28 Eylül 2009 Pazartesi

üzüntü ve muz kabuğu


Ben bu adamı severdim. Daha önce beni hiç hayalkırıklığına uğratmamıştı. Ama şimdi öyle mi ya! Beni çok üzdü ama çok.


Durun durun hemen heyecanlanmayın, üstteki ki cümleyi Ahmet Ümit için yazdım, sevgili için şu anda bu cümleleri kurmaya niyetim yok ( Ama dün Kozyatağı Carrefour'daki Mudo'da sevgili bana cinnet geçirtip, akşam haberlerine çıkmama yol açacaktı o ayrı. Yine beni kandırdı giysi alışverişi yapmak istediğini söyledi, gittik. Fikrimi sordu ama verdiğim hiçbir fikri ve gösterdiğim hiçbir gömleği beğenmedi, dudaklarını bir çocuk gibi büzdü, öyle dolaştı. Benim cinler tepeme çıktı, sinirden bir gömlek, bir pantalon aldım.).


Neyse ya, bak laf nereye geldi. Efenim birkaç gündür elimde Ahmet Ümit'in yazdığı "Bab-ı Esrar" kitabı var. Normalde kendisinin yazdığı kitapları bir solukta okurum ama bu kitap çok ama çok sıkıcı. Toplam 392 sayfa olan kitabın ben 204'üncü sayfasındayım. Ama gitmiyor da gitmiyor. Bir karakter bu kadar mı sıkıcı yaratılır. Bir ben dili anlatım bu kadar mı okuyanı bunaltır. Üzgünüm Ahmet amca ama yarattığın kadın karakter Karen Kimya Greenwood bu kadar mı salak olur. Başına gelenlerle ilgili bu kadar saçma sapan, takıntılı ve safça yorumlar yapabilen bir başka karakter var mı bilemiyorum. Elif Şafak'ın "Aşk"ından sonra biraz daha Sufilik, Mevlevilik iyi gelir, bu konularda daha fazla birşeyler öğrenmek için bir neden olur diye atladım bu kitaba ama sonuç: sıfır!!!. Birşeyler aksamış bu kitapta bence. Sanırım Ahmet Ümit bir kadın karakter yaratamamış, naçizane yorumum bu. Kalan sayfaları okumadan sonunu okuyayım diyorum, kendime yediremiyorum. Sabredip okunacak el mecbur. Şimdi bu kadar mı kötü hiç mi iyi bir yönü yok diyenlere ise altta bu kitaptan beğendiğim bir iki bölümü de sizlerle paylaşmak istedim. Okuyanlar varsa benimle aynı fikirdeler mi öğrenmek isterim. Biri beni aydınlatsın!!!!


"Allah Baba, Hazreti Adem'i topraktan yarattı. Önce bir heykel gibi cansızdı Adem, ne zaman ki Tanrı Baba onun burnuna yaşam nefesini üfledi, o zaman canlandı. Ama sadece canlanmadı, içine üflenen nefesle birlikte Tanrısal ruh ona geçmiş oldu. Ney de öyledir işte, sıradan bir kamış olan bu alet eğer usta bir neyzen tarafından üflenirse muhteşem güzellikte kutsal bir ses çıkartır. Tıpkı içindeki Tanrı ruhunu keşfeden insan gibi." (s.124)

"....sadece kendi bildiklerini doğru sanma. Ne kadar acayip görünse de başkalarının isteklerine saygı göster. Ne kadar acayip görünse de başkalarının isteklerine saygı göster." (s.126)

"Senin suçun değil, bütün yetişkinlerde oluyor. İnsanlar büyünce hislerine duydukları güven azalıyor. Görmedikleri, dokunmadıkları, işitmedikleri, koklamadıkları, tatmadıkları şeylere inanmıyorlar. Hayal kurma yeteneğini kaybediyorlar. Mucizelerin gerçek olamayacağını düşünüyorlar." (s.202)

"Mevlevilikte ölünmez sadece susulur. Ölenler ise sadece susmuş kişilerdir. Onlar aramızda yaşamaya devam ederler." (s.190)

26 Eylül 2009 Cumartesi

gülperi günü


Bugün Gülperi'nin günüydü. Her zamanki gibi dokuzda kapının önünde bitiverdi. Onun için hazırladığım yumurtalı, reçelli, domatesli, yeşil biber, roka ve çıtır ekmekli güzelim kahvaltıyı ramazandan sonraki bilmemne günleri (Ş ile başlıyor ama kulağıma sokmadım, ne günleri olduğunu) olduğu için oruçluyum diyerek, reddetti. Ailemizin muatassıbı. Beni ölünce Sırat köprüsünden Gülperi geçirsin, ey okur, bu da sana vasiyetimdir.
Neyse Gülperi ile tanışıklığımız henüz bir ayı doldurdu ya da doldurmadı. Bugün üçüncü görüşmemizdi. Bundan önceki Şüko teyzeyi biraz işini savsakladığı ve bana yalan söylediği için terk ettim. Dilerseniz neler olduğunu anlatayım siz karar verin, iyi mi yapmışım kötü mü yapmışım diye. Zira biraz vicdan azabı çekmekteyim bu hususta.

Şimdi Şüko teyze ile iki seneye dayanan bir ilişkimiz bulunmaktaydı. Kendisi benim efsanevi yardımcım Nermin'nin yerini tutamasa da "hadi eli uzun değil, düzgün bir şahsiyet" denilerek işe alınmıştı. Ama gel zaman git zaman yapılan temizlik temizliğe benzememeye başladı. Geçen sene bir süre "ben kendim temizlik yapıcam, param da yok" denilerek kendisi ile ilişkiler askıya alındı ama "kendim temizlik" yapmaya totom el vermediği daha doğrusu istediğim kadar vakit ayıramadığım için tekrar görüşmelere başlandı. Yeni eve taşınma davalarında da bize yardım etti ama bu yeni ev eskisinin iki misli olduğu ve silinecek yerin ve camın çokluğundan Şüko'ya zannımca fenalık geldi ve kaytarmaya başladı. Nerden mi anladım? E biz dedektiflik romanlarını boşuna mı okuyoruz, ey okur. Şüphelerimi gidermek için Şüko'yu teste tabii tuttum.
Benim evin kapalı küçük bir balkonu bulunmakta. Haliyle silinecek camlar çok. İki kere dikkat ettim Şüko o odayı jet hızıyla temizleyip çıkmakta. E Şüko'da robot olmadığına göre bir yerde yamukluk var. Ben de bir dahaki görüşmemizde kendisi gelmeden evvel, bir parça diş macununu camın sol üst köşesine rastgele sürdüm ve evden çıkıp işe gittim. Akşamüzeri geldiğimde Şüko gitme hazırlıkları yapmaktaydı. Ben de çantamı bırakıyormuş gibi yapıp, bir yandan da evi kontrol ederken camdaki diş macununa baktım. Sabah bıraktığım gibi durmaktaydı. Şüko'ya "Şüko abla sen bu camı sildin mi?"dedim "Evet sildim" dedi. "E burada birşey kalmış "dedim, geldi baktı ve şöyle dedi "Ha kuş yapmıştır, ben silmiştim". Bu Şüko'nun sonu oldu. Bakalım Gülperi ile neler olacak. Şimdi söyleyin bakalım ben haklımıyım yoksa haksız mı?

25 Eylül 2009 Cuma

oh be sonbahar geldi sonunda!!!!!


Oh! en sonunda fanilamı ve çoraplarımı giydim. Çok mutluyum. Sonbaharı çok severim ben. Bu mevsimde doğmamın tabii ki bu sevgide etkisi büyük, bu tartışılmaz ama ağaçların bu mevsim oluşturdukları sarı, yeşil kombinasyon ve havadaki sonbahar kokusunun da bu sevgide payı var. Sıkıcı geçen saçama sapan yaz sonunda bitti ve bu hafta da hava eskiye göre oldukça serin gittiği için çorap çekmecesinden mevsimlik baklavalı çoraplarımı çıkardım. Yavaş yavaş ince hırkalarda çıktı, bu hafta sonu yıkanıp, kurutulduktan sonra giyilmeyi bekliyorlar. Şu yağmurlarda başlasa da ( sular seller gibi yağmasın ama! Birazdan yukardan davudi bir ses "Çok oldun sen ama!!!" diyecek) paltoları da giysek.
Artık zaman battaniye altında, elde fincan, kahve keyfi yapma zamanıdır. Bir battaniye mi örmeye başlasam acaba?

21 Eylül 2009 Pazartesi

babama mektup 2

Sevgili babacığım,

Bu gidişle sana daha pek çok mektup yazacağım gibi gözüküyor. Yaşarken bu kadar rahat konuşabilseydik, içimde bu kadar büyük pişmanlık ve keşke dağı bulunur muydu bilmem. Artık eskiyi açmanın bir faydası yok ama kafamda sürekli geçmişi düşünmeyi engelleyemiyorum. Sanırım seni ve eski günlerimizi düşünmezsem hepten hayatım(ız)dan silinecekmişsin gibi geliyor. Korkuyorum.
Bu bayram sensiz geçen ilk bayramımız. Bize pek bayram gibi gelmedi açıkçası. Özellikle de anneme. Her bayram traş olduktan sonra "ne giyeceğim semuş?" diye odanın ortasında dikilen biri olmadığından annem, ne yapacağını bilemez bir halde evin içinde döndü durdu. İçimizde en kötü durumda olan annem çünkü sen onun gerçekten herşeyimizsin. Sevgilisi, babası, çocuğu, bebeği, işi.... şimdi sen olmayınca annem koskocaman bir boşluğun içine düştü, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi dudakları sarkık, şaşkın, ürkek dolanıp duruyor. Aslında canı hiçbirşey yapmak istemiyor, öylesine yapıyor herşeyi. Kendisini nasıl avutacak bilemiyorum, elimden birşey de gelmiyor. Onu teselli edecek birşeyler zırvalamak istemiyorum, susuyorum.
Bu bayram bayram gibi gelmedi bize. Seninle en son konuşmamıza yansımıştı, sabırsızlığın. "Geleceksiniz değil mi?" dedin bana son kez. O kadar sabırsızdı ki sesin, yapabilseydim hemen yanınıza gelmek istemiştim. Keşke herşeyi bırakıp gelseymişim oraya.
O kadar beklediğin bayram, sensiz geçti gitti. Sabahları kahvaltı ettik, yemek yedik ama biliyorum herkesin boğazında kaldı lokmalar. Yazlığa gittik, son kez, kapatalım diye. Seneye nasıl açarız onu da bilmiyorum. En son tadilatlarını yaptırdın, yeni tenteler taktırdın,. Sanki gideceğini biliyormuşsun gibi herşeyi yenileyip bıraktın bize. Ama tenteciler seni biraz kazıklamışlar galiba baba. Oradan bir şekilde duruma müdahele etmen gerekiyor sanırım. Tentelerin kılıflarını o kadar uyduruk dikmişler ki, dört kişi takıncaya kadar canımız çıktı. Annemle ikiniz hayatta takamaz, birbirinize girerdiniz.
Yeni aldığın ve sadece iki ay kullanabildiğin arabanı ise sevgili ile ben alıyoruz. Dün sevgilinin doğumgünüydü, annem anahtarları ona verdi. "Senin için almış bu arabayı sanki, sana kısmetmiş; iyi günlerde, kazasız belasız kullanın" dedi. Sevgiliye değişik bir doğumgünü hediyesi oldu. Merak etme babacığım, gözüm gibi bakıyorum arabana. Sevgili'de çok özen gösteriyor, orasını burasını silip duruyor. Eminim torununu gezdirmeyi çok isterdin bu arabada ama bu da bize kısmetmiş.
Annem yavaş yavaş eski giysilerini, ihtiyacı olanlara vermeye başladı baba. "Kış geliyor, ihtiyacı olanlar sebeplensin" dedi. Haklı, diyecek birşey bulamadım. Ama onları bile vermeye eli gitmiyordur da zorla yapıyordur, eminim.
Hala rüyalarıma girmiyorsun baba. Nerdesin, ne yaparsın, iyi misin, yağmurlar ıslattı mı seni ?, hiç bilmiyorum. Rüyalarıma girer de söylersin diye bekliyorum her gece ama yok hiç uğramıyorsun. Sildin mi beni ? Yoksa kırgın mı gittin? Hiç ama hiç bilmiyorum. Hala hepimiz kapıdan girip, "Yaaa bakın nasıl oluyormuş bensiz? Gördünüz mü?"demeni bekliyoruz.

Çok özledim seni baba.

18 Eylül 2009 Cuma

life goes on


Hayat bir şekilde devam ediyor. Bir biçimde eskiye dönmeye çalışıyorum ama bir virajı döndüm ve artık hiçbirşey eskisi gibi olamayacak. Bir biçimde milattan önce milattan sonra durumu söz konusu bende. Olanları çok fazla düşünmemeye çalışıyorum ama beyin yaramaz. hiç beklemediğim bir anda babamın unuttuğum bir halini getiriyor gözümün önüne. Zaman acıları unutturmuyor, sadece alışmamıza yardım ediyor ve yine hayat akıp gidiyor.

Bu sabah erkenden kalktım. Evin beyinin poposunda pireler uçuşurken, evin diğer fertleri olarak mutfakta kahvaltımızı yaptık, balkonda sabah serinliğinde ben çay keyfi yaparken, kedi kızım Kara balkon duvarının üstünden işe gidenleri uğurladı, kedi oğlum Misket ise kral koltuğuna oturup biraz çiçek atıştırdı, biraz uyukladı.

Sabahları erken kalkmayı seviyorum. Sokakların kimseler ortada yokken ki sessizliğini ve bu sessizliği kısa aralıklarla bozan işe gidenlerin topuk tıkırtılarını dinlemek çok keyifli oluyor. Bu sabah böyle sakin sakin otururken içimden gitmek geldi. Arabaya atla dedi şeytan, çık yola, benzin bitinceye kadar git gidebildiğin kadar. Belki bir deniz kenarı olur, belki bir dağ başı. Hiçbirşey olmamış, hiçbirşey yaşanmamış gibi gelsin istedim bir an. Ama hayat bu, eşşek gibi işine de gideceksin, evine gelip ev işi de yapacaksın. Hayat devam ediyor, kaçış yok.

(Kabul bu yazı çok uyduruk oldu. Ama bu aralar daldan dalayım, bayramdan sonra resetliyorum kendimi.)

14 Eylül 2009 Pazartesi

bu eylül yaramadı kimselere

En sevdiğim mevsim sonbahardır benim. Eylül yeni başlangıçlar zamanıdır bana göre, doğa değişir, yapraklar dökülürken, sarının yeşilin bin bir tonu ortalığa saçılıverir. Ekim'in gönlümde yeri bir başkadır. Bu ayda doğduğumdan olsa gerek, ayların şahıdır bence. Kasım, suratsızdır falan ama onu da bir başka severim. Kış kapıdadır, kazakların, paltoların içinde çakma astronot şeklinde dolaşmaya bayılırım.
Ama bu sene sonbahar fena çarptı. Bu Eylül'den kimselere fayda yok. Babamı kaybetmekle başlayan ay, beraberinde seli ve daha pek çok ölümü de getirdi. Herkes ve herşey birer birer, sonbahar yaprakları misali dökülüyor. Son on gündür, bilerek ve isteyerek kendimi (zorunlu olduğum şeyler dışında) pek çok şeyden çektiğim için sel ve sonuçları ile ilgili birçok şeyi okumadım ve dinlemedim. Ama yavaş yavaş geri dönerken öğrendiklerim iç karartıcı, yürek dağlayıcı. Sular altında kalan bir barınak ve Nesin vakfı için elimizden gelen birşeyler olmalı. Etrafımızdaki herkesi bu konuda bilgilendirelim derim ve artık bizi yöneten bu aptallar ordusundan kurtulmak için bir eylem planı oluşturmanın zamanı gelmedi mi sizce?

8 Eylül 2009 Salı

babama mektup

Sevgili babacığım,
Senin olmadığın beşinci gün, bugün. Hayatımın en zor beş günü. Bugün ıvır zıvırla uğraşıp kafamı dağıtmaya çalışırken, Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken" kitabı elime geçti. Onun "Babama Mektup" isimli hikayesini okurken, aklıma sana hep yazmak istediğim ama bir türlü cesaret edipte yazamadığım mektup geldi. Kısmet bugüne ve elektronik bir ortama imiş.
Belki gördün belki göremedin, doğal olarak ben bunu bilemiyorum, o yüzden istersen cenazenden bahsedeyim sana. Çok kalabalıktı cenazen babacığım. Koca koca adamlar ağladı arkandan, "inanamıyoruz, bizde emeği çoktu" dediler. Ne güzel, bizden başka kişilerde de emeğin varmış. Bunları duyunca nasıl gurur duydum seninle ve ne kadar kızdım kendime bilemezsin. Meğer seni hiç tanımıyormuşuz baba. Aynı evin içinde yaşarken de, daha sonraki yıllarda bir araya geldiğimiz zamanlarda da seni tanımak ya da anlamak için çaba harcamamışız. En azından ben kendi adıma böyle birşey yapmadığımı itiraf edeyim. Çok özür dilerim senden. Sana karşı peşin hükümlü olduğum, sen kızınca ben daha fazla kızıp, surat astığım ve kimi zaman karşı çıktığım, küstüğüm için gerçekten çok özür dilerim. Benim daha sakin olup seni dinlemem ve anlamaya çalışmam lazımmış. İş işten geçti.
Bu sözü ya bir yerde okudum ya da ben uyduruyorum, bilmiyorum; "Her ölümün içinde birçok keşke gizli". Öyle babacığım, bende beş gündür içimden birçok keşke sıralıyorum. "Keşke onu daha çok arasaydım", "keşke ona şöyle sıkıca sarılsaydım", "keşke onunla kol kola girip yürüyüşler yapsaydım", "keşke onu çok sevdiğimi söyleseydim", "keşke ona çok istediği tekneyi alabilseydim". Bu liste uzayıp gidiyor babacığım. Anı yaşamamışız ve günümüzün kıymetini bilememişiz baba.
Cenazende ne zamaki tabutu açıp seni çıkardılar (ha bu arada, seni kardeşim ve dayım indirdi oraya. Kardeşimi görmeliydin, çok metindi. Seni kucakladı, yatırdı. O zaman büyüdü, biliyo musun. Sanırım o an senin istediğin gibi biri oldu.). O çukura koydukları zaman, seni oradan çıkarmak, alıp kaçmak geldi içimden. "Benim babam sevmez böyle pis, tozun toprağın içinde yatmayı" demek, üstüne atılanları almak geldi içimden, yapamadım. Daha yapamadığım pek çok şey gibi.
Şimdi yağmurlarda başladı. Seni orada tek başına o ıssız, sessiz yerde bıraktık diye uykularım kaçarken şimdi yağmurlar yağacak üstüne diye endişeleniyorum. Ben sana kızardım falan ama başına da birşey gelsin, aç susuz kalma diye de çok endişelenirdim. Tabi, bunu da sana söylemedim. Keşke şimdi bilebilsem orada üşür müsün, korkar mısın, arkadaşın var mı, rahat mısın, huzurlu musun; o zaman içim biraz rahat edecek.
Arkandan hepimiz yarım kaldık babacığım. Artık gülmelerimiz, yemelerimiz, gezmelerimiz bile yarım, eksik, buruk. Herkes alışırsınız diyor, doğru. Alışacağız ama bu yarımlık geçmeyecek be baba. Hani o yaptığım puzzlelar gibi bir parça eksik olunca hep resim sırıtır ya, onun gibi. Hep birşey bir yerlerde sırıtacak. Belki daha mühendisvari bir terimle açıklayacak olursam, simetrimiz bozuldu. Hayat buymuş işte baba. Meğer ben hayatın hiçte farkında değilmişim. Meğer senin ne olursa olsun orada olduğu bilmek ne kadar büyük bir güven demekmiş.
Artık resimlerin, giysilerin kaldı geride. Beş gündür seni en son gördüğüm o buz gibi halinden başka bir halini hatırlamaya çalışıyorum ama yapamıyorum. Umarım bu geçici bir şoktur, yoksa seni hiç mi kaydetmemişim? İki hafta önceki konuşmamızı hatırlamaya çalışıyorum, sesin gelmiyor kulağıma. Resimlerine bakarak yüzünü aklıma kazımaya, yıkansın diye çıkardığın
t-shirtünü koklayarak kokunu unutmamaya çalışıyorum.
Umarım senin bizi koruyup kolladığın gibi ben de kendi çocuklarımı koruyup kollarım, senin gibi adaletli, hak yemez ve akıllı olabilirim. Senin tırnağın kadar bile olsam bana yeter.
Hasretle ellerinden öperim.
Sevgiler....
Kızın

7 Eylül 2009 Pazartesi

bir varmış bir yokmuş

Bir varmış bir yokmuş, ülkenin birinde, her dilden her milletten insanın, yaşadığı, yediği içtiği, gezdiği tozduğu, çalışıp didindiği kısacası koşturup durduğu koskocaman, iki yakalı, delisi, akıllısı bol, gizemli bir şehirde kendi halinde bir kızcağız yaşarmış.
Bu kızcağız kendi yağı ile kavrulur, iki kedisi ve bir sevgili erkekiyle çiçekli balkonu olan şirin bir evde yaşarmış. Kimseyi kırmak istemez, herkese yardım etmeye çalışır, evinden işine gidip gelir, günlerini geçirirmiş. Bu kız iyiymiş hoşmuş amma bir kusuru varmış. Bu kızcağız, hayatta çok şey gördüğüne inanır, başından bir sürü zorluk geçtiğini düşünür, diğerlerine bakar kendi kendine ahkam keser, okur yazarmış.
Günlerden birgün işine gitmek için arabasına doğru yürürken bahçede ölü bir güvercin görmüş, hemen yanına gitmiş. Güvercinin oraya nasıl geldiğini, neden öldüğünü bulamamış ama nedense ona uzun uzun bakmış kızcağız. Arabaların geçtiği yol üstünde olduğundan çekmek istemiş güvercini ve o zaman farketmiş üstünde dolaşan böceği, kurdu. Midesi bir fena olmuş ama anlaşılmaz bir nedenle bakmaya devam etmiş güvercin ölüsüne. Bir yandan da ölümü düşünmüş. Belki bir gün önce uçan güvercinin şimdi nasıl olup da yerlerde, kurtlara böceklere yem olduğunu, ölümün ne garip bir bilinmezlik olduğunu düşünüp gözleri dolmuş ama bir süre sonra güvercini de ölümü de bir kenara bırakmış günlük hay huya dalmış.
Bir de bu kızcağız, bir süre sonra bayram için uzun zamandır görmediği, minik bir kasabada yaşamakta olan annesi ile babasının yanına gidecek, onlarla hasret giderecekmiş ve bunun için günleri saymaktaymış. Az zaman kalmışmış.
Yine bir sabah, kızımız kalkmış kahvaltısını etmiş, doktora gidip tahlillerini yaptırmış, bir çay içmek için bir arkadaşına uğradığında telefonu çalmış. Arayan kardeşiymiş; "Haftasonu işin var mı ?"demiş. Bizimki "yoo,neden sordun demiş?", kardeşi "Babamı hastaneye kaldırdılar, ben gidiyorum" demiş. Kızcağız önce algılamamış, yanlış duydum sanmış bir daha sormuş ama cevap yine aynıymış. Eli ayağı boşanmış kızın, hemen annesini aramış. Ama annesi ağlayarak "Baban yok artık!" demiş. Bizimkisi yine bir yanlışlık var diye düşünmüş. Annesi panikten hastanede her şeyi yanlış anlıyor, abartıyor sanmış çünkü bir gece önce konuştuklarında annesinin sesi çok neşeli gelmekteymiş ve keyiflerinin yerinde olduğunu söylemişmiş.
Hemen eve dönmüş, sürekli kendine "birşeyi yoktur, şimdi gidince hastanede ziyaret ederiz, iyileşir" diyormuş. Hızla minik kasabalarına gitmişler. Ama herşey kızcağıza söylenen gibiymiş. Gerçekten babası yokmuş artık. Bütün beyin hücrelerini zorlamış kız, "bu rüya" demiş. "Böyle birşey olmaz" demiş. Ta ki babasını görene kadar.
Kasabaya vardıklarının ertesi günü, babasını görmüş. Soğuk bir yerde, orta boy kutu kutu bölmelerden oluşan çelik bir dolaptan çıkarmışlar babasını. Boylu boyunca yatıyormuş, yüzünde huzurlu bir tebessümle. Başka yerde olsa biraz sonra kalkacağını düşünürmüş, uyuyor gibiymiş ama uyuyan insan soğuk olmazmış ki. Onun babası buz gibi ve kaskatıymış. Sarılmış, öpmüş onu ama hissettiği sadece soğuk ve sertlik olmuş. "Hadi" demiş soğuk odanın görevlileri, o da son kez bakmış babacığına ve bırakıvermiş, götürsünler.
Annesiyle eve dönmüş kız, bir süre sonra yedi cüceler eve doluşmuş. Hızla üzerlerindekileri çıkarıp, ellerindeki kargacık burgacık, anlaşılmaz bir takım şeylerin çizildiği kağıtlara bakarak, garip bir şarkı söylemeye başlamışlar. Kız önce ürkmüş bu şarkıdan ve yanındakilere sormuş, "Neden şarkı söylüyorlar?". Demişler ki "Bu şarkılar babana gizli geçitte yol gösterecek, ona kapıların şifrelerini bulurken yardım edecek. Bu şarkılar olmazsa, baban gizli geçitte kaybolur."
Birkaç saat sonra yine görmüş babasını ama bu sefer tahtadan yapılmış, yeşil bir örtüyle kaplanmış bir kutu içinde serin bir cami avlusunda. Yine bir sürü şarkı söylenmiş, bu sefer kızda katılmış bu şarkılara, herkes iki kez söylediyse kız beş kez söylemiş. "Ne kadar çok şarkı olursa o kadar babamın işi kolay olur" diye düşünmüş. Sonra şarkılar bitince uzun ağaçların olduğu bir yere gelmişler, kutuyu açmışlar babasını çıkarmışlar. Beyaz bir tulum giydirmişler babasına, yolculuğun zorunlu kıyafetiymiş bu. Birgün herkes bunu giyip, bu yolculuğa çıkacakmış. Babasını öyle beyazlar içinde görünce kızın kalbi burulmuş acıdan, pişmanlıktan, çaresizlikten. Aklına güvercin gelmiş. "Al sana "demiş "bak işte ölüm".
Beyazlar giymiş babasını derin bir çukura koymuşlar, üstünü tahtalarla kapatmışlar, sonra toprakları koymuşlar. Attıkça bitmeyen, atıldıkça çoğalan, yığınla toprağı koymuşlar babasının üstüne.
Kızın babası masal olmuş, bir varmış bir yok olmuş.
Kızda bir daha o eski kız olamamış, hep bir yanı eksik kalmış.

3 Eylül 2009 Perşembe

ev işi,ev işi


Vallahi yukardaki erkek. Aksi takdirde bütün eziyetli işler bizde olmazdı. Çocuk doğurmak bizde, kıl, tüy, ağda meseleleri bizde, yemekti ütüydü bizde, kilo derdi bizde.

Yani birini alsaydın bizden bari,amcacım. Tamam çocuk doğurmak kalsın ama kılsız oluverseydik ya da şööle kocaman kocaman çikolataları götürürken, külah külah dondurmaları, tabak tabak kızartmaları götürürken kilo alma korkumuz olmasa ve hepimiz Adriana Lima kıvamında olsaydık fena mı olurdu ey Allah Baba! Her senin günün daha iki gün önce aldığın kaş, bıyık nahiyesinin, insanı hayrete düşüren bir hızla yeniden uzadığını görmek ne fena bir yıkımdır bilirmisin ey Tanrım! Beylere bir askerlik verdin gerisini koyverdin! Kıllı olsalar "aman ne seksi adam olurlar!!!", kilo alsalar "göbeksiz erkek balkonsuz ev gibidir" der sıyırırlar. Kıllı ya da kılsız, göbekli ya da göbeksiz George Clooney her zaman gözdemiz. Hani adaletliydin ey Allahım? bilmiyorum artık bu sistemi düzeltecek birşeyler yaparsın diye umut ediyorum şu mübarek Ramazan ayında.