30 Ocak 2010 Cumartesi

uçurtmanın ipi elimden kaydı


Koltukta yığılmış gözlerim televizyona bel bel bakarken aklım uçurtmanın peşinde oradan oraya savruldu ve aklımdan şunlar geçti:


* Şimdiki aklım olsa kesin ya aşçı ya da cinayet masası dedektifi olurdum. Başka da birşey olmazdım.

* Müslüm Gürses kendi şarkıları dışında herkesin şarkısını gayet iyi söylüyor. Hep böyle takılsın.

* God gave me a second chance but I couldn't use it well.

* Ya bu çocuğun kafası birşeye basmazsa ve hocaları "bundan bir cacık olmaz, en iyisi manikürcü olsun" derse.

* İçim çok üzgün, kesin bu çocuk da huzursuz olacak.

* Bebek annenin ne hissettiğini dokuz haftalıkken hisseder mi acaba?

* Neden cnbc-e dizilerinin ipinin ucunu kaçırdım ben, nasıl yakalarım ki onları?

* Bu halde ne kadar yatabilirim acaba?

* Neden en olmayacak şeyler en olmadık zamanlarda oluyor ki?

* Çok okumam lazım çok ama gözlerim yoruldu.

* Pantalonu da almadım terziden pazartesi ne giyeceğim?

* Anne gidiyor cuma günü yine ev işleri bana kalacak, üzüntü ve muz kabuğu.

* Niye bu aralar herkes yeni bir cd yayınlıyor? Yoksa kriz durumu geçti mi?

* Ağca'ya jüri üyeliği yaptıracaklar mı gerçekten? Eğer olursa televizyon seyretmem.

* Uyku biraz daha uyku.

* Yarın Star Wars'ın ikinci bölümü var. Gün geçmek bilmeyecek.

* Zaman makinesi icat edilecek mi ? ve ben görebilecek miyim acaba?

sekiz haftanın ardından


Bugün Ada hanım ile (bebişimin kız olacağını astrolog ve Çin falı nezdinde iki kez onaylatmış bulunmaktayım. Önüne geçemediğim bir batıl inanç itikatım var. Hiç hoşuma gitmiyor ama yapıyorum ama zaten ben hep hoşuma gitmeyen şeyler yapıyorum ki bu da başka bir yazı konusu neyse. Çin falı da kız dedi, paragöz astrolog da kız dedi. Hatta astrolog yüzde bile verdi(%85). Ama her ikisi de yanıldıysa vay hallerine. Yine de sağlıklı olsun kız erkek farketmez duamızı yapalım ne olur ne olmaz. Sonunda erkek çıkarsa morarmak da var) sekiz haftamızı tamamladık dokuza başladık. Valla şu ana kadar kendisinin varlığını hissettirici hiçbir şey yapmadı. Ne mide bulantısı ne de aş erme. Hiçbirşey yok. Zaten çoğu zaman onun içerde bir yerlerde olduğunu unutuyorum. Sanki gerçek olmayan birşeymiş, rol yapıyormuşum gibi geliyor. Öyle kendini hissettirmeyen bir durum. Sadece sabahları hamile olduğumu anlıyorum çünkü uyanınca kendimi o kadar şişkin ve sanki bana bütün evi temizletmişler bir de üzerine kırk kilo yükle merdiven çıkartmışlar gibi inanılmaz yorgun hissederek kalkıyorum. Uyuyorum ama yorgun kalkıyorum. Nasıl iş anlamadım. Bir de göğüslerim beni öldürecek. Sanki kırk kiloluk gülleler mübarekler ve o kadar büyüdüler ki yakında göğüsleri dizlerine değen köylü teyzeler gibi olucam, onları yerlerden toplayacağım. İşin en kötü tarafı bu bence. Zaten belden aşağısı şekil değiştirmeye başladı. Benim şikayetçi olduğum şabrel otomobil lastiği kıvamını geçip tır lastiğine doğru gidiyor son sürat. Yapacak birşey yok. Henüz çok yavaş ama gittikçe yuvarlak bir topa dönüşmekteyim. Hele altı yedi aylık olunca yazın okulda kendimi yokuştan bir bırakıcam yuvarlanarak bölüme kadar giderim herhalde.

Giyinmek de yavaş yavaş problem olmaya başladı. Kotların beli sıkıyor gibi, "rahat şeyler giy" dediler. Kıllandım, dün gittim hamile pantalonu aldım ama daha erken karın yok ben de ama eldekiler sıkıyor bu pantalon bol. Biraz böyle idare edilecek gibi. Hamile pantalonları da bir garipmiş, bele kadar normal pantalon gibi sonra hop elastik bir bölüm, orayı da bir lastik tutuyor. İnsanda pantalon aşağıya düşecekmiş hissi uyandırıyor. Ben habire çeker dururum artık.

Şimdilik merkezde durumlar böyle. Hamile hissetmekle hissetmemek arası gidip geliyorum. Bakalım ilerleyen günlerde havalar nasıl değişecek.

26 Ocak 2010 Salı

işte sürpriz

Size Ada'yı takdimimdir.
Kendisi ile ilk tanışmamız böyle oldu işte.
Çok zor bir sınavdan geçmişim gibi hissettim sonucun pozitif olduğunu görünce.
Uzun ve zorlu bir yola başlıyoruz Ada'yla.
Umarım herşey yolunda gider,
Mutlu, sağlıklı, akıllı, iyi huylu ve hayat şansı güzel bir çocuk olur.
Çok korkuyorum ama biliyorum başaracağız.

23 Ocak 2010 Cumartesi

kar sen de vurup durma şu cama

En sonunda söyleye söyleye getirdiler karı. Hayırlı uğurlu olsun. Bu kar bana pazartesi işe gitmemek ve evde pijamalarla dolaşma keyfi bahşedecekse hoşgeldi sefa geldi. Yok eğer insülin seviyesi düşük hatun "kölelerim karda kışta yuvarlanarak dahi ofislerinde olacaklar" diye buyurursa uygulayacağım bir B planım yok. B planı bulmak için de 48 saatten az zamanım var. Ben şimdi B planı düşünürken sizde biraz kar manzarası seyredin. E mi ?





22 Ocak 2010 Cuma

emanet

Sen benim içimdeki büyük yangınların adı
Ben senin gecendeki mavi yada günündeki sarı
Sen benim şehrimdeki bütün sokakların adı
Ben senin yüzündeki çizgi dünündeki anı

Hadi kalk gel bul bi bahane
Birazcık heves biraz cesaret
İlk günkü gibi duruyor hala kalbin ömürlük bende emanet


Hayır bana ilham(i) gelmedi, Yonca Lodi'nin şarkısı Emanet'in şarkı sözleri bunlar. Yazanın ellerine sağlık. Bu aralar hep bu çalınsın istiyorum radyolarda.

21 Ocak 2010 Perşembe

ev hali

Bu aralar pek bi mırıl mırılız. Ben bitirmem gereken bir ödevi bitirdim, teslim ettim. Diğerini hala sallıyorum. Hiç huyum olmamasına rağmen böööleee bir rahatlık bir rahatlık.... Ama yardımcım Misket beyin üstün emeklerini unutmamalıyım. Kendisi önce konuyla ilgili derin araştırmalar yaptı (bende TV'deki bütün abuk subuk dizileri soluksuz izledim. Anne de burda ya nerdeyse bütün diziler hakkında eksik olan tüm bilgilerim tamamlandı.)



Sonra konu hakkında okuduklarını düşündü, taşındı.



Aklına gelen parlak fikirleri unutmadı, hemen bana yazdırdı. Sağolasın Misket Bey. Hadi ikincisini de yapalım.


19 Ocak 2010 Salı

kar


Büyümek bu demek herhalde....

Kar yağınca sevinenememek,

Ya yarın yollar buz tutar da arabayı kullanamazsam, işe nasıl giderim diye telaş etmek,

Biz evde sıcacık otururken, dışardakiler ısınamayanlar için üzülmek,

Şimdi her yer ıslak dışardakiler nasıl kuru bir yer bulacak diye dertlenmek,

Yollarda olanlar umarım karda kalmaz diye umutlanmak,

Büyümek buysa ben istemiyorum üstü kalsın....

18 Ocak 2010 Pazartesi

baş ağrısı


Bazen puf olup yok olsam diyorum.

Bazen her istediğimi yapabilsem diyorum.

Bazen ceketimi alıp gitsem diyorum.

Bazen hiçbir şey yapmadan otursam otursam diyorum.

Bazen herşeyi sıfırlasam diyorum.

Bazen zamanı geri alsam diyorum.

Bazen keşke bu bazenler, keşkeler olmasa diyorum.

Bazen şu kafamı bir yere koysam da o kendi kendine ağrısa diyorum.

17 Ocak 2010 Pazar

gamlı baykuş cüceler arasında

Cumartesi günü çooook eski bir arkadaşımın oğlunun doğum gününe gittim. Sıpa Ege, ikiyi bitirip üç yaşına bastı. Salona girince yaşları 1'le 3 arası değişen bir sürü cücenin ortasında kaldım. Onlarla geçirdiğim iki saat (daha fazla haşır neşir olmaya gelmiyor bunlar) sonrasında çıkan sonuç şudur:
*1 ila 3 arasındaki cüceler hala iri bebiştir. Doğru dürüst konuşamazlar. Tek bildikleri sadık inekleri, değişmez süt kaynakları anneleridir. Sıkışınca hemen ona 'Aniiiii, aniiii' diye seslenir, onun görüş alanı içinde olup olmadığını sık sık kontrol ederler, başları sıkışırsa ona koşarlar. Eğer sadık inekler, görüş mesafesinin dışındalarsa, bu 'Aniiii' seslenmeleri gittikçe artan tiz çığlıklara dönüşebilir.
*1 ila 3 arasındaki cüceler bireysel takılmayı severler. "Aaaa arkadaşım gelmiş, n'ber kanka' durumu görünmez bunlar arasında. Gelen arkadaşa şöle bir bakılır sonra yine plastik kocaman arabayı kapma yarışına dönülür.
*1 ila 3 arasındaki cücelerin en sevdiği oyuncak, plastik kocaman bir arabadır. Çok cüceli bir parti için iki adet kocaman plastik araba iyi olur. Aksi takdirde çıkan kavgalar çevreye ciddi rahatsızlık verir.
*Anne aday adayları ya da 'ya bende artık çoluk çocuğa karışayım'diyenler için çok cüceli bir parti pek iyi değildir. Zira çıkan gürültü, ciyaklama, 'Aniiiiii' haykırışları ve kutsal ineklerin cücelerine olan bağımlılıkları bünyede tahribat yapar ve zavallı anne adayları ya da aday adayları 'çocuk mu asssslaaa' diyerek olay mahallinden tabanları yağlayıp kaçabilirler.
*1 yaş civarındaki cüceler eğer diş çıkarıyorlarsa tek meşguliyetleri ağızlarına sokabilecekleri en lezzetli ve diş kaşımaya yarıyan şeyi bulmaktır. Eğer civarda minik bir oyuncak araba varsa 1 yaşındaki cüceler arabanın hepsini ağızlarına sokup, salyalarını uzata uzata etrafta dolaşmaya bayılırlar. Salyalar elbiselerini ıslatmış, arkalarında iz bırakmış umurlarında bile değildir. Önemli olan çıkmakta olan o hain diş kaşınmalıdır. Not: Sakın ağızlarındaki arabayı çıkarmaya çalışmayın, çıkaracakları sesten işitme duyunuzu kaybetme olasılığınız çok yüksek.
İşte böyle...
Bu seferki partiye hazırlıksız gittim, bir dahaki partiye kulağıma pamuklar tıkıp gitmeyi düşünüyorum ya da birkaç saatliğine bir cüce kiralıyacağım. Zira sap gibi gittiğim partide konu dışında kaldım. Bütün kutsal inekler, minik gruplar oluşturarak, cücelerini yarıştırdılar. 'Benim ki geçen gün ateşlendi, doktor antibiyotiği keselim dedi ama ben kararsızım', 'bakıcıdan memnun değillim, çocuğu televizyonun karşısına oturtup, ütü yapıyormuş'.

15 Ocak 2010 Cuma

kırmızı cübbeliler

Kaç gündür yazacağım ama akşam eve gidince bilgisayar başına oturmak gelmiyor içimden. Birkaç gündür böyle. Sanırım insülin seviyesi düşük bölüm başkanına duyduğum tiksintinin bir yansıması bu. Bilgisayar başında oturunca içim kalkıyor zira hayatımın hiçbir döneminde hiçbir günüm bu aralar olduğu gibi bilgisayar başında oturarak geçmedi. Neyse herşeyin bir sonu var bu günlerde geçer.
Konumuz zalim bölüm başkanı değil aslında da istemeden dahil oluyor işte. Asıl yazmak istediğim salı akşamı oynanan Beşiktaş-Kasımpaşa maçı. Hayatımda ilk defa bir futbol maçını staddan izledim. Bizim ofisten S. ile S. benim staddan maç izleme sevdamı bildikleri için kaç ay öncesinden "hadi 12'sindeki maça gidelim" dediler. Tabii ben de atladım, kaçar mı?
Salı günü okuldan hep beraber (S., S., Sndrfknella ve ben) çıktık. Arabayı Kadıköy'de iskeleye bırakıp vapurla Beşiktaş'a geçtik. Ne zamandır vapura binmemiştim. Ne kadar güzel olmuş bu yeni vapurlar. Her taraf pırıl pırıl, geniş geniş koltuklar. Hepsi de en kısa zamanda kendilerini yırtacak, üzerlerine "A kalp B" ya da "FB aşkı bitmez" gibi cümleler karalayacak veya anahtarla ölümsüz aşklarını vapurun bilumum yerlerine kazıyacak zat-ı muhteremleri bekliyor. Fırsat bu fırsat daha kirlenmeden bozulmadan temiz temiz binmeli vapurlara.
Beşiktaş'a geçince balık pazarında Turgut'un Yeri'nde balığımızı yedik, sohbet edip demlendik. Turgut'un yeri tam bir Beşiktaş'lı yeri. Lokantanın duvarları Beşiktaş'ın tarihini anlatıyor. Bütün duvarlar, yazılarla, gelmiş geçmiş bütün Beşiktaş'lı futbolcuların ve bu lokantaya gelmiş bütün ünlü simaların resimleri ile dolu. Fotoğrafların tamamına bakmaya kalkarsanız sabaha kadar çıkamazsınız ordan. Gelen yemekler lezzetli, fatura ise makuldu. Yediğimiz içtiğimiz içimize oturmadı. Neşeli neşeli maçı izlemek için stada doğru yürüdük.
Maçın hafta içine denk gelmesi ve sanırım Beşiktaşlıların "nasıl olsa bu maçı alırız" tribine kapılmalarından olsa gerek stad yolu pek kalabalık değildi. Sallana sallana yürüdük. Stad girişinde bildik prosedürleri uyguluyorlar; kadın polis sizi arıyor vs. Hatta beni arayan kadın polis, paltomun şişkin cebini görünce birden heyecanlanıp, isterik bir şekilde "Bu ne bu ne?" diye sordu. "Bere bombası" demek geldi içimde ama ne olur ne olmaz kim vurduya gideriz diye "Bereeee" diyerek onun bütün "hah olay var" hevesini kursağında bıraktım. İkinci aramadan sonra nihayet stada girebildik.
Stad havası bir başka gerçekten. İnsanın içi heyecandan pır pır ediyor, hemen havaya giriyorsunuz. Islak çimenin kokusu sizi sahaya çağırıyor, hemen aşağıya inip bir iki top çevirmek geliyor içinizden. Maç saatine yakın ısınmak için sahaya çıkan futbolcuları görünce ne kadar gerçek olduklarını anlıyorsunuz. Televizyonda izlerken bana gerçek insanlarmış gibi gelmezlerdi. Sanal karakterlermiş, oraya çıkmışlar bir topun peşinde koşup duruyorlarmış gibi gelirdi ama stadda onları görünce ne kadar gerçek olduklarını, bir adımla onlara dokunabileceğinizi anlıyorsunuz.
Sonunda Çarşı yerini aldı, tezahüratlar eşliğinde maç başladı. Beşiktaş'ın daha ısınırken verdikleri "ya bizim bugün pek oynayasımız yok" havasını alan Kasımpaşa, 7. dakkada golü bizim şaşkın bakışlarımız arasında çaktı Beşiktaş filesine. Tezahüratlarda taraftarın kızgınlığını yansıttı.
"Ne zaman şampiyonluk diye bağırsak kursağımızda kalıyor, söylesene bize hoca takım niye oynamıyor?"(benim favorim buydu)
"Kalbimin orta yerinde büyük bir yangın var"
Daha sonra maçın 26.dakikasında Moritz'e yan hakem kararı ile penaltı verilince, olay tümden çığrından çıktı. "Kırmızı cübbeli i......, annene söyle 12-1 arası sizdeyim", "ana....s....", "gelsene buraya kırmızı cübbeli" (hakemlerin forması kırmızı). Sonuç 3-1'e doğru ilerleyip Beşiktaş taraftarlarının artık iyiden iyiye galibiyet umudu kalmayınca bilumum "ana....s...."li özlü sözü daha çok duyar olduk. Arkamızdaki yaşını başını almış amca bütün hakemlerin ve futbolcuların hanım akrabalarını bitirip hızını alamadı ve ecdatlarına kadar uzandı; "ecdadınızı s...."
Sonuç, çok eğlendim. Evet geniş olan küfür hazinem daha da arttı. Aklı başında gibi gözüken beylerimizin içinden çıkan futbol canavarlarını da görmüş oldum. Bozuldum mu hayır. Sonuçta bence bu da bir deşarj olma yolu. Evet yan hakeme üzüldüm, bu kadar lafı hakedecek birşey yapmadı sadece o penaltı değildi. Heyecandan iyi göremedi işte ama onu da soğukkanlılığından dolayı kutlamak gerek, o kadar lafa kılını bile kıpırdatmadı.
Seneye kombineler ne zaman çıkar acaba hemen alıcam.
Ben Beşiktaşlı mıyım? Hayır ben morun asaletine gönül veren aslanlardanım.

13 Ocak 2010 Çarşamba

sürpriz


Hani o koskoca bilboardlar var ya onlar nasıl kiralanır? Kaçadır, kimle görüşülür nerden kiralanır? Zira 2010 bana sürprizini yaptı, ondan sağlıktan başka birşey istemem artık. Ama daha ne olduğunu buraya yazamam. Hatta daha bilboardlara bile yazamam. Biraz sabretmeliyim. ama içimde kuşlar uçuyor, herkese bağırmak istiyorum sürprizi. Bekliyeceğim bir süre el mahküm.

10 Ocak 2010 Pazar

parçalı bulutlu


Son durum özeti: anne geldi, ekmek elden su gölden sezonu açıldı. Eve gelince yemek hazırlama, akşam ne pişirsem derdi bir süreliğine askıya alındı. Yapılması gereken master ödevlerinden birine hiç başlanmadı, diğerininde 3/4'ü bittiği ve tamamı bitirilmeden masadan kalkıldığı için kalan 1/4'lük kısım bir türlü bitirilemiyor. Her ikisininde teslim tarihi yaklaşmakta ama benim elimi kolumu kaldırıp onları yapacak ne enerjim ne de gayretim var. Şeytan hepsini bırak diyor ama iki senedir ömrümde ilinti olan bu işin sonuna gelmişken bırakmak istemiyorum.

Her neyse asıl istediğim Midas'ın kuyusu. Ne mi o? Hani rivayete göre Midas'ın kulaklarının eşek kulağı olduğunu öğrenen berber bir kuyu açar ve "Midas'ın kulakları eşek kulakları" diye bağırır ya, işte ben de bir kuyuya içimde gittikçe büyüyen sıkıntıyı bağırmak istiyorum. Evet içimde gittikçe büyüyen bir sıkıntı var ve bu beni olduğumdan daha asabi yapıyor. Son üç gündür inanılmaz sinirliyim, hani biri baksa "niye gözün var ulan!" diye bağırıcam o kadar yani. Anne şaşkın bu halime, sevgili geldi Bursa'dan dün akşam, onu da kum torbasına çevirdim. Kafasını kopartasım var o derece sinirim tepemde ve bir kuyu arıyorum içine bağırmak için. Herşeyi ama herşeyi söylicem ona yoksa bu sinir, sıkıntı boğacak beni yakındır.

6 Ocak 2010 Çarşamba

yahşi cem



Pazar'dan beri yazacağım bir türlü fırsat bulamadım, bugünün konusu da "Yahşi Batı" olsun. Cem Yılmaz'ın son filmine gittik pazar günü Palladium'da. Bir sürü bahane üreterek ne zamandır sinema keyfi yapmıyordum ama pazar "hadi"dedim, "yeter bu kadar bahane, gidelim aheste aheste". Cumartesi'den aldık bileti zira ne Avatar'a ne de Yahşi Batı'ya bilet bulmak mümkün değildi.
Film, tipik Cem Yılmaz filmi. Türkler, dünyanın neresine giderse gitsin başını becerir, bir yolunu bulur paçayı kurtarır ana fikir. Bunun dışında konuda birşey yok ama kostümler, dekor vs. oldukça ince elenmiş sık dokunmuş. Bir kovboy filminde ne varsa atlanmamış. Türkler'le ilgili espriler bir kovboy filminin içine çok iyi oturtulmuş. Diyaloglar, kelime oyunları bana oldukça iyi yazılmış geldi. Espriler insanın gözünün içine sokulmuyor. Şahan filmleri ile kıyaslandığı zaman, Cem Yılmaz'ın filmleri oldukça sıkı bir zekanın ürünü gibi geliyor bana. Şahan sanki espriyi insanın gözüne gözüne sokuyor.
Filmde, en çok Uğur Polat'ın oynadığı Barry Buck (beri bak) isimli Brookeback mountain'lı kovboya güldüm. Filmin en iyi kareleriydi bence.
Uzun lafın kısası, Cem Yılmaz bir şans ve zeka öyküsü bence. Adamın zehir gibi kafası var ve kendini 10 yıldır inanılmaz iyi pazarlıyor. Bunun için ekstra birşey yapmıyor işin en iyi tarafı da bu bence. Neyse o. Bu da benim Cem Yılmaz'ı desteklememin en büyük nedeni. Bir de Ozan'cığımı (var mı ondan ve Memet Ali Alabora'dan daha güzel gülen erkekler?) hiç bırakmıyor, elinden tuttu çocuğun bu da onu desteklememin başka bir nedeni.
Bence filme gidin, güzel bir akşam geçirirsiniz. Ha birde çok küfür var. Buna takılırım derseniz, televizyondaki kesilmiş halini bekleyin o zaman.

5 Ocak 2010 Salı

ben eeeennnn birşey oldum


Bugün hep böyle aşağıdaki postta yazdığım gibi ters şeyler olmadı tabii. Ben Keyfim ve Kahyası beni "en yaratıcı blog" seçti. Allahım birşeyin iyisi olmak ne iyiymiş bea. Geçtim eeeennnn bilmem ne olmayı ben "iyi" ye bile razıyım. Bendeki bu güven eksikliğini kabul ettim tabii, hemen koştura koştura Jung terapisyeni ve astroloğ olan abiye gittim. Nerdeyse dört saat kaldım, sonuç? 300 papeli bayılıp bir de üstüne hazırladıkları ajandayı bana kakalamaları ve ondan da 25 kağıdı çarpmaları ve benim cüzdanımdan çıkan 325 papelin dayanılmaz hafifliği ile güven eksikliğinin üstüne giden paramın depresyonu çöktü. Neyse gelelim bu postun konusuna. Yukarda da yazdığım gibi artık "en yaratıcı blog"u okuyorsunuz, bu yüzden hanımlar ve beyler, bundan böyle ne zaman ki bu blogu okumak istersiniz o zaman, en güzel elbiselerinizi hatta tercihen, bir Ziyagil gibi giyinik olmanızı istiyorum. Ziyagil nasıl olunurmuş öğrenmek için tekmili birden Aşk-ı Memnu'yu izleyin. Şimdi bir liste var o listedeki maddeleri gerçekleştirmem gerekiyor, böylece "en yaratıcı blog" ödül töreni bitecek.
1. Sizi ödüllendirene teşekkür edin. (Ettim)
2. Sizi ödüllendiren blogu linkini yayınlayın. ( yaptım, moru tıklayın, görün)
3. Ödülün logosunu yayınlayın. (yayınladım)
4. 7 yaratıcı blogeri ödüllendirin. ( birazdan, ödüller mutfakta, misket bey getirecek)
5. 7 yaratıcı blogun linkini yayınlayın. (ödül töreninde linklerde verilecek)
6. Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin. (ediyorum ama olur da haberdar edemezsem onlar burayı okuyunca haberdar olacaklar zaten)
7. Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın. (bu zor işte, bir deneyeyim)


Ben ve benim 7 ilginç şeyim:

1. Portakal ve pilavı aynı anda yemeyi çok severim. Yani pilav yerken yanına portakal da koyarım. Genelde portakallı ördek yenir ama ben züğürtlükten pilavla idare ediyorum. Garibanın füzyon mutfağı böyle olur.

2. Sihirli güçlerim olsun istiyorum ve her gece üç kuluvallah bir elham okuyup, Allah'tan bu sihirli güçleri diliyorum. Böylece trafikteki hanzoları maymuna, benim tatilimin üstüne kapuçino içen insülin dengesi bozuk bölüm başkanını fareye, derste uyuyup beni dinlemeyen fotokopi genç irilerini ise hamstera çevirebilirim. Böylece insan olup vatan millete zarar vereceklerine doğada bir işe yarasınlar.

3. İçimde, bütün gün sabahlıkla dolaşıp, saçını taramayıp uyduruk bir topuz yapmış, elinde çay fincanı ile sürekli dizi izlemek isteyen bir terliksi hayvan yaşıyor ve dışarı çıkmak için inanılmaz bir baskı yapıyor. Daha ne kadar bu baskıya dayanırım bilmiyorum.

4. Hiçbir zaman kendime verdiğim sözleri tutamıyorum. Acaba söz vermemeyi denesem, işe yarar mı?

5. Yollarda ne kadar tabela varsa okuyorum, bazen okuyamadıklarımı geri dönüp okuyup öyle yola devam ediyorum. Okuma aşkım inanılmaz.

6. Yaşlandıkça simetri hastalığına tutuluyorum. Bankada veznenin önünde biriken kağıtları toplayıp, üst üste koyuyorum, herkesin masasında eğri duran kitabı, kalemliği, bardağı düzeltip öyle yerime geçiyorum. Henüz eğik minareleri düzelttirme safhasına gelmedim (bakınız Müjdat Gezen).

7. Takı takmadan ve ruj sürmeden asla sokağa çıkmam.


Ve şimdi huzurlarınızda en yaratıcı 7 blog yazarı:







yeni yıla ters ayakla mı girdim ne?

Maşallah yeni yıla pek bir güzel başladık. Önce dün, aldığı kararların kanındaki insülin değeri ile alakalı olan sayın bölüm başkanımın, iki haftalık tatilimi kaldırması yetmiyormuş gibi bugün postamda da "Bu sitenin yöneticisi kim bilmiyorum" diye başlayan Aşura ile aşure arasındaki farkı anlatan nerdeyse 35 cilti bulacak bir dini bilgilendirme ile karşılaştım. Öncelikle beni bilgilendirmeyi boynunun borcu bilmiş sayın yorumcuya teşekkür ederim. Aşura ile aşure arasındaki farkı merak etmiyordum ama öğrenmiş oldum. Ne demişler bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp di mi. Başka beğenmediğiniz yazılarınız varsa onlara da yorum yazın, beklerim. Hem bu sitenin yöneticisini ( bu arada ben sitede oturmuyorum, o yüzden site yöneticisi değilim veya herhangi bir siteyi yönetmek gibi bir merakım hiiiiçç yok. Ben ve yönetmek Allah koru yalebbim!!!!) bilseniz ne olur bilmeseniz ne olur, sizin gibi Allahın kulu işte. Beni tanımak da işinize gelmez, ne yapcaksınız beni tanıyıp, boşverin gitsin. Siz bizi bilgilendirin yeter.

4 Ocak 2010 Pazartesi

bir parmak bal


En nefret ettiğim şeydir.... insanın ağzına bir parmak bal çalarlar, sen hayaller kurarsın, planlar yaparsın sonra aaaa ben vazgeçtim. İyi b...k yedin.

Ocağın sonunda iki hafta tatil vermişlerdi sabah geri aldılar. Ne bu ya bir ver bir al. Kendimi elinden lolipopu alınmış çocuk gibi hissediyorum.

3 Ocak 2010 Pazar

mutluluğun kitabı




Aldım çünkü onu seviyorum, çünkü yaptığı şeyler bana cesurca ve evet fütursuzca geliyor, çünkü kadın deli, aklına eseni yapıyor, kimseye amennası yok ve ben böyle delileri severim. Ne mi yaptım?
Ayşe Arman'ın "Alya, sevgilim ve ben" isimli kitabını aldım. Hürriyet'te yazmaya başladığı zamandan beri Ayşe Arman'nın yazılarını okuyorum, büyük bir kısmını biliyorum diyebilirim. Bundan önce çıkarmış olduğu iki kitabını da raflara düşer düşmez kapmıştım. şimdi düşünüyorum da yazdığı yazılar, tamamen blog yazısı. Nasıl biz bugün bunu yaptım, sevgilimle şuraya gittim, burada şunu yedim, kavga ettim, bugün bunu aldım diye yaptığımız herşeyi yazıyorsak, o da onbeş sene önce aynen bunları yazmaya başladı. Gözümüzün önünde herşeyini yazdı ve kendisinden önce bunu yapan olmadığı için de oldukça ilgi çekti. Ama bu ilgiyi akıllı ve çalışkan olması sayesinde çok iyi değerlendirdi, koskoca medyanın içinde kaybolmadı, gittikçe sivrildi. Özellikle de sıradışı konular ve ünlü konuklarına sorduğu değişik sorularla gazete röportajlarına değişiklik getirdi.
Şimdi onun gibi olmaya çalışan birkaç kişi daha var gazetelerde ama taklitler aslını aratıyor. kimse Ayşe Arman'nın eline su dökemez.
Gelelim kitaba.... Kitapta Ayşe Arman, kızına hamile olduğu dönemde yazdığı yazıları, çektiği/çektirdiği fotoğraflar eşliğinde bir araya getirmiş ve kitabın arka kapağında yazdığı gibi "en basit, en yalın, en samimi" halleri var bu kitapta. Ayşe Arman kitabı olmasının yanı sıra benim en hoşuma giden şey, aile bireylerinin mutluluklarının ve birbirlerine olan sevgilerinin kitaptan yansımasıydı. Gerçekten birbirleri ile olmaktan hoşlanan ve keyif alan bir aile onlar. Sadece Ayşe Arman, kocası ve kızından bahsetmiyorum. Ayşe Arman'nın ya da Ömer Dormen'nin ailelerini (yani babaanne, dedeler, teyzeler vs.)de kastediyorum.
Kısacası hoş bir kitap... Keyifli bir aile görmek isterseniz, bu kitabı alın derim. Hem kitabın satış gelirinin bir kısmı da Lösev'e gidiyor. Bir taşla iki kuş fena mı?

2 Ocak 2010 Cumartesi

ilk yazı


Bismillahirrahmanirahim, kul euzubin nas melikin nas ilahin nas min şerril vesvasil hannas.....

Döneme uydum dini bir başlangıç yaparak yılın ilk yazısına, 'nas' süresinden bir kuple ile başladım. Zaten 'nas' nazar duası (yanlış bilmiyorum di mi?), böylece bana ve bu yazıyı okuyan(lara)a hiiiççç nazar değmeyecek. Hepimizi koruma altına aldım.

Kendi kendime bu yıl hergün birşeyler yazmaya söz vermiştim. Daha baştan sözümü tutamadım, yılın ikinci günü başladım yazmaya. Neyseeeee.....

Dün, akşamdan kalma olduğumuz için sersem gibi geçti. İ.'lerde çoluk çocuk geçen bir yılbaşının ardından, "çocuk nedir? ne değildir?", sabahın üçünde bile zıplayıp duran, evdeki bütün yetişkinler gözkapaklarını birleştirmek için canlarını verebilecekken "hadi tombala oynayalım!"diye tutturan çocukların enerjisi ile kim, nerde, ne zaman baş edebilmiştir, edebilecektir. Çocuk sahibi olmak demek bu enerji ile baş edebilmek mi demektir? Eğer böyle ise o zaman "yandım gülüm, keten helva", soruları kafamı kurcalamaya başladı.

Ama bütün bu sorulara rağmen, umarım 2010 bana sürpriz yapar ve bu yıl aramıza birisi daha katılır. Hadi bakalım 2010 göster kendini!

Gerçekten de 2010'un başıma iyi şeylerin geldiği, şeker gibi bir yıl olmasını diliyorum. Hem bu sene çift sayı, severim çift sayıları ben. Her ne kadar hayatımdaki bütün önemli olaylar tek sayılı zamanlarda olmuşsa da bu sene şeytanın bacağını kıracağız inşallah.

Umarım herkes için bu sene daha iyi, az hasarlı ve hatırlanası bir yıl olur.