29 Aralık 2009 Salı

to do list


TO DO LIST

*Olumlu düşüneceğim. Herkes ve herşey için olumlu şeyler hissedeceğim. Hatta hergün önce yarım saatle başlayıp, giderek dozunu arttıracağım olumlu düşünme egzersizleri yapacağım. Modern zamanların Pollyanna'sı olacağım. Belki Nobel alır, "annemin pazar sepeti" isimli bir konuşma yaparım, kitap olur ve belki böylece şu dünyada dikili bir ağacım değilse bile basılı bir kitabım olur.
*Daha az şeker, tatlı vs. yiyeceğim. Kendimi sürekli bal kovanındaki arı gibi hissediyorum. Bir tatlı yemedir gidiyor. Bu da iyi birşey değil, şambrelim genişliyor.
*Bu senede sokaktaki kedileri, köpekleri, kurdu kuşu besleyip, yağmur yağdığında sümüklü böcekleri yollardan toplayacağım.

*Daha çok film, dizi izleyeceğim. Hatta TV koltuğu alıp, çekirdeklerimi rahat rahat çitleyeceğim bir mekan yaratacağım.

*Bir türlü ezberleyemediğim şarkı sözlerini ezberleyeceğim. Her sabah o kadar Power FM'le çalışıyorum hala "Yağmur sende vurup durma şu cama" şarkısı ile "Dertlerimi satsam mutluluk alsam" şarkısının sözleri birbirine karışıyor. Daha çok çalışmam lazım anne!

*Kara Kedi'mi hızlı ve pratik bir şekilde yakalayıp, onu üzmeden, stres etmeden aşıya götürme taktikleri geliştireceğim. Haftada iki gün ani ataklarda bulunup, sonuçlarına göre bir eylem planı oluşturacağım. Hatta bu eylemlerim için bir de tatbikat çizelgesi hazırlayacağım. Bunları da küçük küçük kağıtlara yazacağım ki, günün birinde suya ihtiyaç duymadan tükürükle yutabilmek mümkün olsun.
*Politik olmak ne demektir? kursuna gideceğim. Duygularımı hemen göstermeme eğitimi almam lazım. Gözler kalbin aynası modunu geçtim ben, herşey anlaşılıyor yüzüme bakınca. Artık ağzımla değil yüzümle konuşuyorum. Botoks mu yaptırsam acaba? Daha ifadesiz olurum belki.
*Bu sene daha az ağız ishali olucam. Ofisteki ketum çift gibi olucam. Hatta üç maymun en iyisi.

*Kendime bir sürü altın bilezik alıcam. Bulaşık yıkarken ya da yemek pişirken ya da konuşurken sürekli şıkırdasınlar istiyorum. Bununla da kalmayıp, şıkıdık terlik alıcam. Evde yürürken, "şıkıdık şıkıdık" ses çıksın. Ev genelde sessiz, böyle ses olur işte. Sonracığıma saçlarıma sarı röfleler attıracağım, perma yaptıracağım.Tarz değiştiriyorum içime Meliha Abla kaçtı.

*Ota boka, dizi karakterlerine; Ezel'e, Eyşan'a, Leyla'ya, İpek'e, Melek hanıma, Meliha ablaya, Samim'e, Ali'ye vs.ye, manavın çırağına, berberin kalfasına üzülp durmayacağım. Ben üzülüp dertlenince hiçbirşey değişmiyor.

*"Koy götüne dünyanın" sözünün on dilde söylenişini öğreneceğim. Aksanları ile söylemeye çalışacağım.

*Bir de (yapabilirsem) fellik fellik gezicem.

*Noktalama işaretlerini öğrenicem.

Liste kalabalık. Allah kolaylık versin bana valla.

28 Aralık 2009 Pazartesi

sevgili noel baba


Sevgili Noel Baba,
Bu sene kendi kendime bir akım yarattım herkese mektup yazıyorum. Artık kimse birbirine o güzel mektup kağıtlarını kullanarak birşeyler yazmıyor. Ne kötü di mi? Teknoloji kuşu olduk hepimiz. Mazallah şu elektriğe felan birşey olsa bittik. Neyse sanırım bu mektup senenin son mektubu, umarım seneye doğmamış çocuğuma mektup yazıyor olurum.
Gelelim benim bu mektubu yazma nedenime. Yok yok merak etme, ben geçen sene hesaplaşması felan yazmayacağım sana, zaten ben her daim kendimle hesaplaşıyorum, bu sene o sene farketmez. Öle böle yuvarlanıyorum işte. Benim senden bir iki istiramım olacak, mümkünse onları iletmek ve de yeni yıl sebebiylen senin gözlerinden öpmek istedim.
Evet sevgili Noel Baba, gelelim sadede. Ben iki gün sonraki yeni yılda senden hediye olarak bir zaman makinesi istiyorum. En kısa sürede, please. Şöle geçmişe dönüp bir iki hesaplaşmam var, onları halledip gelivericem. Ha bir de sevgilerimi sunamadığım biri var, onunla konuşacağım iki dakika. Bu yeni yılda geçmişin yükünden kurtulalım di mi ama?
Sonracığıma bir çuval umut istiyorum. Ama bu sihirli bir çuval olsun. Ben Boğaz Köprüsü'nün üstünden çıkıp savurdukça, bitmesin. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin.
Bir de senden el çabukluğu marifet birşey istiyorum. Ben elimi şaklatınca kimse yalan söylemesin, ne düşünüyosa ağzından o çıksın. Mış gibiler kalmasın.
Ve sevgili Noel Baba, son olarak senden biraz daha cesaret istiyorum. Niye istediğimi söylemeyeyim seneye sürpriz olsun.
Sanırım hepsi bu kadar. Sevgili geyiklerine selam eder, ellerinden öperim. Umarım bu sene çok yorulmadan, kazasız belasız geçer akşamın. Çok sıkı giyinme buralarda havalar çok sıcak, biraz daha böyle giderse Ocak'ta denize gireceğiz.
Haaa, bak unutuyordum. Noel Baba'cım, paketin üstüne milli piyangoyu kazanacak talihli numarayı da yazarsan çok makbule geçer, bir ömür boyu duacın olurum. Sen şifreli yaz, paketin desenlerinin arasına filan, ben anlarım.

Seni çok seven,

G.B.

27 Aralık 2009 Pazar

çocuğun mu var derdin var

Yahu ne zormuş çocuk bakmak...İyiler hoşlar ama dertleri hiç bitmiyor valla. Birgün birisi hasta öbür gün diğeri...hayır lafta dinlemiyorlar, o kadar dedim "yeme bu kadar, bak rejim yapman lazım". Yok sanki ben tam aksini söylemişim gibi önüne ne konursa silip süpürüyor. Hayır, bir süre sonra iş çığrından çıkacak, geri dönülmez bir noktaya gelicez, daha ciddi sağlık sorunları olacak. Öbürü de tutturdu "aşıya gitmem de gitmem" diye. Nerdeyse iki haftadır cumartesi günleri köşe kapmaca oynuyoruz. Ben ne zaman doktora götürmek için ayaklansam ortadan kayboluyor. Sonunda doktoru eve getiricem gibi gözüküyor, bakalım.
Bu akşam da büyük olanın ağzının kenarı yine ucuk olmuş,on farkettim. Bu ucuk olayı sürekli tekrar ediyor, yarın o kesin doktorda. Sabahı zor edicem gibi gözüküyor. Bakalım ilerleyecek mi? onu da rahatsız ediyor herhalde çünkü hep ordaki ucukla oynuyor. Sabah işe gitmesem birşey farketmeyecek,doktor ondan önce gelmiyor, ben de onikide çıkıcam yarın. Umarım önemli birşey değildir. Ama canım sıkıldı işte akşam akşam....
Çok yoruyorlar beni büyüdükçe. Dört ayaklılar falan ama iki ayaklı çocuktan farksızlar...

26 Aralık 2009 Cumartesi

on küçük zenci

Küçükken Agatha Christie romanlarını okumaya bayılırdım. Gerçi hala elime geçen tüm dedektif romanlarını severek okuyorum da konumuz bu değil. "On Küçük Zenci", en sevdiğim Agatha Christie romanlarından biriydi. Kitapta bir tekerleme vardı. Şimdi tam metnini hatırlamıyorum ama genel olarak ondan geriye doğru sayarak küçük zenci biblolarının kırılıp yok olmaları ile ilgili idi.
Bugün bu tekerlemeyi tekrar hatırladım çünkü bu sene babamdan başlayarak etrafımda tanıdığım birçok kişi on küçük zenci gibi yok olmaya başladı. Bugün de A. amca gitti. Benim çok ama çok sevgili arkadaşım İ.'nin babası. Deli dolu, zıpkın gibi, fişek gibi bir adamdı A. amca. Uzun boylu, yaşını hiç göstermeyen, bana "Easy Rider"daki Dennis Hoper'ı hatırlatan, hala içindeki delikanlıyı canlı tutabilmiş, bir iki sene önce geçirdiği kalp ameliyatına rağmen hala karavanı ile tek başına güneye gidebilecek kadar cesur biriydi.
Bu kadarmış işte...
O da gitti geriye kaç küçük zenci kaldı acaba?

küçük bir şey

Sevgili aldı gitti bilgisayarı, ben de babacığımın bilgisayarına kaldım. İyi güzel amma velakin şu anda gömüldüğüm aşure tabağının resmini bloğuma koyamıyorum. Yarın bu minik teknik hatayı halledip, resmi koyacağım inşallah.
Aşure nerden mi geldi? Annemden değil; hayır! bende yapmadım. Ben bu aralar kedi dilli pasta yapmakla meşgulum.
Aşure sevgili E'ciğimin annesi H. teyzeden geldi. Valla hızır gibi yetişti. Çok ama çok makbule geçti.
Etrafta olan biten bütün çirkinliğe rağmen bazen birileri tarafından düşündüğünüzü bilmek, bunu hissetmek hayatı güzel kılıyor ve sanırım küçük şeylerle mutlu olmak bu demek. Tekrar çok teşekkürler H. teyze. Sizi seviyorum.

24 Aralık 2009 Perşembe

aşura buraya


Geçen gün uyku mahmuru oturmuşum direksiyonun karşısına kuzu kuzu okula gidiyorum. Okul yolunda her sabah istisnasız takıldığım kırmızı ışığın yeşile dönmesini beklerken koca bilboard'da gözüme şu ilan takıldı: "Aşura Halkalı'da". Hz. Ali olduğunu tahmin ettiğim önemli bir dini zatın sinirli bir resmi (bu dini zatlar hep asık suratlı ve sinirli gözüküyorlar, niyeyse) ve altında da sanırım bir savaş sahnesinden alınmış bir sahne vardı herhalde, tam göremedim. Neyse bu ilanı görür görmez kafama dank etti. Aşure ayı gelmişti. Bunu öğrenince içim cız etti.

Annem benden uzakta yaşıyor. Yani öyle ha diyince gelebilecek ve de benim ha diyince gidebileceğim bir mesafede değil. En azından İstanbul il sınırlarının dışında. Annemin burada yaşamasını çok ama çok isterdim ama hayat işte, her istediğimiz olmuyor ve ben ne zaman okuldan eve gelsem ve ne zaman Aşure ayı gelse annemi daha çok yanımda istiyorum.

Biz küçükken, okuldan gelince annem hep bizi karşılar ve evde mutlaka kek, tost, sandviç gibi yiyecek birşeyler ve çay olurdu. Şimdi de eve gelince annem beni karşılasın, karşılıklı bir çay içelim, ben bıdır bıdır anlatayım, annem beni dinlesin, örgüsünü örsün, "Sen de hemen kestirip, atıyosun kızım"desin. Hadi annem yok, şöyle evin yakınlarında bir tane Meliha Ablam olsaydı keşke. Camdan bana bakıp "Pamııhh, koş geli sıcacık poğaça yaptım. Yersin" veya "kız koş, yeni indi ocaktan, sıcak sıcak kaşıkla aşureni" deseydi. İkisi de yok. Benim de her akşam hevesim kursağımda kalıyor, boynu bükük eve giriyorum.

Şimdi aşure ayı gelmiş ya, annesi yanlarında olanlar ya da bir Meliha ablaları olanlar ne güzel aşure keyfi yapıyorlardır. Bense Tukaş'ın hazır aşuresine talim ediyorum.

Benim içinde anne aşuresi yiyin lütfen!!!!

23 Aralık 2009 Çarşamba

is this panic attack or not?


Önceki gün yine Nişantaşı yollarına düştüm. Daha önceden biliyorsunuzdur, asansöründe azar işittiğim hocama gittim yine. Malum tez işi. Dedim ki "hocam, ne olcak benim şu tez işi bir görüşelim, konuşalım, elele tutuşup, dans edelim." O da "hay hay, yarın (yani dün) ikibuçukta S. ile Sel. gelecek sende gel onlarla birlikte" dedi. Benim de canıma minnet, zaten uzun zamandır s. ile Sel.'i görmemişim. Ayarladım işleri gittim.
Okuldan 14'teki servise atladım, Nişantaş'ında park sıkıntısı çekmemeyeyim diye. Sonra da 4. Levent'ten metroya bindim. Toplu taşıma araçlarını çok seviyorum, bir sürü enteresan tip doluşuyor, onları izlerken zaman geçiyor, yolculuk zevkli hale geliyor.
Metroda önce yanına bir kız oturdu. Hararetle mesaj yazıyordu, gayri ihtiyari gözüm kaydı, "Ya aşkım şimdi aklıma birşey takıldı. Benim içim......" diye başlıyordu mesaj. Devamını göremedim. Sonra Gayrettepe'de çakma bir Ezel bindi. Esmer, uzun boylu, endamı ve bir o kadar da havası yerinde ama kılık kıyafeti çakma Ezellik kokan ( uzun siyah atkısını dolamış boynuna, kadifeden siyah paltosu) birşeyler vardı çocukta işte. Havası bozulmasın diye lütfedip askıları tutmadı. Metro hızlanırken ve duracağı zamanlarda düşecekmiş gibi öne arkaya savruldu, sallandı. Bende "ha düştü, ha düşecek" diye boşu boşuna sinir oldum.
Son olarak Şişli'den oldukça pis, zap zayıf (artık zayıflıktan pantalonunu kemerini o kadar sıkmış ki, pantalonda pile oluşmuş), sürekli ağzından cık cık sesler çıkaran (dilinizi ön dişlerinize değdirip, dişinize birşey takılmış da çıkarmak istiyormuş gibi yapacaksınız, o zaman bu ses çıkıyor) bir adam bindi. Tam da gelip benim yanıma oturmaz mı! Bana birden gelenler geldi. Bir anda panik oldum, sanki bu adam bana saldıracakmış ya da montunun bir yerinde bir bomba varmış gibi geldi. Topu topu bir durak kalmış Osmanbey'e, olsa olsa bir iki saniye sonra orada olacağım ama bu sürede yazdım durdum. Bu yoldan geldiğimi kimsenin bilmediğini, metroda bir patlama ya da herhangi başka bir şey olsa beni kimsenin bulamayacağını, böyle kötü bir durumda benim bu yerin yedi kat altından nasıl çıkacağımı bilemeyeceğimi, o iki dakika içinde yazdım ve kendi kendimi paniklettim. Nefesim kesildi, erkenden ayağa kalktım. Tren durunca nerdeyse önümdeki adamı iterek indim ve koşar adımlarla çıktım metro istasyonundan. Merdivenleri üçer beşer çıkıp, kendimi sokağa atınca şöööle derin bir nefes aldım.

Şimdi bu kendi kendini gaza getirmek mi yoksa pre-panik atak durumumu mu?

22 Aralık 2009 Salı

bakalım beğenecek misiniz?

Bu yazıyı bir okuyuverin gari. Sevgilinin bavulunu hazırlamakla meşgul olduğum içün, bugünkü blog sayfama konuk yazar aldım. Bu yazıyı okuyacağınız blog sahibi kardeşim olur (reklamları izlediniz).

Bu arada son yazılarımın çok çiçek,böcek, doğayı, hayvanları sevelim, onları koruyalım şeklinde olduğu ve çok sıkıcı olduğu ile ilgili bir yorum aldım. Bünyede tahribata yol açmışım. Bu yüzden elimizde daha iyi materyaller oluncaya kadar belki biraz konuk yazar alırım buraya.

Haydins şimdilik that's all folks!!!!

18 Aralık 2009 Cuma

help


Bu sevimli köpeciğin adı Lucky'miş. Meltem hanım'ın apartmanının bahçesinde yaşamaktaymış şu anda ama bazı vicdansız insanların kötü davranışlarına maruz kalmaktaymış.
Çok insan canlısı, bulunduğu ortamı iyi koruyabilen, sevimli bir hayvanmış. Tüm aşıları yapılmış ve bir sağlık karnesi varmış. Acilen ona bir yuva aranıyor çünkü başına birşey gelmesinden korkuluyor.
Meltem hanım'ın telefonu aşağıda yazılı. İlgilenenler ya da birilerinin ilgileneceğini düşünenler lütfen Lucky'e yardım etsin.
Meltem Torlakoğlu Atmaca
gsm: 0 530 880 33 90

niye çıktın samsun'a?



Sevgili Atam,


Birazdan yazacaklarım n'olur kalbini kırmasın. Niyetim seni üzmek değil hiç. Aklımda bir soru var ona cevap bulmaya çalışıyorum. Biliyorum diyeceksin ki bayram değil seyran değil, bu çocuk beni niye hatırladı. Haklısın da Atam, bu aralar aklıma bu soru o kadar sık geliyo ki artık sormadan edemedim. Tekrar söylüyorum, alınma vallahi niyetim seni kırmak, yaptıklarına laf etmek değil de Atam, sen niye çıktın Samsun'a?


İyi ettin hoş ettin de, çıkmasaydın da ne olurdu biz bir İngiliz sömürgesi, Fransız kantonu ya da Amerikan eyaleti vs. olsaydık.


Bir kere bir İngiliz sömürgesi olsaydık, Ankara'daki işçilerin üstüne bu soğukta, karda kışta, sırf haklarını aradılar diye tazyikli su sıkılıp, biber gazı sıkılmaz, daha medeni bir şekilde sorun çözümlenmeye çalışılır, belki Lordlar kamarasında peruklar tokuşurdu, kimsenin canı yanmazdı.


Sonra her mevsim tekrar tekrar yapılan asfaltlar bozulmaz, kaldırımlar sökülüp sökülüp tekrar bir sonraki sezonda tekrar sökülmek üzere yapılmaz, asfaltların ortasında, küt diye düşebildiğiniz, arabanızın ya tekerine ya da altındaki herhangi bir noktasına zarar veren, bir gece önce meteor yağmuruna tutulmuş da oluşmuş gibi duran koca kraterimsi çukurlar olmaz, yamalı bohçaya benzeyen yollarda arabamızı sürmez, bakkaldan ekmek alır gibi ehliyet alan, her sabah ve akşam Super Mario bilgisayar oyunu oynuyormuş hissiyati verdiren sağdan giren soldan çıkan, yol vermeyen, sinyali hiiiç bilmeyen, park edilmeyecek yere park eden, dönülmeyecek yöne dönen, kızdığınızda da sizden daha beter yağ gibi üste çıkan, kadın erkek hiç farketmez insanüstü sürücüler ve bilumum kazalar olmazdı.


Sonracığıma verdiğimiz vergiler gerçekten yol, su ve elektriğe dönüşür, kanalizasyon vs. süper yapılır, Esenler otogarı ya da İkitelli gibi, İstanbul'un orta yerindeki yerler mevsim normallerinde yağan yağmur karşısında sular altında kalmaz, insanlarımızın canları malları zarar görmezdi.


Efendime söyleyeyim, eğitimde sağlıkta dünya standartları bizde de olurdu. Herkesin eşit şekilde eğitilebildiği, görgü görenek nedir bilen, tarihten coğrafyadan anlayan, iki ne demek üç dört dili şakır şakır konuşan, mevsimine göre yerlere meyva ya da yiyecek kabuğu atmayan (valla Atam, ben mevsimlerin değiştiğini yerde ki kabuklardan anlıyorum. Sokak ortasında sarımtrak birşey görürsem diyorum ki "ha kış geldi, bu olsa olsa mandalina ya da portakal. Ama eğer kırmızımtrak sulu, ezilmiş birşey görürsem diyorum ki ha bahar geldi bu çilek!"), bilinçli, farkındalığı yüksek insanların yaşadığı bir toplum olurduk.


Herkesi iyileştirebilen, hastaların hastalıklarını bırakıp ilaç peşinde koşmadığı, sağlık hizmetlerinden en iyi şekilde faydalandıkları bir ülke olurduk.


Dahası herkes bilinçli bireyler olacağı için kediler köpekler sokaklarda, başıboş, aç, susuz, ıslak, titremiş halde bulunmaz hepsinin bir evi ya da yaşanabilir şartlarda bulunduruldukları barınaklarda kalırlardı.


Ama Atam sen çıktın Samsun'a bak şimdi ne oldu? Ne muhassır medeniyetler seviyesindeyiz ne de başka bir yerde. Arada derede nerde olduğumuz belli değil. Toplumca bir cinnet geçiriyoruz. Hızını alamayan yakınında yöresinde kim varsa onu kesip, biçip doğruyor. Bir yağmur yağıyor hakkaten seller akıyor. Zamanında Arap kızı doğru söylemiş.


Yönetenler yöneten değil, ebe sobe oynuyorlar. Yakaladıklarını da sobeleyip, kızağa çekiyorlar. Birşey söylemek, yazmak, konuşmak mümkün değil, sonra evinde bir anda bir kasetler, planlar, haritalar falan ortaya çıkıyor. Burda herkes mutasyona uğruyor, üç maymuna dönüyor. Kimse bilmiyor, görmüyor, duymuyor. Senin Samsun'a çıkıp Kurtuluş savaşını başlatıp bizi parçalanmaktan kurtarmanın üstünden seksen kusur yıl geçti, biz bir arpa boyu yol almadık. Bakarsan olduğumuz yerde sayıp duruyoruz. Sen kurtardın şimdikiler orası olmadı burdan buyrun diyorlar. Açılıp saçılıyorlar.


Ya Atam işte böyle, sen Samsun'a çıkmasaydın şimdi ben Linda, babam merhum James, annem Catherine, kardeşimde John olacak, ben Milupa yiyerek büyüdükleri için beyinleri yeterince gelişememiş, ya topçu ya popçu olmak isteyen yurdum gencine, üç kuruş para karşılığı kendimi yırta yırta present perfect tense ile past tense'in arasındaki farkı anlatmak için helak olmaz, büyük bir ihtimalle ya veteriner olur temiz temiz mahallemin kedi köpeciği ile ilgilenir ya da gastronomi okuyarak kendi kurabiyeci dükkanımda yumuşak yumuşak oturuyor olurdum.


Ah Atam, niye çıktın Samsun'a? Yatsaydın kulağının üstüne, görmeseyedin, duymasaydın. Olsaydın sen de bir Godfather. Yaşar giderdik hep beraber.

17 Aralık 2009 Perşembe

cuma'nın gelişi

Bu perşembe bekar perşembe. Sevgili'yi Bursa'ya yolladık, pazara kadar. Zaten bundan bilmem ne kadar sonra temelli Bursa'da olacak sevgili kocam. Orda çalışmaya başlıyor çünkü. "Allahın sopası yok" sözü çeşitli şekillerde hayatımda tezahür etmekte. Eski erkek arkadaşım İzmir'de yaşamaktaydı ve iş giderek ciddileşirken, ben uzaktan uzaktan ilişki yürümez, ben burada yaşayan bir sevgili istiyorum (tabii böyle demedim de buna benzer şeyler ima ettim) diyerek arkamda gözü yaşlı birini bırakmıştım. Al sana işte koca gitti Bursa'ya.
Neyse bizde ev ahalisi olarak perşembe akşamını çeşitli aktivitelerle doldurduk. Yarın ofistekilerin kaynaşası geldiği için ufak bir yemek partisi var. Yaptık kıymalı patlıcanlı böreğimizi, inşallah tadı iyi olmuştur da mahçup olmam. Sonra da oturduk Aşk-ı Memnu (kaç haftadır söz verdim kendime "izleme" diye, gerçekten midem bulanıyor bu diziden ama bugün niyeyse değiştiresim gelmedi, işte) dizisinin karşısına, elimizde örgümüzle. Birisi için birşey örüyorum ve istediğim zamana yetiştiremedim. Biraz geç olacak ama bitince güzel olacak. Bu postu yazdıktan sonra da ailecek "Flash Forward"layacağız bakalım.



Bu aralar mumlara taktım. Ikea'dan bir sürü mum doldurdum, gelince yakıyorum hepsini. Galiba bir süre sonra evi kokutuyorlar. Evi güzel kokutma işini başarıyor muyum ne?


Ev ahalisi değişik pozisyonlarda uyuma yöntemleri üzerinde araştırma yapıyor. Bu da deney no:12, baş aşağı sarkılarak ne kadar derin uyunur deneyi.






Evin her köşesinde itina ile yayılınır.

lades

Bile bile lades denir mi hiç? Yürümeyeceğini, üzüleceğinizi, kırılacağınızı bile bile lades denir mi? Göz göre göre...
Acele verilen kararların, enine boyuna tartmamanın, ileriyi düşünmemenin, bazı eksik duyguların başta yoksa sonra da olmayacağını hesaba katmamanın sonucu ömür boyu acı çekmek mi?
Hele de geriye dönme şansı hiç yoksa sonuç ömür boyu mahkümiyet işte...

16 Aralık 2009 Çarşamba

ahanda ben

Bu karikatürü şu blogda ( http://sahip.wordpress.com/) görünce dayanamadım, ben de buraya koymaya karar verdim. Tam bugünkü haleti ruhiyem işte. Karikatürü aldığım blog sahibine teşekkürler.

ana merkezde durumlar

Ana merkezde değişen birşey yok.
Hayatımız koskocaman bir rutinin içinde devam edip duruyor. Bazı insanlar dünyanın bir yerlerinde daha yaşınılabilir bir dünya yaratma peşinde koşarlar, bunun mücadelesini verirlerken, bir yerlerde birileri bir hiç uğruna ölürken, aç mı tok mu belli olmayan, anne babasının ilgisizliğinde yaşamaya çalışan ufacık çocuklar, gelecekleri belirsiz öylece bırakılmış, üç kuruş için her türlü işe alet olabilecek durumdaki gençler varken, bu soğuk havada bir lokma yemek uğruna tir tir titreyerek para kazanmaya çalışanlar varken, soğukta yemek bulmak, ıslanmamak ya da ıslandıysa kurumak ve ısınmak için bir yerler bulmaya çalışan kedicikler, köpecikler varken dışarıda; cebinde parası, önünde yemeği, sırtında giysisi, sıcacık evinde ofisinde oturanlar için hayat, ufak tefek şeylere sıkılmakla geçip gidiyor işte.

Üniversitedeki çok karizmatik Shakespeare hocası şöyle demişti: "Life is not fair!".

Evet bazıları için hayat adil olmamanın bile ötesinde.

15 Aralık 2009 Salı

aşk mı şehvet mi?


Merak ettim sevgiliye sordum "aşkla şehvet aynı şey midir?" diye. "Değildir" dedi. Ben cevabı bulamadım siz ne dersiniz?

teşekkürün adı

Cumartesi karşıya geçtim. Nişantaşı'na. F. hoca, evinde çay partisi görünümünde ders düzenledi. F. hoca, pek duygularını belli eden biri değil. Benim için ne hissettiğini hissedemediğimden ben de ona karşı sevmekle korkmak arası birşeyler hissediyorum, daha adını koyamadım. Kendisi benim için ayrıca önemlidir çünkü tez danışmanım olsun istiyorum. Ona giderken çok dakik olmaya ve derli toplu olmaya özen gösterdim. Neyse bütün bunlar detay. Anlatıyorum çünkü aşağıda okuyacaklarınız için bu ön bilgiler gerekli.
Buluşma saat tam 14'te gerçekleşeceğinden önce Kadıköy'e sonra da Beşiktaş vapuru ile Beşiktaş oradan da Nişantaşı yaparım diye düşündüm ama otobüs durağına gelince bir baktım 111 Beşiktaş otobüsü var. İnat ettim, otobüsü bekledim. İyi halt ettim. Otobüs gelmedi, mecburen "Kesin Mecidiyeköy'de trafiğe takılıcam"diye diye, Mecidiyeköy otobüsüne bindim. Oldu saat 13:00. Günlerden Cumartesi, köprü trafiği fena. Ben Nişantaşı'na varabildiğimde saat 13:50 idi. İyi geldim ama "kesin çok geç kaldım" diye panik olmuş bir halde, Valikonağı caddesinde bir aşağı bir yukarı yürümeye başladım. Dakik olmaya çalışıyorum ya kitlendim, başı kesik tavuk gibi bir aşağı bir yukarı gidip geliyorum. Simitçiye soruyorum, "Abla, orda ilerde" diyor, "ben yok" diyorum. Meğer apartmanın önünden geçip duruyormuşum da numarasına bakmıyormuşum.
Apartmanın önünde bir adamla kadın durmuşlar, kapının açılmasını bekliyorlardı. Kadın nedense bana asabi, gergen bergen bakışlar fırlattı. Halbuki ben içim içimi yiye yiye kapının açılmasını bekliyordum, onların arkasında. Kapı açıldı, kadın içeri girdi, ben sıramı bekliyorken eşi olacak beyefendi bana yol verdi, ben de başımı eğerek ve hafifçe gülümseyerek ilerledim. Kadın ve adam kapıcıya, geldikleri dairenin hangi katta olduğunu sormakla falan uğraşırlarken ben çoktan asansörü çağırmıştım. Sonra benim de içime bir kurt düştü, "benim çıkacağım numara hangi kattaydı ki ?".Ben de kapıcıya daireyi sorarken onlar asansörün önüne geldiler. Apartman kapısının önündeki tören yinelendi; adamcağız kapıyı açtı, karısı olacak asabi teyze içeri girdi, adam benim için kapıyı tuttu, ben "teşekkür ederim" dedim (ama biraz ağzımın içinden oldu) sonra kendi bindi asansöre. Birden kadın adama şöyle dedi: "Eskiden insanlar birbirine teşekkür ederdi. Teşekkür diye birşey vardı di mi ?" Ben o kadar geç kalma paniği içersindeydim ki önce kadının bu lafı bana söylediğini anlamadım, anladığımda ise asansör onların katına gelmiş ve cevap için yeterli süre kalmamıştı. Asansörden indiler ve kapıyı kapatırlarken, kadın adama şöyle çemkirmekteydi, "İki kere kapıyı tuttun. İkisinde de bir teşekkür bile etmedi. Görgüsüz n'olcak."
Ben asansörde, lafı yemiş ve arkalarından balık balık bakar vaziyette kala kaldım. Geç kalma paniği falan kalmadı. İş,ben bu lafı nasıl yedime döndü. Gergen teyze de günümü mahvetti. Zira ben bütün toplantı boyunca sadece bu olayı düşündüm.

10 Aralık 2009 Perşembe

visitors gerçek mi oluyor yoksa


Çarşamba sabaha karşı Norveç semalarında bu ışıklar görülmüş. Norveçliler, "Uzaylılar, Obama'yı karşılıyorlar" diye kendi çaplarında espriler yapmışlar. Zira Nobel Barış Ödülünü almak için Norveç'e gidecek Obama. Ancak daha sonra Ruslar, bir roket denemesi yaptıklarını ve de başarısızlıkla sonuçlanan bu deney yüzünden bu ışıkların görüldüğünü söylemiş. Ama kişisel fikrimi söyleyecek olursam, bence uzaylılar kapıda. Ha geldiler ha gelecekler. Belki de çoktan geldiler, kimbilir.
Ey uzaylı arkadaşlar, buradaysanız lütfen öööle öcü gibi birden "ce!" demeyin oldu mu cicim! Şöyle alıştıra alıştıra geldiğinizi ilan edin. Zira ben en yakın arkadaşımın ya da işyerinde karşı masada oturanın böle bir anda "visitors"da olduğu gibi yüzünün derisini söküp, gözündeki lensleri çıkaran bir kertenkeleye dönüşmesine hiiiçççç hazırlıklı değilim. Ha ama illa geldik geliyoruz diyorsanız, o zaman lütfen dünya barışına katkıda bulunun, açlığı ortadan kaldırın, evsiz çocuklara, soğukta kalan kedilere köpeklere, soyları tükenmekte olan hayvanlara, bitkilere, bitti bitiyor denilen dünya kaynaklarına, küresel ısınmaya katkıda, dünyada ter giden şeyleri değiştirin bulunun. Onları koruyun kollayın emi canım!

meri kırismıs

Bugün vazgeçtim spordan mıpordan, ev geldim koşa koşa. Daha fazla geç kalmadan ağacımızı kuralım dedim. Alınacak bir iki şey vardı eve geldim, ekip beni kapıda karşıladı. "Evet sayın ekibim, bugün büyük gün yılbaşı ağacımızı kuracağız. Hazır mısınız, gerekli malzemeler hazırlandı mı ?"dedim. Kurum ekibi çok heyecanlıydı, yerlerinde duramadılar.



Ağacımızın kalite kontrolünü bizzat kurum ekibine bıraktım, iyice incelediler. Geçen seneden bugüne bir arıza, yamukluk var mı diye.





Sonra itina ile tüm süsleri taktılar. Bu sene ikea'nın süsleri çok cılızdı. Hayal kırıklığına uğradım Oysa geçen sene eli kolu dönmüştüm oradan. Biraz cılız kaldı ağaç daha çok süs bulmalı.


Ağaç kurmaktan yorgun düşen bazı ekip elemanları, yere yayılarak dinlenmeyi tercih ettiler. Aslında bu çalışkan ekip elemanlarına birer ıslak mama iyi giderdi ama rejimdeyiz. Belki sonra.

Ailecek meri kırismıs end e hepi nıv yıır demeye hazırız.

9 Aralık 2009 Çarşamba

yolların pms günü


Trafiğin pms günü var mıdır acaba?

Bu hafta sık sık bu soruyu sorup duruyorum kendime. Hayır anlamadığım şu, bazı sabahlar aynı saatte geçtiğiniz yol bomboş olurken, niye bazı sabahlar aynı yol aynı saatte bir milim bile ilerlemez. Bir bilsem neden olduğunu, o gün pms günü müdür değil midir ona göre yola çıkarım. Ya erken ya geç dahil olurum aptal trafiğe. Yoksa bazı sabahlar bütün kötü, kararsız, acemi sürücülerin günü mü? Ben farkında olmadan acemiler ve ustalar gün paylaşımı yaptı da ben kaçırdım mı. Onu da bileyim bir zahmet.

Şimdi bazı saatlerde bazı yerlere girilmez bunu bilir insanoğlu (hele de İstanbul'da yaşıyorsa). Mesela aklı olan saat beş ile sekiz arasında Atatürk caddesinde olmaz. Hayır illa orada ise Günaydın'ın önüne arabayı park etsin, içerde lahmacununu yesin, trafik açılınca evine gitsin. Yahut Cumartesi pazar saat birden sonra araba ile cadde trafiğine giren kendini şaşırmış kişi, bence pazartesi günü işe direk caddeden gitsin. Hafta sonu akmayan, insanı katil olma raddesine getiren bir trafik olur meşhur caddede.

Bunları buldum da niye Palladium'un önünün ya da sabahları Bostancı köprüsü yolunun bir gün açık bir gün ilerlemeyen bir trafik yoğunluğuna sahip olduğunu bulamıyorum, bilen varsa beri gelsin emi!!!!

Bora bebek


10'u 15'i derken Bora bebek, aniden hayatımıza geliverdi. Sevgili amca oldu benim de yengeee statüm katmerlendi. Yaşça benden küçük ama ailedeki kıdem bakımından benden fersah fersah önde olan adaş gelin (adlarımızda aynı iyi mi. Bir ailede iki gelin, sanki dünyada isim kalmamış gibi benimle adaş), dün suyunun gelmesi itibari ile 3 kilo 300'luk bir bebiş dünyaya getirdi. Biz olay mahalline vardığımızda yıkamışlar, kuvözde bekletiyorlardı.
İnanılmaz güzel birşey. Kara saçlı, kara gözlü, çubuk parmaklı bir bebiş katıldı aramıza. O kadar minik ki, insan dokunmaya kıyamıyor. Babaanne ve dede hem şaşkın hem de inanılmaz mutlular. Babaanne çok ağladı dün. Gurur, sevinç, şaşkınlık, hüzün... hepsi gözlerinin içinde karman çormandı.

Benimde ağlayasım geldi ve itiraf ediyorum kıskandım. Annenin yerinde olmak çok isterdim. Yazık kızcağız aldığı narkozdan ne doğru dürüst konuşabiliyor ne de gözünü açabiliyordu ve muhtemelen çok acısı vardı ama ben onun yerinde olmak istedim. Yahu bir çocuk yapmak niye zordur kardeşim. Neyse bu konuya girmicem. Ağlarım şimdi.

Hayatın sürprizlerini seviyorum. Birden bire kayınvalide babaanne, kayınpeder dede, sevgili amca oldu. Birkaç saat içinde insanın hayatında birşeyler değişiyor, hiçbirşey eskisi gibi olmuyor. Kimi zaman can acıtıcı olsa da hiç beklenmedik anda başımıza gelen bu şeyler, yaşamı çekilir hale getiriyor. Bazen geleceği bilebilsek ne iyi olurdu diye düşünüyorum ama sonra hemen bu düşünceden vazgeçiyorum. Bu şekilde olması güzel aslında çünkü böylece hayat hep bir aksiyon filmi gibi yaşanıyor, işe olumlu tarafından bakarsak yaşam hiç de sıkıcı değil sadece biraz temposu aksayan bir aksiyon filmi o kadar.

sen anladın mı ben olmanın nasıl birşey olduğunu?


Sadece bu başlıktaki söz mü daha neler neler dedi Dayı.
Bu sezonun başından beri hiç aksatmadan seyrettiğim Ay Yapım'ın (bence) süper dizisi Ezel'in Dayısı Tuncel Kurtiz'in Pazartesi yayınlanan son bölümünde söylediği bir söz başlıkta yazan. Her bölümde böyle bilgece, insanı kalbinden vuran şeyler söylüyor Dayı.

Senaryoyu yazanlar Kerem Deren ve Pınar Bulut'muş. Her ikisini de tanımam, daha önceki çalışmalarını bilmem. Bilen varsa haberdar etsin, lütfen. Bence senaryoyu o kadar iyi yazıyorlar ki insan, Dayı gibi birinin gerçekten varolmasını ümit ediyor ve eğer gerçekten varsa da gidip o Dayı'ya "Dayı, ben de yeğenin olayım" diyip, yerleri paspaslayası geliyor çünkü yeraltının kitabını yazmış bu yaşlı dayı'nın her sözü hayatla ilgili bir anahtar, her dediği insana bir şekilde iyi geliyor ve "hakkaten ya, ne doğru söz" dedirtiyor. Bugün ibeking'in de yazdığı gibi içimdeki her ses sussun ve sadece Dayı konuşsun istiyorum.

7 Aralık 2009 Pazartesi

günümüzün büyücüsü


Sonunda bitirdim. Salman Rushdie'nin son kitabı "Floransa Büyücüsü" beni büyüleyerek, kitaplıkta, en beğendiğim kitaplar arasında yerini aldı. Hikaye içinde hikayeler barındıran bu eser, okurken kurgusu nedeniyle kolayca kaybolabileceğiniz, bu yüzden de yeri geldiğinde not alabilmek için elinizde kalem kağıt bulundurmamız gereken postmodern bir roman. The New York times'dan Joyca Carol Oates, Salman Rushdie'nin bu romanını, ünlü yazarlar John Barth(Keçi Güden Giles), Italo Calvino (Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu) ve Marguez (Yüzyıllık Yalnızlık) gibi ünlü birçok yazarın farklı biçimlerde etkilerini taşıyan postmodern bir kurmaca eser, bir "tür parodisi" olarak değerlendirmiş.

Roman, hindistan'ın Mughal imparatorluğu'nun başkenti Fetihpur Sikri'ye Batılı genç bir gezginin gelmesi ile başlar. Baklava biçiminde rengarenk deri parçalarından yapılmış bir manto giyen, uzun, kirli ,sarı saçları olan, yedi dil bilen ve kendisini Uccello, Niccolo Vespucci ya da Mogor dell Amore diye adlandıran bu genç adamı, Fetihpur Sikri'ye getiren, "bir servet kazanmasına ya da canından olmasına yol açabilecek" bir hikayedir ve bu hikayeyi sadece bir kişiye, Mughal imparatoru Ekber Şah'a anlatmak istemektedir.

Ekber Şah, hem derin düşüncelere dalan, yaşadığı toplumun geleneklerini sorgulayan bir filozof-şah hem de dalgacı, gülünç bir hükümdardır. Ekber Şah, önceleri Niccolo Vespucci'nin bir şarlatan olduğundan şüphelenir ancak onunla tanışır tanışmaz bu yabancı adamın girginliğinden ve sevimliliğinden etkilenir. Böylece Niccolo'nun hikayesini dinlemeye başlarız. Aslında Niccolo'nun hikayesi hem kendisinin, hem üç arkadaşın (Ago Vespucci, Antonino Argalia ve Niccolo "il Machia") hem de Kara Göz'ün hikayesidir.

Romanın ilk bölümünde, okuyucuya çerçeve hikaye sunulur. Ana hikayenin kahramanları tanıtılır. kim oldukları geriye dönüşlerle okuyucuya aktarılır. İkinci bölümde ise Niccolo hikayesine başlar. işte burada okuyucu için iş biraz karışmaya başlıyor çünkü hikayeyi anlatan Niccolo ama Ekber Şah arada anlatılan hikaye ile ilgili yorumlar yapıyor, hikaye birden kesiliyor ve o anda neler yapıldığı anlatılmaya başlanıyor. Yani okuyanın olay sırasını çok dikkatli takip etmesi ve okuyucunun sürekli uyanık olmasını gerektiren bir eser "Floransa Büyücüsü". Hikayenin anlatılması "Binbir Gece Masallar"ı gibi yıllarca sürüyor ve biz de bu süre içersinde Niccolo'nun ya da Şah'ın hayatında neler olup bittiğini öğrenebiliyoruz.

Hikayenin içindeki diğer hikayelerle biz, okuyucular, Mughal imparatorunun sarayından, Babür Sarayı'na, Özbek kumanda'nın çadırından, Floransa'ya, Osmanlı'ya hatta Yeni Dünya'ya kadar uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz.

Ünlü düşünür Walter Benjamin'nin "Son Bakışta Aşk" adlı eserinde anlattığı hikaye anlatıcısını bu romanda ete kemiğe büründüğünü görüyoruz.

Salman Rushdie, Walter Benjamin'nin "bir zamanlar okula atlı tramvayla giden bir kuşak, artık bulutlardan başka herşeyin değiştiği topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni ve artık birisi hikaye dinlemek istediğini söylediğinde utanıp sıkılanlara daha çok rastlıyoruz artık" diyerek anlattığı duruma inat, bize büyüleyici bir hikaye anlatmaya koyuluyor. Sayfaları çevirdikçe bir peri masalının içinde kaydolduğumuz eğlenceli, oyuncaklı bu romanı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.


*Kitapta hoşuma giden birkaç satırı da buraya yazmak istedim.


"Büyücülük için iksirlere, cinşere ya da büyülü asalara ihtiyaç yoktur. Tatlı dilli bir ağızdan dökülen sözcükler tılsımın ta kendisidir." (sayfa:89)


"Düşünceler denizin gelgitlerine veya ayın evrelerine benziyordu; ortaya çıkar, uygun zaman içinde yükselir ve gelişir, derken alçalmaya başlar, kararır, büyük çark döndüğü zaman yok olup giderlerdi." (sayfa:94)


"İnsan, yuvarlak olduğunu görmek için dairenin dışında durmalı." (sayfa:95)





"

4 Aralık 2009 Cuma

abdüllezin kellesi


Bir varmış bir yokmuş, uzak diyarların birinde Abdüllez ve karısı yaşarmış. Günün birinde Abdüllezin yaşadığı kasabaya bir ayı dadanmış. Ahali ayıdan nasıl kurtulacağını bilememiş. Bizim Abdüllez'in aklına bir fikir gelmiş. Demiş ki "Ben bir tepsi baklava yaptırayım, ayının inine girip onu dışarıya çekmeye çalışayım." Herkes pek beğenmiş bu fikri. Hemen bir tepsi baklava hazırlamışlar. Tepsiyi alan Abdüllez, ayının inine girmiş, ahali dışarda onu beklemeye başlamış. Beklemişler beklemişler, bir süre sonra Abdüllez'in başsız vücudu dışarı çıkmış. Ahali şaşkın, karısına sormuşlar "Abdüllez'in kellesi var mıydı yok muydu?", "Valla" demiş karısı "sabah çorba içtiydi ama kellesi var mıydı yok muydu, bilmem".


Bu hikayeyi anneannem, ben küçükken anlatırdı. Sobalı odada, yattığımız yatakta, mırıl mırıl bana bunun gibi bir sürü hikaye anlatırdı. Bu hikaye bugün erişte yaparken aklıma geldi.

Domatesleri doğradım, sularını çektikten sonra önce suyu kaynatıp mı erişteleri koyuyorduk yoksa erişteyi ve suyu aynı anda koyup mu kaynatıyorduk bilemedim. Beynim boşaldı bir an. Bakakaldım. Abdüllezin kellesi var mıydı yok muydu? Erişte su kaynayınca mı konuluyordu yoksa ikisi aynı anda mı kaynatılıyordu?

2 Aralık 2009 Çarşamba

müşteri hakkı


Efenim bizde adettendir, bayramda illa yeni birşey alınır. Ya yeni bir ayakkabı ya yeni bir gömlek vs. vs. İşte bütçemize göre annemle babam, kardeşimle bana illa birşey alırdı. Bu bende de yer etti, bayramlardan önce kendime ve sevgilime yeni birşey alıyorum (üzerlerinde tutsalar kedişlere de yeni birer tasma alıcam ama bizimkilerin tasma ile araları pek iyi değil.). Neyse efenim, bu bayramda yeni birşeyler alayım dedim. Benim alışveriş ettiğim belli birkaç mağaza vardır, öyle deli danalar gibi her yere girip çıkmam, herşeyi üzerime geçirip durmam. Benim mağazalara gider, kafama uyan ne varsa alır çıkarım, nokta atışı yaparım, bu bana yeter. Uzatmayayım, biraz dolaştıktan sonra yurtdışı menşeili bilindik bir mağazaya girdim, bakındım bakındım, güzel bir hırka ve bir de yeşil bir elbise alınaybil gözüktü. Hırka ile ilgili hiç ama hiç aklıma takılan birşey olmadı. Rengi, biçimi tam kafama göreydi, attım sepete.

Elbiseyi de bir denemek gerekiyordu, girdim kabine, giydim elbiseyi ama bir tuhaflık var. Sanki emanet bu elbise ben de. Birşey oturmadı, içime sinmedi. E normal insanlar ne yapar? Sadece hırkayı alır çıkar di mi? Evet bu normal insan davranışı ama benim gibi obsesif kompalsif davranış bozukluğu olanlar (hayır, bu bir doktorun teşhisi değil, benim bildiğim psikiyatrik tek tanım, ondan kullandım), içlerinden gelen "hayır sakın alma, bir ton para verilmez, bu ördek yeşili, dümdüz elbiseye, yakışmadı o sana" sesine kulaklarını tıkar ve kasaya doğru emin adımlarla ilerler. Hatta ve hatta utanmadan bir de tadilat yaptırır (Sahi niye pantalonların, kazakların, eteklerin ve elbiselerin boyu inanılmaz uzundur. Unutmayınız ey üreticiler, Milupayla yetişmeyen bir nesil hala yaşamakta bu topraklarda. Bu nesilin en uzunu da 1m 70 cm'dir. Bırakın artık, herkesi birer Tülin Şahin, Çağla Şikel, Sema Şimşek gibi düşünmeyin). Elbisenin kol boyu inanılmaz uzundu, ben de kısaltmalarını istedim.

Sonunda bayramdan önce tadilattan geldi elbise, ben de aldım, bayrama gittim ve bayram sabahı giydim ama aynalar hala "hayııııırrrrrr" diye bas bas bağırmaktaydılar, bir de üstüne annem geldi. "Bu ne! ala ala bunu mu aldın?" diye o da bastı mı kalayı. Ardından sevgili "bu elbise anneannenden mi kaldı?" diye sormaz mı. Oldum ben Rocky'den dayak yemiş Rus boksör gibi. Geçirdik ilk günü idareten, gittik el öpmeye ama ben inanılmaz rahatsızım. Kafaya taktım bu elbiseden kurtulmam lazım. Biliyorum kendimi, soğudum ya bundan, bir daha hayatta giymem, dolap bekleyecek, para ziyancılığı yapmış olacağım, içim acıyacak vs. vs.

Neyse dün akşam baktım, atmamışım fişini, dedim ki "ben gideyim, bunu değiştireyim. Ama kolda tadilat var, ya almazlarsa???". Aldı beni bir düşünce. Mağazaya gidicem ya kasada anlarlar tadilat olduğunu ve değiştirmezlerse. Kuyruğu kıstırıp geri dönmek ve rezil olmak var. Bütün gün eylem planımı hazırladım. Anlarlarsa "Aaaa ne münasebet, beni başkasıyla karıştırıyorsunuz" derim ya da "Aaaaa sahi ya tadilat yaptırmıştım di mi ben buna" diye ultra salağa yatarım diye hazırladım kendimi. İşyerinde de şöle cabbar gördüğüm arkadaşlara eylem planımı onaylattım. Hepsi ağız birliği etmişcesine "Sakın aldığın yere gitme, başka bir şubede şansını dene" dediler.

İş çıkışı gittim o başka bir şubeye. Masum, biraz da ezik bir hava ile "Eeeee şey, annem bana bu elbiseyi almış ama ben bunu değiştirmek istiyorum" dedim. İyi niyetli satış temsilcisi kızceğiz "Tabii, fişiniz varsa neden olmasın"dedi. Aradım buldum ben birşeyler, kasaya geldim, çıkardılar torbadan elbiseyi, havalandırıp duruyorlar. Sağını solunu kurcalayıp duruyorlar. Benim de kalbim çarpıyor gümbür gümbür. Hayır deseler, "ooo bunda tadilat var". Rezillik. İstemiyorum da elbiseyi. Bir de üstelik bir şekilde kandırıyorum ben bu insanları. Ama elbiseyi istememek ahlaki duygularımı bastırdı. Kasadaki kızlar birşey anlamadılar, benim bulduğum yeni ürünle elbisemi değiştirdiler. Değiştirme fişine açık adresimi ve telefon numaramı yazmamı istediler. Ben ne yaptım biliyor musunuz?

Cep telefonumun son numarasını yanlış yazdım. Elbisede tadilat olduğunu anlarlarda beni ararlar diye numarayı yanlış yazdım. Suçlu psikolojisi tavan yaptı (bunu açıklayacak psikiyatrik bir terim henüz bilmiyorum).

Hayatımda ilk defa böyle birşey yaptım, suçluyum ama ben de müşteriyim, benim de haklarım var dimi ama!!!??????

1 Aralık 2009 Salı

Jingle Bells zamanıdır şimdi


Yahu ne çabuk bitti yine koca bir yıl. Buyrun işte Aralık'da geldi. Şimdiden bilumum alışveriş merkezi, market ve dükkan yeni yıl çılgınlığına başladı. Yılbaşı süsleri her yanı sardı. İçimdeki Noel Baba uyandı, habire bu süslere bakıp "ho ho ho!" diyip " Jingle Bells"i söylüyor. Kedişlerle yılbaşı ağacını kurma zamanıdır artık.
P.S:
*Ağacın resmini başka bir yerden çaldım. Benim ağacım bu kadar büyük değil. Ama en az bunu ki kadar güzel.
*herşey iyi güzel de sizde "yılbaşında eğlenmelisiniz, çılgınlar gibi partilerden partilere koşturmalısınız"gazını hissediyor musunuz etrafta? Hang dergiye baksam, "o akşam en güzel sen olmalısın! Bunun için ne yapman gerek? Derginin içinde", gibi şeyler görüyorum. Her sene bu gazı vermekten bıkmadılar mı yahu. Ben evdeyim, PTT'yim yine de en güzel benim var mı diyeceğiniz ho ho ho! dergi editörleri!!!!!?????