınır.
Berd-ül-acuz Soğuklarının başlaması
Karlıova, Fındıklı ve Ilıca'nın kurtuluşları
Erkek adı:Sacit
Kız adı: Sacide
Yemek: Un çorbası, ızgara köfte, şehriyeli pilav,yoğurt
Günün sözü:
Evladın babası üzerinde üç hakkı vardır:
1-Ona güzel bir isim koyması
2-Kur'an-ı Kerim öğretmesi
3-Vakti gelince evlendirmesi
Günün nüktesi: Eli Açık Olmak
Sadi Şirazi hazretleri Hindistan'da maymunları nasıl avladıklarını şöyle anlatır:
Maymunun elinin sığacağı bir kavanoza muz koyarlar. Maymun muzu almak için eli açıkken kavanoza elini sokar, muzu eline alınca yumruk yapar. Elini kapatınca kavanozdan çıkaramaz ve yakalanır.
Elini açan kurtulur, elini açamayan, elindekini bırakmayan kurtulamaz. İnsanın başına felaketler eline aldığını bırakamayışından gelir. Eline aldığını bırakabilen saadete kavuşur, bırakamayan felakete gider. Hiç kimse verdiğinden sıkıntı çekmez, ama aldığından sıkıntı çeker. Cömert olan, vermesini bilen, elini açan her zaman rahat eder. Eli sıkı olan, eli kapalı olan, veremeyen her zaman sıkıntı çeker.

Bugün paltomu asarken dolabın dibinde unuttuğum bu saatli maarif takvimi gözüme çarptı. Neler varmış diye biraz karıştırdım, bugünün önemli notlarını da buraya alayım istedim. Bir nevi kamu hizmeti, fena mı?

sıkıntı

Dün akşam hazırladım yemeğimi, açtım haberleri ve Keko'yla tanıştım. Onun, evini, yıkıntıların arasında annesini, kardeşini arayışı içimi yaktı. 6.0'la evleri yıkılan, insanları ölen bir ülkenin vatandaşı olmaktan utandım. Çaresizlikten, birşey yapamamaktan içim kavruldu. Onlar orada soğukta ısınmak için çabalarken ben sıcak evimde olmaktan utandım. Yediğim yemek boğazımda kaldı. Onların dertlerinin yanında bizimkiler ne kadar eften püften. Bu aralar ayağa kalkmaya çalıştıkça hep vuruyor hayat, sıkıldım.

10 Mart 2010 Çarşamba

molekül


Bir süreliğine moleküllerime ayrılmış bir şekilde
Tekrar birleşmek isteyinceye kadar salonumun bir köşesinde ööööleeeecene havada asılı kalmak istiyorum....
Çok şey mi istiyorum?
Ya da en iyisi ben Heroes dizisindeki Hiro olayım,
Zamanda yolculuk yapıp durayım.
birşeyleri düzelteyim, özlediklerimi göreyim, şöle sıkı sıkı sarılayım
Ya da en iyisi bir peri gelsin beni bilumum sihir güçleri ile donatsın dilediğimi yapayım, tamam sadece bir süreliğine olsun.
Çok şey mi istiyorum?
Peki şunda anlaşalım peri gelsin, vazgeçtim sihir güçlerinden de kabul ben fani bir insanoğluyum ama beni alıp sıcakcık bir yere götürse şu peri kızı ve ben etrafımda olan bitene aldırmadan sıcakcık bir denizde sırt üstü yatıp bulutları izlesem, denizin sesini dinlesem, kendimi akıntıya bıraksam, olmaz mı?
Yine mi çok şey istiyorum....

9 Mart 2010 Salı

karar verdim başbakan oluyorum

Bir süredir düşünüyodum ama artık kararım net: başbakan oluyorum. İşte size eylem planım.
1. İlk iş "eşcinsellik bir hastalıktır" diyen kadından ve aileden sorumlu bakanı'nın bakanlığını elinden alıyorum içim rahat ediyor.
2. Sonra hemen programımın, doğu ve güneydoğu'daki tüm köyleri, şehirleri kapsayacak şekilde ayarlanmasını sağlayıp, ülkenin ne kadar zengin kalantoru varsa hepsini mazeret kabul etmeksizin yanıma alıp, bu yerleri gezmeye gidiyorum. Yolu olmayan, okulu olmayan, alt yapısı olmayan kısacası yaşam şartlarının yaşamak için uygun olmadığı köyleri, şehirleri gezip, ne kadar eksik varsa onları belirliyor ve hemen işe koyuluyoruz. Kalantorlar, ellerini ceplerine atıp oralara güzel güzel binalar, yollar, hastaneler, lojmanlar yapıyorlar. Bunu mecbur tutuyorum. Hayırı cevap olarak kabul etmiyor, bahane duymak istemiyorum. Birde her yere ağaç diktiriyorum.
3. Sonra eğitim öğretimin düzeltilmesi için bu konunun bilir kişilerini yanıma çağırıyorum. Nasıl biz bu çocukları "bön kuşağı" olmaktan çıkarabiliriz, söyleyin bana ey proflar!" diyorum. Temel eğitimi herkese şart koşuyorum, çocuğunu okula göndermeyen adamları ev hapsine alıyorum. Ayak bileklerine takılan prangalar sayesinde evde oturup, onlarda ders çalışıyorlar, eğitim alıyorlar. Bunları eğitmek için özel hoca sistemini getiriyorum. Bu kadar işsiz öğretmen varken, onlara da iş sahası olur.
Temelinde her seviyede Matematik, Türkçe, iki yabancı dilin öğrenilmesinin şart koşulduğu bir eğitim sistemini gerçekleştirmeye çalışıyorum. Tarih kitaplarının düzeltilmesini, Türk ve Dünya tarihinin sadece "padişahın sakalındaki inci"den ibaret olmadığını, aslında çok keyifli konular içerdiğini çocukların aklına sokulmasını sağlamaya çalışıyorum.
4. Sokaktaki çocuklar için koskocaman yerler yaptırıyorum. 365 gün sıcak yemek ve kalacak yer bulabilecekleri. Ayrıca bu koskocaman yerde eğitim almalarını sağlayacak bir sistem getiriyorum. İsteyen bir meslek edinir isteyen bir hobi edinir, canları ne isterse onu yaparlar ya da sadece orda kalırlar.
5. Bütün şehirlerde sokak hayvanları için özel yerler yaptırıyorum ve giderlerinin devlet tarafından karşılanacağı evlatlık sistemi ile herkesin bir hayvanı evlat edinmesi sistemini getiriyorum. Bütün hayvanların gayet iyi şartlarda yaşayabilecekleri güzel barınakların yapılmasını sağlıyorum tüm yurtta.
6. Yurdun her yerindeki binaların elden geçirilmesini, hepsinin kayıtsız şartsız deprem yönetmeliğine uygun yapılıp yapılmadığını kontrol ettiriyorum. Öyle bu zamanda kerpiçten ev falan kalmıyor bu diyarlarda.
7. Bir de belediye başkanlarını denetliyorum sık sık. Habersiz geziyorum onların sorumluluk alanlarında, baktım yollar delik deşik her yerde çöp var, hesap sorarım "bu belde niye böyle başkan uyuyor mu?" diye.
Bunlar ilk etapta yapacağım şeyler. Yapacak çok iş var ama azimliyim. Yol uzun ama inancım tam. Bir de seçimlere girecek bir parti bulabilsem ya da en iyisi ben kurayım partimi "Kılavuzu Karga Olanlar" partisi. Fena fikir değil ha!
Nerde seçme ve seçilme klavuzu ?Klavuzu, uzat bakıyım ordan bana yavrucuum!

and the oscar goes to...


Her sene belli olaylar, kutlu gün ve haftalar var dört gözle beklenen... Mevsimler gibi bu önemli, kutlu gün ve haftaların gelmesi bekleniyor. Günler gelip geçiyor arkasından tozu, çeri çöpü kalıyor. Mesela yeni yıl; teeee iki ay öncesinden (utanmasalar yazdan başlayacaklar) başlıyorlar "yeni yılda ne giyilir, ne içilir, nasıl güzel olunur?" diye yazı dizileri hazırlamaya. Bizim gibi "pttgiller"den olanları da alıyor hafiften bir kaşıntı; "ya bizde bir yamukluk mu var acep?, evde pinekleyip duracağımıza çıksak mı dışarı?" diye düşüne düşüne giriyoruz yeni yıla. O kadar gümbürtünün ardından bir ocak sabahı ne saçımız pembe, ne boyumuz daha uzun yani değişen hiçbirşey yok, sadece matematiksel hesaba göre bir yaş daha yaşlandığımız ve tabii ağır bir baş ağrısı var geriye kalan.

Yeni yıl yazısı gibi oldu ama sadede geliyorum. Yani demem o ki, teeeee Ocak sonunda başlayan "Oscar lotoların" sonucu dün akşam / bu sabaha karşı belli oldu. İlk defa bir kadın yönetmen Oscar amcayı evine götürdü. Kendi kendime yaptığım Oscar tahmini tuttu (Akademi bu sağı solu belli olmaz, Avatar'ı pompalar, ödülleri o süpürecek dersin ama hiç iddiası olmayan başka bir film ödüle boğulur, aynı postmodern roman gibi sağ gösterip sol vurur bunlar dedim mi demedim mi? Dedim ama kendi kendime). Önümüzdeki günlerin planı belli oldu, Oscarlı filmler izlenecek tekrardan. Daha farklı bakılacak filmlere, oyunculara...

Eskiden,lisedeyken sabahın köründe kalkar töreni izlerdim, şimdi popomda pirelerin uçuşmasını bu törenin ihtişamına ve heyecanına tercih eder oldum. Al sana yaşlanmaya bir işaret daha, sen daha kırışıklık kremi kullanmıyorum diye gerin dur. Artık ödül alanları internetten, töreni de gece tekrarından izliyorum. Bu sene beni en çok etkileyen en iyi müzik ödüllerinin açıklanmasından önce yapılan dans gösterileriydi. Adamlar yemiş yutmuş, dans etmediler, uçtular, kıvrıldılar. Bizde "Yetenek Siz misiniz acep?" yarışmasına utanmadan katılıp, bizim gözümüzü bozan sözde dans yeteneklerine "ahanda dans etmek budur"u gösterdiler, tabii seyrettilerse.

Sonuç olarak, Hollywood dağda yazılı bir yazıdan ibaret birşey değildir. Günün birinde benim gibi oralara gider ve bir peri masalı, sihirli bir yer göreceğinizi sanıp ama aslında Dolapdere'den hallice bir yerle karşılaşır, ünlülerin el izlerinin her gün milyonlarca turist tarafından ayaklar altında ezildiğini görüp, bütün filmlerin aslında koskoca bir alana yapılmış hayalet bir kasabanın filmin dönemine göre dekorcular, kostümcüler, set işçileri, ışıkçılar vs. tarafından hazırlandığını, aslında o yerlerin hiç varolmadığını görürseniz, üzülmeyin, Hollywood bu işte. Bir pazarlama mabedi, hayal diyarı ve bu adamlar bu işi iyi yapıyor. Kim ne derse desin, ister bir kandırmaca, ister pazarlama isterse kitleleri uyutma aracı olsun, ben böyle bir sihri yarattıkları ve sinemayı var ettikleri için onlara şapka çıkarıyorum ve onların hayal dünyalarında kaybolmaya devam ediyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

gün bizim günümüz


Gün bizim günümüzse eğer

Bugün herşeye paydos,

Bugün çalışmayalım, temizlemeyelim, yıkamayalım, ütülemeyelim, yemek pişirmeyelim

Koskoca bir gün, 24 saat bile değil, sadece güneşin doğduğu ve battığı bir zaman dilimi bile olsa Bizim için karnaval olsa

Hepimiz yollara düşsek, dans etsek, kafelerde buluşup otursak, konuşsak...

Anneler çocuklarını alıp dışarılara çıksalar

Bugün gerçekten bizim günümüzse "gerçekten bizimmiş" gibi yaşasak bugünü ne olur...

Olmaz tabii, sadece hayallerde olur!

Bu yüzden bugünü hayallerle geçirelim ve Ekmekçikız'ın sayesinde gördüğüm şu linke bir tıklayalım.

7 Mart 2010 Pazar

herşey benim değil büyükbüyükbabamın suçu

Bu hafta Ayşe Arman'nın konuğu Mehmet Zararsızoğlu'ydu. Kim mi Mehmet Zararsızoğlu? Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü'nün kurucusu. Türkiye'ye "aile dizimi" terapi tekniğini getirimş bu enstitü ile. Ne miymiş bu "aile dizimi" tekniği.
Şimdi bu tekniğe göre geçmişte birinci dereceden kan bağı ile bağlı olduğumuz akrabalarımız hayatta cinayet, intihar, göç gibi büyük olaylarla ya da travmalarla karşılaştılarsa bunların yaratmış olduğu sorunlar bize daha sonraki kuşaklara genlerimiz yoluyla kalıtımsal olarak geçmekte. Herşey "morfik rezonas"ta kaydolmaktaymış.

Örneğin, sahip olduğunuz çocuğunuzdan önce kürtaj yaptırılmışsa ve anne ile baba bu olayı yok sayıyor, hiç yaşanmamış kabul ediyorsa bu durum bir sonra doğan çocuğu etkiliyormuş. Hiperaktif çocuklar bu çeşit durumun sonucuymuş. Mehmet beye göre bu çocuklar, kendilerinden önce konuşulmayan yok edilen kardeşi içinde yiyiyor ve hareket ediyor.

Yine Mehmet bey'in söylediğine göre, "sır olarak saklanan herşey, hastalık olarak, bir takım yaşamsal uğursuzluklar olarak, bereketsizlik olarak karşımıza çıkıyor". Son dönemlerde birçok insanın muzdarip olduğu çeşitli hastalıkların nedeni ile ilgili olarak da Mehmet bey, yine bu geçmişte kalan sıkıntılar ve sırları gösteriyor.

Daha önce hiç karşılaşmadığımız bir teknik gibi geldi bana.Mehmet bey'de Berlin Teknik Üniversitesinde eğitim almış, öööle "bana dün gece vahiy geldi de bu tekniği geliştirdim"cilerden değil ya da "ortaya birşey at, hap yap para kap"cı birine benzemiyor. Biraz daha araştırmak lazım.

Aile dizimleri hakkında daha fazla bilgi almak için bu adresi; http://www.tsde.org/ , bu röportajı okumak için ise bu linki tıklamınız yeterli. Yarın (pazartesi) de bu röportaj devam ediyormuş.

5 Mart 2010 Cuma

allah kavuştursun beni



Her gidenin ardından bana bir hüzün çöker. Küçükken de böyleydi, anneannem bize ziyarete geldiğinde deli gibi sevinir gittiğinde ise içim burulurdu. Yaşlandım hala aynı. Gelenlerle evim dolup taşıyor, acayip seviniyorum; gittiklerinde ise ev sessiz sedasız kalıyor, içim buruluyor, canım hiç birşey yapmak istemiyor.
Yine kedişlerle kaldık, bir başımıza. Anne evine gitti. Kediler bile bir mahzun bugün. İki haftadır yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızdaydı. Eve gelince çay, örgü keyfi gırla gidiyordu.
Bir dahaki buluşmaya kadar takvime çarpı atmaya devam.

4 Mart 2010 Perşembe

akla zarar diyaloglar

A: Merhaba, ben Karga, bilgi işlem değil mi?
B: Evet, buyurun.
A: Ben Ozan beyi arıyorum.
B: Ozan bey mi ? Hiç tanımıyorum.
A: Öyle mi, hadi ya.
B: Emin misiniz adının Ozan olduğuna, burda Ozan diye biri yok.
A: öyle mi! Hay allah!
B: Siz niye aramıştınız ?
A: Ya aslında adının O ile başladığından emin değilim. Şimdi biz onunla birkaç ay önce Rektörlüğün önünde bir köpek hakkında konuşmuştuk da. Hani araba çarpan köpek hakkında. Orta yaşlı, hafif kel ve yakın gözlükleri sallanıyordu önünde.
B: köpek hakkında konuştunuz? Haaaa, siz Cenk beyi arıyosunuz!
A: Evet, evet Cenk bey!
B: Tamam bağlıyorum, bekleyin.

İşte böyle buldum, aradığım kişiyi. Uyuz olmaya doğru giden köpeciğimi yarın Kadıköy belediyesinden gelecek kişiler, alıp tedaviye götürecekler. Cenk bey ilgileniyormuş, sağolsun. Birde şunu merak ettim, telefonu kapatınca, acaba koskoca kampüste yakın gözlükleri önünde sallanan kaç kişi vardır?

3 Mart 2010 Çarşamba

amaniiin yaşlanmışım gari

Öğretmen sınıfa alıştırma kağıtlarını dağıtmış, "çalışkan" öğrenciler tıkır tıkır soruları cevaplamaktadır. Hoca verdiği sürenin sonunda cevapların üzerinden geçer. Biraz safigoz olan hoca, öğrencilerine şöyle der:
"Saturday Night Fever was a very famous film in the 80s." (Türkçe meali: Cumartesi gecesi ateşi 80'lerin kült filmiydi.) Safigoz hoca öğrencilerinden onay alan bir bakış beklemektedir ama öğrencileri ona balık balık (Türkçe meali: saf saf, bön bön, uzaylı uzaylı) bakmaktadırlar. Karşılarındaki kadının neden bahsettiği ile ilgili hiçbir fikirleri yoktur. Hoca hızını alamaz;
"Canım hani bu filmin Türkçe versiyonu da yapıldı, Yaşar Alptekin şalvar kotunun içine kalın kazaklarını sokardı ya" der. Cık... öğrencilerde yine aynı bakış.
Garibim hoca yılmaz yine dener,
"Pekiii" der "Fame?" Cık...
"Queen? Freddy Mercury? Rock Hudson?Elvis Presley? Beatles? Genesis? Simon and Garfunkel? Pink Floyd? Rolling Stones? Mick Jagger? Modern Talking? Nirvana? Dalai Lama? Che?" Cık... cık.... cık.... cık.... cık...
Öğrenciler balık bakışlarını hiiiiiç bozmazlar, hatta bazıları "hoca çıldırdı, kaçsak mı?" gibilerinden kıpırdanmaya kıkırdamaya başlarlar.
Sonunda hoca "Niiiiii! (Kaynanalardaki Tijen tribine girer)Amaniiin çıldiriciiim! Yahu bunları niye bilmiyorsunuz? Kuzum siz kaçlardansınız?" der.
Öğrenciler "Hocam biz 92'liyiz" diye cevap verirler.
"Eeeee" der hoca "bu neye tekabül ediyor?"
"Tarkan'nın 'Kuzu kuzu'suna"
Alır safigoz hoca cevabını oturur aşağa.
"Hey gidi hey" der kendi kendine "Sen daha aynalara bakıp bakıp, 'ey ayna söyle bana benden genç kim var bu alemde?' diye sorup dur, atı alan Üsküdar'ı geçmişte haberin yok!"

2 Mart 2010 Salı

herşey iyi olacak mı gerçekten?

Yatağın yanındaki komodinin üstünde bir sürü kitap duruyor ne zamandır. Bir koşu gidip aldığım ama on sayfadan sonra başka birşeyi okumaya başlayıp henüz bitiremediğim, bir sürü kitap. Bitecek hepsi yakında ama şimdi değil. Bu aralar canım sadece Maeve Binchy kitapları okumak istiyor. Ben okumaya, Maeve teyze yazmaya yetişemiyor. Son kitabını birkaç gün önce aldım bugün bitirdim ama hafta sonu kitapçıya uğrasam, eminim yeni bir tane çıkmıştır.
Fındık fıstık gibi giden kitaplardan onun kitapları. Mutlaka her romanda, Pollyanna'nın bile "yuh artık ben bile bu kadar pozitif, iyimser, anlayışlı, yardımsever olamam" diyeceği aşırı iyimser bir karakter, romanın başından beri herkese kötülük saçıp romanın sonunda hidayete eren bir karakter, başından geçen onca zorluk karşısında "olsun bugünlerde geçer, kolları sıvayıp, şükredelim, yola koyulalım" diyerek etrafındaki herkese mutluluk, düzen getirip, hayatları değiştiren bir başka karakter oluyor. Romana kendinizi bir kaptırısanız, çok güzel, eğlenceli bir Hollywood filmi izlermiş gibi oluyor, elinizden bırakamıyorsunuz. En azından ben, bu romanları okurken, romanın geçtiği İrlanda kasabalarında yaşıyormuş, anlatılan kişileri tanıyormuşum gibi geliyor ve kitap bitince hayatımda bir eksiklik varmış, birilerini kaybetmişim gibi geliyor.

Sahiden Maeve teyze'nin anlattığı gibi hayatta herşey yoluna girer mi? Onun yarattığı kahramanlar gibi süper anlayışlı olmak, zorluklara karşı yılmadan, sabırla ve iyi niyetle karşı durmak sadece onun kitaplarına mı özgü?

Ama her ne olursa olsun bu modern zaman Barbara Cartland'ını okumak arada iyi geliyor insana.

1 Mart 2010 Pazartesi

mart kapıdan baktırır...


Eeeee Mart'ta kapıdan bakmaya başladı. Onbeşinden sonra bir aksilik olmazsa ilkbahara yavaş yavaş merhaba diyeceğiz. Harala gürele 2010'nun üçüncü ayı da başladı. E "hayırlısı olsun" diyelim.

Eskiden yaşlı insanların sürekli ağızlarına pelesenk ettikleri bazı laflar sinirime dokunurdu ama yaşlandıkça benim de dilime bazıları yapıştı kaldı. Uzunca bir süredir ne olsa, kim ne derse ben de yaşlı nineler gibi üstüne bastıra bastıra "kıssssmeeet", "hayırlısııııı osssuun" diyorum ve kendime sinir oluyorum. Bunları söyledikten sonra dilimi ısırasım geliyor.

İşte kıssssmetseeee Mart ayı'da bir çırpıda geçip gidiverecek. Bakalım bu ay bizi ne gibi sürprizler bekliyor, fonda Sertaç Ortaç'dan bir şarkı ile Mart ayına merhaba diyelim:

"Hayaaaaat beni neden yoruyosuuuuun

Madem çok günaaaah oyun sen bozuyosuuun..."


Bu şarkıyı dinlerken ellerinizi başınızın üstünde çevirmeyi ve ahenkle saçlarınızı bir sağa bir sola Blendaxlamayı ay pardon sallamayı unutmayın.

Mart kapıdan baktırır,deliye her gün saçmalattırır...