30 Ağustos 2009 Pazar

canım sıkılıyor....

Canım sıkılıyor.....

a. Bir pazar sabahı Çengel'de kahvaltı edelim dedik, Ramazan'dır çok da dolu değildir diye düşündük ama yine çok çok çok kalabalıktı. Bir yere oturduk ama benim gözüm yandaki masada kaldı. Boşalınca hemen oraya uçtum ama yanımdaki üç erkek benim Panter Emel davranışımı çok kınadılar, beni tanımazlıktan geldiler ve hatta beni "kendilerince" protesto ettiler.

b. Evde sürekli iş var. Bir yeri toplayınca diğer yer dağılıyor. Ben bu toplama işleriyle uğraşmaktan ne kitap okuyabiliyorum, ne de film ve dizi izleyebiliyorum. Ruhum bundan da daralıyor olabilir.

c. Bir sürü ütü var ama yapasım yok. Bitmeleri gerek haftasonuna kalmasın.

d. İzin bitti, işte işler çok. Yeni bir düzen başlıyor. Ben masamı pek hazetmediğim biriyle paylaşmak zorundayım. İşe gidesim yok.

e. İzinde yaparım diye bir sürü şeyi listeledim, yarısı kaldı.

f. Şambrel yine aynı, hiçbir değişiklik yok hatta sanırım gittikçe genişliyor. Vücudumda isyan çıktı da benim haberim mi yok acaba?

g. İki gündür sağ taraftan başım feci ağrıyor. Sedergine üstü novalgin bile iyi gelmiyor. Acaba yarın sedergine, novalgin ve majezik karışımı mı denesem?

h. Hayalimi gerçekleştirebilmem için önümde 14 bin ytl'lik bir engel var. Sevgili bununla ilgili olarak beni dinlemiyor bile. Niye hayaller hayal olarak kalmak zorunda ?

ı. Yaz bitiyor ve ben bu yazdan hiçbirşey anlamadım. Ama haksızlık bu öyle değil mi?

j. Ben de home office istiyorum!!!!!

En iyisi uyuyayım ve yarın yeni bir "To Do List" yapayım.

27 Ağustos 2009 Perşembe

içim yanıyor


Yaz geldi geçiyor ama son günlerde her yeri ve dolayısı ile benim içimi de yakarak geçiyor. Bu yaz da her yaz olduğu gibi bir sürü ormanımız, binler hektar alan yok oldu oluyor. Geçen hafta Atina, Yalova bu sabahta Edremit'te yine bir orman, bu ormandaki binlerce ağaç ve canlı yok oldu. Düşündükçe beynim uyuşuyor, içim eziliyor. Bu sabah ki yangın için sabotaj ihtimalinden bahsediyorlar. Eğer öyleyse daha fena çok fena. Buna yapanlar nasıl insanlar yahu. Akşam "bugün ne yaptın?" diye soranlara "eee bir iki hektar orman yaktım, içindeki kediyi,köpeği, sincabı, kuşu, nadir ağaç türlerini yok ettim" diyerek kürdanla dişlerini karıştırmaya devam edip, akşam yastığında huzur içinde uyuyabiliyor mudur? Eğer böyleyse vah bu insanlığa vah.

Her sene yanan bu ormanların yerine yine ağaç dikiliyor mudur acaba? Yoksa o aptal yazlık siteler mi konduruluyordur? Ben ne yapıldığını bilmiyorum, eğer biliyorsanız bana da haber verin.

Ve umarım bu insanlar bir an önce yakalanırlar ve en ağır cezaya çarptırılırlar. Bu ormanları yakanlar eğer bilerek isteyerek, rant uğruna bunu yapıyorlarsa bu dünyada cehennemi yaşasınlar ve eğer varsa öbür dünyada yatacak yerleri olmasın inşallah.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

hastayım, hastasın,hasta


Evb: evin beyi evhn: evin hanımı


Evhn: Hoşgeldiiiin!!!

Evb: Ateşim var!

Evhn: Hadi ya! Ne zamandır?

Evb: Bir iki saatten beri.

Evhn: Tylol hot içmedin mi bugün?

Evb: İçtim. Üşüyorum.

Evhn: Üstüne birşey getireyim mi? Çıkar şu kotunu falan rahatla, pijamalarını giy.

Evb: Offff....Giymicem. Başım ağrıyo....üşüyorum.

Evhn: E veriyim üstüne birşey.

Evb: Bilmiyom.

Evhn: Sedergine veriyim o zaman.

Evb: Ver istersen.

Evhn: Ne yaptın bugün?

Evb: Sabah dersten sonra Boğazda yürüdüm.

Evhn: Üstünde birşeyde yoktu di mi?

Evb: Evet.

Evhn: E sen ne zaman beni dinlemeye başlıcan? Dedim sana böyle gezme zibidi gibi hasta olursun diye!

Evb: Sen bana ilaç verde yatayım!

.........

(sabah saat 7:30)

Evb: Ateşim var!

Evhn: (tek gözünü açar)Kapat gözünü uyu hadi!

Evb: Başım ağrıyor!

Evhn: Uyu hadi! Geçer!

Evb: Offff....Ateşim var! Offff...pufffff

Evhn: İlaç getiriyim mi? (gözleri kapalı, yastığa sarılmış bir halde sorar)

Evb: Sen bir kahvaltı hazırla önce!! (baş ağrısı asabiyet yapmaktadır!!)

Evhn: (içinden) yok uyku haram bana!

Evb: Offf....puffff

Evhn: Derse de işe de gitme bugün. Telefonunu getireyim de haber ver!

Evb: Sen haber ver!! Benim başım ağrıyor !( Hastalık belirtisi, abartılı tembellik!)

Evhn: Ben kahvaltı hazırlıyorum.

( Kahvaltıdan sonra, gidilen hastanede)

Evb: Nerde bu doktor? Bir daha gelmicem bu hastaneye. Şöylesene şu kıza nerdeymiş doktor?

Evhn: Pardon, bizim 10:40'da randevumuz vardı!

(Sekreter kız tek kaşını kaldırır. "Bu ne cüret?" bakışı atarak şöyle der )

Srtrk: Hanımefendi, geldiğinizi söyledim. Doktor hanım acilde.

Evb: Offf,başım ağrıyor, ateşim çok çıktı.

Evhn: Ya abartma, üşüttün işte, rüzgarı yedin. Birşeyin yok işte.

Evb: Doğru kişiden randevu aldın mı emin misin? Anlar mı bu doktor benim hastalığımdan?

Evhn: Ya basit bir üşütme işte, niye büyütüyosun?

Evb: Dalga geç sen! Dalga geç!!!! Bana birşey olursa görürsün!

Evhn: Ya güldürme beni, boynum tutuk zaten. Bak benim sesim çıkıyo mu?

Evb: Iıııııhhhhh...Nerde bu doktor?

( Sonunda doktor gelir )

Dktr: Eveeett. Şikayetleriniz neler? ( şikayetler sıralanır) hmmmm, anladım. Şimdi sizden zart testini, zurt testini ve zort testini ve de pırt röntgenini istiyorum. Tatilde yurtdışındaymışsınız hn1vztpztspt olabilir sizde. Hemen alarm verelim ona da bakalım, buna da bakalım, şundan da alın, burnunuza hortumda sokturuyim, hemoglobininize de bakayım, karaciğerinize, dalağınıza, omuriliğinize, parmak aralarınıza da bakayım. 72 saat süreyle ateşiniz düşmezse sağlık bakanlığına haber verelim. Onu da yapalım bunu da yapalım, yapalım,yapalım tirilaylom.

Evb: Oooo şimdi bunlar ne kadar tutacak?

Evhn: E hamama giren terler!

Evb: Iıııııı ......nerde kan vericem? ateşim düşmedi...öğrendin mi nerde kan verildiğini?

Evhn: Biliyorum nerde olduğunu! Bir dakka ya burdan mıydı?

Evb: E hani biliyodun yerini? Sorsan kızım nerde bu kan yeri?

Evhn: Ya bi dakka.... Aaaaa burdaymış işte. Tersten gelince yerini şaşırmışım, önündeymişiz.

Evb: Ben giriyorum.

Evhn: Ya dur bi dakka... Önce ödeme yapıcaz. Sen otur ben hallederim.

Evb: Iııııı....benim kartla ver.

(Tahliller yapılır, sonuçlar alınır, ilaçlar alınır, eve dönülür)

Evhn: Çorba içer misin?

Evb: Hayır...Ben kek istiyom.

Evhn: Kek mi?

Evb: Evet, portakallı üzümlü.

Evhn: Portakallı mı?

Evb: Evet.

Evhn: Nerden bulayım sana portakal?

Evb: Markete git.

Evhn: Sen delirdin ya da ateş başına vurdu galiba.

Evb: Bana ne ya! Ben kek istiyom.

Evhn: Peki kakaolu yapayım o zaman.

Evb: Hayır. Üzümlü, cevizli, tarçınlı.

Evhn: Peki cevizli kakaolu olsun. Üzüm yok, gidemicem markete üşendim.

Evb: Tembelim demiyosunda...

Evhn: Offf... Tamam kakaolu üzümlü, cevizli olsun o zaman.

Evb: Hayır üzümlü, cevizli, tarçınlı.....

25 Ağustos 2009 Salı

annelik mi? o ne?

Bugünlerde sık sık anne olmanın nasıl birşey olduğunu, insanların özellikle de kadınların neden çocuk sahibi olmak istediklerini, bir çocuğun artılarını eksilerini düşünmekte ve hafif çaplı panik olmaya başlamaktayım. Malum niyeti bozduk "çocuklular kervanı"na katılmaya karar verdik. Hatta ben işi azıcık abartıp meşhur Çin takvimini bile karıştırdım. Bu takvime göre baktığım her iki yaş aralığında da eğer Eylül'de hamile kalırsam kızım olacakmış. Bakalım ilerleyen günlerde bu takvimin ne kadar doğru ne kadar kıçtan uydurma olduğunu göreceğiz.
"Annelik" ile ilgili düşünüp dururken, bazı anılar canlandı, bugün onları yazayım dedim.
Annem benim küçüklüğümü anlatırken hiç yaramaz olduğumdan falan bahsetmez tek söylediği "çok karıştıran bir çocuk" olduğumdur. Yani dolap, çekmece önüme ne gelirse karıştırıyormuşum. "Sesin çıkmıyorsa, anlardım ki yine bir yere girmiş birşeyleri karıştırıyorsun" diye anlatıyor annem. Birgün annem ütü yapıyor ve ütülediği temiz çamaşırları yerlerine kaldırıyor, mutfağa gidiyor. Yemek falan hazırlayacak sanırım. Bir süre yaptığı işe dalıyor, sonra farkediyor ki bende hiç ses seda yok. Bir de odaya gidiyor ki bütün çekmeceler darmadağın, ütülediği çamaşırlar yerlerde, çekmecelerin içleri odaya yayılmış. Çok kızıyor ve sinirle anahtarı alıp, komşuya gidiyor. Sanıyor ki korkup ağlayacağım, ben yaramazlık yaptım annem gitti diye düşüneceğim. Beş on dakka komşu da oturuyor ama benden yine ses seda gelmiyor, ağlama sesi falan yok. Bu sefer meraklanıyor, eve dönüyor. Kapıyı açtığında beni Ali bebeğime sarılmış, portmantonun üstünde otururken buluyor. Böyle melül melül oturmuş onun dönüşünü bekliyorum.

Bir de üniversiteyi kazandığım zaman beni yurda getirdikleri ilk gün var. Hem komik hem de oldukça hüzünlü. Ankara'da bir üniversiteyi kazandım ve yurtta kalacağım. Herşey hazırlandı, yatak, yorgan, kılık kıyafet alındı, artık üniversiteye hazırım. Okulun açılmasından birkaç gün önce Ankara'ya geldik, annemle birlikte yurt odamdaki yerimi hazırlayacağız, dolabımı yerleştireceğiz. Herşeyi odaya taşıdık, bavulu açıp, giysileri asacağız, annem bavulu açmaya çalışıyor ama bavul kilitli. Akıllı ben, bavulu kilitleyip anahtarını evde bırakmışım. Annemin o yorgunlukla bana nasıl baktığını hiç unutamam. Allahtan oda da o sırada başka bir kız vardı ve onun bavul anahtarı ile benimkini açmayı başardık. Eşyalarım yerleşti ve ayrılık vakti geldi. Annem ağlamamaya çalışıyor ama dudakları titriyor. Sonunda arabaya yerleştiler, daha önce arkadaşımda bile kalmama izin vermemişlerken o koskoca şehirde ve daha önce hiç kalmadığım yabancı bir yerde beni yapayalnız bırakıp gittiler. Daha sonra babam, annemin eve kadar ağladığını söyledi.

Annelik tuhaf şey işte. Ben hafiften korksam da sanırım bu duyguyu tatmak istiyorum. göster bakalım Çin takvimi marifetini.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

içim gıbraştı

Gerçekten çok iyi düşünmüşler....İzleyince insanın içi bir hoş oluyor. Biraz önce sıkkın bıkkın otururken ( cumartesi işe gitmem gerektiğini öğrendim) birden bu görüntüleri izleyince içim bir hoş oldu, gıbraştı. Tam benim gibi gazmanlara göre. Çello çalan Bihter, tef çalan Ferhunde, saksafon çalan Güllü.... ne kadar güzel gözüküyorlar ve kendilerine verilen enstrümanlarda onlara çok yakışmış. Ben sempatik buldum bu reklamı ve yapanlara da on numero veriyom ve aferin diyom.

23 Ağustos 2009 Pazar

bir gün birileri yunan adalarına giderse/bölüm 3

Bu mini gezimizin son durağı Mykonos adası oldu. Santorini'den üç saatlik bir feribot yolculuğu ile Mykonos'a vardık. Burası Santorini ile karşılaştırıldığında bana biraz "asık suratlı" bir yer gibi geldi. Öyle pek kendini sevdirme derdi olmayan, soğuk, herkesin hızlı hareket ettiği, Santorini'den daha renksiz, ruhsuz bir yer hissi verdi bana bu ada.
Böyle hissetmem belki bu adaya geldiğimizde hasta olmamla ilgilidir, bilemiyorum. Santorini de Mykonos gibi o kadar rüzgarlıydı ki, soğuk suları içip, duş alıp hemen dışarı rüzgara çıkmak sonunda hastalanmama ve fellik fellik eczane aramamıza yol açtı. Rüzgarın insanı sersemletecek kadar hızlı esmesi ve üşütmeden dolayı kırık vücudum yüzünden pek birşey yapmak istemedim. Kendimi iyi hissedinceye kadar denize girmek, güneşlenmek ve adanın daracık sokaklarında turlamaktan başka gözüm birşey görmedi. Tabii buna sevgili biraz bozuldu. Buraya gelirken birçok çılgın parti göreceğimizi umut ediyordu ama ne yazık ki olmadı. Sadece Mykonos'un en bilinen iki plajı "Paradise" ve "Super Paradise"a gittiğimizde dans eden çıplak adamları görerek bu "çılgın" Mykonos günlerine tanık olduk. Saat onikiden sonra barlarda ve kulüplerde neler oluyordu bilemeyeceğim. Sevgiliye "istersen gidelim şu barlara" dediğimde "geçmiş bizden artık" diye biraz imalı biraz sitemkar birazda bozuk bir cevap aldım. Sanırım bana bozuldu çünkü barlara gidip deli gibi içmek, sarhoş olmak vs. hiç işime gelmedi, plajların "happy hour" saatlerindeki çılgınlıklar bana yetti. Kabul etmeliyim benim içimde tembel, ihtirassız bir anneanne yaşıyor.








İşte size Mykonos'un plajlarının "happy hour"larından birkaç kare.

Mykonos'taki turistlerin çoğunluğunu İtalyan'lar oluşturmaktaydı. Eğer bir sayım yapılsaydı eminim İtalya nüfusunun çoğunluğu bu adada çıkardı. 30 yaş altı herkes oradaydı.

Sonuçta sayılı günler çabuk bitti, kapanışı yaptık, dönüşe hazırlandık.




Bu geziden çıkarılacak dersler:

1. Yazın abasız, kışın katıksız yola çıkılmaz. Çıkanı rüzgar çarpar.
2. Gezi notları, yazıları gezerken yazılır. Sonradan yazılanlar böyle kuru olur, zira o anda olan önemli anlar unutulur.
3. Yunanca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Fransızca en az 100 kelime öğrenmek gerekir. Adamlar yüzüne bakıp bakıp birşeyler diyor, ne diyor, iyi mi diyor kötü mü diyor anlamalı ama bozuntuya vermemeli.
4. Bir yere gitmeden orası araştırılmalı, en iyi nerde yenilir, içilir öğrenilmeli.
5. Bavulu fazla doldurmamalı, alınması ve valizde saklanması muhtemel şarap, uzo vs gibi içeceklere yer bırakılmalı. Aksi takdirde uçak şirketlerinin potansiyel terörist fobisine maruz kalınıp, son derece riskli bir şekilde sırt çantası içinde bagaja verilen uzolar, uçaktan kırık bir şekilde çıkar ve yolculuğun geri kalanını etrafa uzo kokuları yaya yaya tamamlarsınız.
6. "Tatile gidince, orada birşeyler yemem, aç kalırım, belki bir iki kilo veririm" diye düşünülmemeli. Bu koca bir yalan, aksine kilolarınız tatilde güneşin altında yattığınız için mayalanıp, katlanarak geri dönüyorlar. Şarbreliniz daha bir haşmetli oluyor.
7. Arkadaş arkadaşı, karı koca birbirini seyahatte daha iyi tanırmış. Eğer arkadaşlıklarınızın ya da evliliğinizin bozulmamasını istiyorsanız ya sinirlerinizi aldırın veya kulağınıza ipod takın. Ben ikisinide yapamadım, direkten döndük.
8. Yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı.
9. Ne olur ne olmaz motor ehliyeti almalı. Motor kiralamak daha ucuzdu.
10. Sayılı gün çabuk geçer. Bu yüzden denizden hiç çıkmamalı, habire yüzmeli, dalıp dalıp çıkmalı, bol bol su yutmalı.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

bir gün birileri yunan adalarına giderse/bölüm 2

Evet biraz arayla Yunan adaları maceramızın ikinci ayağına hoşgeldiniz...Rodos hiçbirşeydi asıl macera şimdi başlıyor...
Yedi saatlik uzuuuun bir feribot yolculuğuna başlarken kalmıştık birinci bölümde. Bu yedi saatte yapılabilecek en iyi birkaç şey; uyumak, denizi seyretmek ya da (elinizde bir türlü bitmeyen, içinizi kurutan, size hiçbirşey katmayan ama kendi kendinize koyduğunuz saçma bir inat yüzünden bırakamadığınız, Alacakaranlık'la başlayan salak saçma vampir kitaplarının ikincisi Yeniay kitabı gibi bir kitap varsa, böyle bir kitaptan kurtulmak için iyi bir zaman anlayacağınız) kitap okumaktır.
Ya da eğer bilinçli bir gezginseniz (yanımızdaki iki Amerikalı kız gibi) gezi kitaplarını okuyup, laptopunuzdan gideceğiniz yer ile ilgili bir sürü bilgiyi öğrenebilmeniz için bu yolculuk iyi bir fırsat.
Yedi saatin sonunda geceyarısı Santorini'ye vardık. İlk gördüğüm gecenin karanlığında limana doğru uzanan kocaman tepeler ve bu tepelerden döne döne yukarıya doğru çıkan yollardı. Feribottan iner inmez hemen bir taksi bulup otelimizin ismini verdik, onbeş dakikalık bir yolculuktan sonra otelin biraz aşağısında taksici bizi indirdi çünkü otelin bulunduğu sokak trafiğe kapalı bir alandı. O kadar yorgunluğun üzerine otel odamızda bizi karşılayan kelebekler ve balıklar gerçekten hoş birer sürprizdi.







3600 yıl önce patlayan volkan buradaki bir medeniyeti yok etmiş, herşeyi içine almış ve çökmüş. Çöken yerlerin içine su dolmuş. Bu yüzden Santori'nin Atlantisle bir bağlantısı olduğu düşünülüyor. "Caldera" dedikleri kraterin etrafına, uçurumun kenarına bugünkü bembeyaz evleri, otelleri, restoranları yapmışlar. Ada yarım ay şeklinde ve birazilersinde denizin ortasında da volkanın ağzı bulunuyor. Oia ve Fira bölgelerinin her yerinden bu volkanı görebilirsiniz. Hatta ve hatta yeterli zamanınız varsa volkana düzenlenen turlara katılıp, ağzına gidebilir, sıcak su kaynaklarında yüzebilirsiniz.
Oia, Santorini'nin meşhur mavi kubbeli kilisesinin bulunduğu yer. Otantik, beyaz evler, mavi pencereler burada her yerde görülüyor. Bir sürü sanat evi, gümüş takı satan dükkan, turistik eşyaların bulunabileceği yerler var. Buranın en önemli özelliği güneşin batışının bembeyaz evler eşliğinde inanılmaz güzellikte seyredilmesi. Fotoğraf sanatçılarına çok fazla malzeme veren bir yer bu ada. Çok iyi fotoğraf çekemiyoruz ama size bir örnek olması açısından bir tane buraya koydum.


Güneşin batmasına yakın, dünyanın her yerinden birçok insan buraya gelip, kendine bu olayı izleyebileceği bir yer buluyor. Daha doğrusu kapıyor demeliydim. Biz iki saat önce gittik ama ana baba günüydü, zor bela bir yerlere sığıştık. İki saatin sonunda güneşi batırdık. Ama o da bir çeşit tören şeklinde oldu. Güneş ufukta kaybolmaya başlarken herkes sustu, konuşmalar kesildi. Sessizce güneşin yavaş yavaş kayıp gitmesini izledik ve ufukta bir yerlerde kaybolunca hep birlikte onu alkışlarla uğurladık.
Fira, Santori'nin alışveriş, yeme içme ve eğlence merkezi. Birçok butik, mücevher dükkanı, restoran, bar burada bulunuyor. Nişantaşı'ndaki pahalı mücevher dükkanları gibi bir sürü pahalı dükkanın burada bulunması benim çok ilgimi çekti. Bilinen birçok markanın hem burada hem de Mykonos'ta şubesi var.

Santorini'de bizim anladığımız anlamda plaj yok. Volkanik bir ada olduğu için her plajın kendine has özellikleri var. Mesela Kamari plajının kumları siyah, bildiğiniz siyah ( Resimde sezon açılışını bu plajda yaptım. Ayaklarım Kamari de suyun içinde. Kum çok yumuşak ve bastıkça, ayaklarımı içine alıyordu. ). Bu insanı biraz ürpertiyor. "Red beach" adı üstünde kırmızı plaj. Ama burası adını arkadaki kırmızı dağlardan alıyor.

Plaj ve deniz konusunda, Santorini -itiraf edeyim- bende biraz hayalkırıklığı yarattı. Çeşme veya Bodrum'dan çok çok güzel plajları, bırakın plajı sahili bile yok. Santorini kartpostal adası. Bembeyaz evlerin birçok fotoğrafını çekmek ve lezzetli Yunan yemekleri yemek için birebir burası. Ancak eğer araba kiralamıyorsanız ulaşım çok zor. Her yarım saatte otobüslerin olduğunu söylediler ama ben rastlamadım. Gittiğiniz plajı beğenmeyebilirsiniz ve oradan dönmek için otobüs bekleyerek, gününüzü öldürürsünüz.

Taksicilerin hepsinde yağışlı havalarda İstanbul taksicisi tavrı var. Yani "günahlarımı alsanda seni taksime almam, çok meşgulum, başının çaresine bak" tavrı. İlla bir yerden birini bulacak ya seni takmıyor. Hadi işiniz rast gitti, bir taksiye bindiniz, iki kelam konuşan yok. Zaten konuşsalar İngilizceleri bir garip, anlaşılmıyor, bir de seni aşağılar gibi "Nerdensin?" diye soruyorlar. Amerikalıysan okey ama "Turkey"diyince sanki biraz burun kıvırıyorlarmış gibi geldi bana. Aslında herşeyimiz aynı ama şaşkınlarda bir kendini ayrıcalıklı görme hali var ki sormayın gitsin.

Son olarak Santorini'ye giderseniz yapmanız gereken "top five" listemi açıklıyorum:

1. Eşeklerle eski limandan yukarıya Fira'ya çıkın. Ben eşeklere güvenemedim, çok uçurumun yanına giderler falan cıyak cıyak bağırarak Santorini halkını rahatsız etmeyeyim diye düşündüm. Ama denenmeliydi bence.

2. Santoriniye özel Vinsanto şarabını ve çikolatasını yiyin.

3. Oia'da güneşin batışını izleyin.

4. Sadece ama sadece klasik müzik çalan Franco's Bar'da "Maria Callas" için ve Santorini manzarası seyredin.

5. Oia'nın altındaki Ammoudi'ye gidin; dilerseniz balık yiyin dilerseniz biraz ilerdeki cep plajından serin ve dalgalı sulara atlayıp, suyun altındaki volkanik kayalara dokunun.

20 Ağustos 2009 Perşembe

bir gün birileri yunan adalarına giderse/ bölüm 1

Yaz başından beri sabırsızlıkla beklediğim tatil geldi de geçti bile. Bir hafta hem çok uzun hem de oldukça kısa bir zaman. Sanki hiç gitmemişim gibi ama eve dönünce önümde uçuşan tozlar ve bomboş dolap ne kadar uzun bir zamandır ortalarda olmadığımın göstergesi. Neyse girişi bu kadar deriiiin ve içli tutmak kafi. Gelelim Rodos, Santorini ve Mykonos'tan oluşan gezimizin detaylarına.

Ayın onbirinde saat 4'te Kamil Koç'un Marmaris'e giden otobüsüne binmemizle başladı yolculuğumuz. Binmesi iyiydi de, onüç saat süren yolculuk ve arkamızda bütün gece horlayan amca yüzünden telef olmuş bir halde, gayet bitkin ve uykusuz indik Marmaris'e. Saat sabahın beş buçuğu olduğu ve Rodos feribotu da 8:30'da kalkacak olduğundan, yapılacak tek şey Marmaris otogarında oturup birşeyler yemek ya da kestirmekti. Biz birinciyi seçip, kaşarlı tostlarımızı garip bir çay eşliğinde kemirip, o saatte (herhalde başka izlenecek birşey olmadığından, çay bahçesinin sahibi, o kanalı açmıştı) "Bez Bebek" dizisinin bir bölümünü izledik. Sabahın köründe o ibiş gibi Şoker adlı kuklayı görmek kalan tüm uykumu aldı götürdü, gözümü kırpmadım.
Saat 7'ye kadar bu şekilde takıldık sonra bir taksiye atlayıp Aksaz'a feribota binmeye gittik. "Allah allah" dedim "Ya 8:30 feribotu için bu kadar erken gitmeye ne gerek varki ?" diye sordum durdum. Ama doğrusunun bu olduğunu 7:30 itibarı ile ortalığı bir anda dolduran bilumum yabancı pek de güzel açıkladı.
Tam vaktinde kalktı feribot ve onun hareket etmesiyle, sevgiliyle ben derin bir uykuya daldık. Ağzımız açık uyuduk büyük ihtimalle.


( Kimseler yokken bu hanfendi ile sabah güneşinin keyfini çıkardık. )

Bir saat sonra işte Rodos !!!







Feribottan in, pasaport kontrolüne gir, çık, bavulu bir yere bırak vs. saat 10'u buldu. E Santorini feribotu saat 17'de kalkacaktı. Yani bize adanın önemli yerlerini görebilmek için şööle 6-7 saatlik bir zaman kalıyordu. Ama gözlerimizi doyurmadan önce midelerimizi doyurduk.

( Ömrü hayatımda hiç bu kadar çok kola içmemiştim)


Sonra eski şehrin Orta Çağ'dan kalma mahallesinde dolaşmaya başladık. Dükkanlar her ne kadar günümüzü yansıtsa da eskinin izlerini görmek mümkündü.












Böyle ilginç anlara da tanık olduk :))))

Rodos eski ile yeninin içiçe olduğu bir ada. Ege'deki Yunan adalarının en büyüğü ve en düzenlisi. Herşey yerli yerine oturmuş. Gezdiğimiz eski mahalle ve Rodos Şövalyelerinin sarayının etrafındaki dükkanların esnafı, bizim esnafa oldukça benziyor. Sürekli müşteriyi kendilerine çekmeye çalışıyorlar. Her dükkan birbirinin aynı hediyelik eşya, göz boncuğu, kupa, bardak altı vs. ile dolu. Türkiye'de Eminönün'de ya da Kapalıçarşı'da satılan birçok şeyi burada bulabilmek mümkün. Türklerle Yunanlılar'ın herşeyleri ortak. İnsanları bile birbirine benziyor. Birçok insan bizim Yunan olduğumuzu düşünüp konuşmaya "Kalimera !!!(merhaba)" diye başladı.

Saat 17'den önce feribotumuza binmiştik bile. 7 saatlik sürecek ve bizi Santorini'ye götürecek olan koca feribotta kendimize güzel bir yer bulup, biraz daha az ızdıraplı geçecek bir geceye daha hazırlandık.

Arkası yarın...Santorini'de yapılması gereken on şey nedir?, nerde yenilir? nerde kalınır?

Bekleyin, çok yakında....

11 Ağustos 2009 Salı

at last ı'm on holiday


Veeeeee sonunda vakit geldi çattı. Tatile gidiyorum. Sevgili, ben ve karın ve yan bağlarda oluşan şarbrelim, hepimiz bugün dört itibarıyla İstanbul sınırları dışına çıkıyoruz. Şöööle Yunan adalarına kadar uzatanıp Yorgo ve Eleni'ye "eferistapoli" diyeceğiz.
Herşey hazır. Sevgiliyi bekliyorum ama yine geç kalacak ve benim kafadaki telleri attıracak. Neyse neyse bugün tatil!!! sinirleri bir hafta rafa kaldırıyorum.
Kedoşlarım arkada kaldılar, onun için biraz buruğum ama dayılarına emanetler. Bu onlar için daha iyi, bol bol uyurlar işte....

Şimdilik hoşçakalın....Belgeler ve resimlerle haftaya burdayız.


P.S.Zafer bey'ciğim, bunu okursanız eğer, size bir sürü soru hazırlayacağım Yunanistan ile ilgili. Lütfen bu hafta iyi çalışınız.


Sevgiler....

bir konsere gittik ama....

(Bu konser dönüşü, sevgilinin sanatsal çalışması. Zevkten dört köşe ben, yolda doğru dürüst bile yürüyemiyorum.)




Normal, sıradan pazarlardan biri gibi gözüküyordu ama sabah başladı terslik. Pazar kahvaltılarını oldum olası pek sevmişimdir çünkü bütün aile biraraya gelir, aheste hareket edilir ve genelde masada yok yoktur. Bizim mikro aile içinde pazar kahvaltıları özel ve güzeldir. Ama bu pazar sabahı farklıydı. Tam herşeyi hazırlamış, çayları koymuş ve kendime özene bezene yaptığım simit arasına domates, reçel, beyaz peynir, roka, maydanoz karışımını ağzıma atıp, uçuşa geçecekken, salondan yere düşen cam bir şeyin sesi geldi. Tabii süper mini sandviçimi tabağa fırlatarak salona koştum. Bambuları koyduğum büyük cam vazoyu deviren Kara'cım, şaşkın gözlerle bir yere bir bana bakmakta ve eminim aklından şu cümle geçmekteydi; "O...oo..Houston we have a problem". Vazonun suyu yere dökülmüş, halıya ve koltuğun arkasına doğru Kızılırmak misali yol almaktaydı, hemen sevgiliye seslendim, gereken araç gereci bana ulaştırması için. Tabii pazar seramonisine bensiz devam etmekte olan sevgili kişi, bundan pek memnun olmadı ama bozuntuya vermeden, istediklerimi ulaştırdı. Olay mahalli en kısa sürede temizlendi, hayat normale döndü.
Saatler ilerledi, bendeniz şööle enfes bir barbunya ve pilav attırdım, mutfakta. Hatta ve hatta birkaç gün önce deli gibi istediğim irmik helvasını da aradan çıkarıverdim. Eeee..., bu kadar şey yapmışken hadi oldu olacak bir de semiz otu salatası yapayım dedim. Bütün semizleri ayıkladım, oturdum çıt çıt dallarından koparma usulu ayıklamaya. Tam bu ayıklama işi bitmek üzereyken, sevgilinin yatak odasından kükremesi duyuldu. "Oğlum çekil ben yatıcam." Misket oğlan, yatağın üstünde iki yastık arası keyif yapmaktaydı ama bu sırada evin beyi salondaki uykusunu yatakta devam ettirme kararı aldığından dolayı, yerinden kalkması gerekiyordu. Ben hemen anaç bir şekilde olaya müdahele etmeye gittim, arayı yapmaya çalıştım ama sonuç evin beyinin istediği gibi oldu. Ben yenik bir şekilde mutfağa gittiğimde Kara'yı yeni temizlenmiş semizotu salatasının içinde dört ayak dikilmiş görünce, "eyvah!" nidası dudaklarımdan dökülüverdi . Tabii benim bu nidamı ve onu kaldırmak için uzanan ellerimi gören doğuştan ödlek Kara önce ileri doğru hamle yaptı, masadaki su bardağını devirerek kırdı, onu sesinden iyice korkup geriye doğru kaçınca, salata tabağının içinde patinaj yaptı, tabak havalandı ve olanca hızıyla yere çakıldı.
Resmen dondum kaldım, hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Neye yansam acaba diye aklımdan sayısız düşünce geçti.
a. semizlikleri ayıklarken geçen dakikalarıma mı

b. kediciğin korkmasına mı
c. bütün mutfağın semizotu ve cam kırıkları ile kaplı olmasına mı
d. deli gibi aç ve biran önce yemek yemek için sabırsızlanırken bir de temizlikle uğraşmak zorunda olmaya mı yansam acaba diye kısa bir an düşündüm.
Herşey biran da oldu, ben kısa bir şok yaşarken, sevgili içerde kedilere söylenirken benim kafamda bir tel tın! diye attı ve avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım sevgiliye. Ne kedi düşmanlığı kaldı, ne bencilliği, ne umursamazlığı vs. vs.
Ben cır cır bağırırken sevgilinin ise hala yatakla arasında organik bir bağ kurmaya çalışması beni iyice çıldırttı. Kafamdaki ikinci telde koptu. Neyse sonuca geleyim. Evin beyi bana mutfak temizliği konusunda yardımcı oldu, mutfak temizliği minik çaplı bir ev temizliğine döndü.
Aslında pazarımız bu kadar hareketli olmasaydı bile yeni hareketli olacaktı çünkü MFÖ konserine biletimiz vardı.
Ona gidişte ayrı hikaye....
Benim sevgili yani evin beyi pek zaman mefhumun olan biri değildir. Son dakkacıdır, rahattır, biraz dağınıktır. Ancaaak evin hanımı yani bendeniz bir o kadar dakik, takıntılı, huzursuz, sağlamcı ve planlı, düzenli biriyimdir. Karşıdaki bir konsere iki saat öncesinden yola çıkar yarım saat önce koltuğumda otururum(dum). Bizim konser dokuzdaydı ve biz saat sekizde hala evdeydik, evin beyi traş olmaktaydı. Ben çıldırmış bir halde, sürekli şunları söylüyordum:
"E tabii bütün gün koltukta anlanırsan olacağı bu, bir de sekizde çıkarız dedin. Nerdeee. Bir kere de zamanında hazırlan, zaman mefhumun yok, zaten sizin ailede hiç zaman mefhumu yok vs. vs. vs. v.s....."
Saçları sinirden dik dik olan ama benimle kavga ederek vakit kaybetmek istemeyen sevgili, hışımla hazırlanmaya devam etti ve sekizi on geçe yola çıkabildik. Dün bütün evren benim alehime çalışmaktaydı. Şansım(ız)a trafik çok açıktı. Dokuza on kala konser alanındaydık. Bir de MFÖ on dakika geç konsere başlayınca, sevgilinin imalı bakışları altında ezildim.
Konser için "mükemmel"den başka söyleyecek sözüm yok. MFÖ'yü böyle canlı canlı dinleme şansım olacak bir zamanla ile dünyaya geldiğim için yine kendimi çok şanslı hissettim, içimden annemle babamı tebrik ettim. Sevgili iki şarkıyı bana adadı. "Psikopat" ve "Mazeretim var asabiyim ben!". E haksız da değil hani adam. Bugün psikopata bağladım. Hayır PMS dönemi falan da değil. Sanrım tatil zamanım geldi.
Konserde barıştık, öpüştük koklaştık ama dönüş yolunda "uzun süredir yıkanmayan keten şortun kir içine işlemiştir" konulu yeni ve uzuuun soluklu bir tartışma başladı. Bir konsere gittik ve döndük ama siz bir de bana sorun.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

mutluluk bana göre....

1. Erken kalkmak, yağmurun yağdığını görmek.

2. Spora bilerek ve isteyerek gitmek, verilen bütün hareketleri yapmak.

3. Zaman kaygısı olmadan, "yapacak şeyler var, onları yetiştirmem lazım" kaygısı olmadan aylak aylak sokaklarda dolaşmak.

4. Çok iyi bir dostla limonata, kahve keyfi, kitapçı dolaşmak, dükkan gezmek, alışveriş yapmak.

5. Yine o çok iyi dostla Tansaş'ta kendini adamış kasiyeri ziyaret etmek.

6. Eve dönmek.

7. Sevgiliyle balkonda semizlik salatası, balık ve bira keyfi yapmak.

8. Gözleri kapatıp Birsen Tezer eşliğinde, saçların arasında rüzgarı hissetmek.

9. Birsen Tezer dinlemek.

10. Kedilerinde balkonda miskin miskin yayılması.


Bugünün özeti, mutluluğun resmi, bana göre....

7 Ağustos 2009 Cuma

az kalsın kir kuyusuna gidiyomuşum


Bugün yıllık iznimin ilk günü ya, herşeyi askıya aldım kendimi şımarttım. Sabah sevgili ve kovalamaca oynayan kedilerim yüzünden erken kalktım. Hazır erken kalkmışken şöööle sallana sallana bir kahvaltı yaptım. Ardından evin karşısındaki yeni keşfim olan çılgın ekip tuna ve fatoşa gittim, bakım yaptırdım, kendimi parlattım.

Arkasından ver elini karşı yaka. Bugün bir keşif yaptım. Sanırım bende fil hafızası var. Şimdi efenim Bomonti'de "fırın sokak" diye bir yer var. Daha önce iki kere taksi ile gitmeyi deneyip taksicilerin bile bulamayıp, sokak aralarında kayboldukları bir yerde bu fırın sokak. Senede bir ya da iki kere yaptığım çevirinin ücretini elden almaya gidiyorum buraya. Bugün dedim ki kendi kendime "Şişli'de insem bulurum ben burayı gidince, hasbel kader sora sora bağdat misali" ve yallah atladım otobüse. Otobüslerde bir rahat bir rahat bu aralar, istanbul boş ondan herhalde ( şimdi zafer bey eğer bu yazıyı okursa, otobüslerin neden bu aralar rahat olduğunu belgeleri ile kanıtlar. zafer bey kim mi? e biraz benim yazılarımı ve yorumları karıştırın bakalım!!!). Neyse indim bir durakta önce sağa döndüm ama içimden bir his sola dedi, dinledim. Hayal meyal bir merdiven hatırlıyordum onu da buldum, sonra kaldırım hizasından aşağıda temizlik malzemesi satan bir dükkan, köşede hayatımda görüp görebileceğim en abuk kıyafetlerin satıldığı yer derken bir baktım, fırın sokağa gelmişim. Kendi kendimi tebrik ettim sonra yallah yine otobüse, atladığım gibi doğru hamama.

Bu hamam olayını anlatmadan önce bir noktayı aydınlatmak gerek galiba. Şimdi bizim ailede annem ve anneannem temizlik hastasıdır. Her pazartesi, çarşamba, cuma, cumartesi ev süpürülür, silinir. Eğer yazlıktaysak bu iş hergüne ve neredeyse saat başına çıkar (İşte kapı baca açık, rüzgar, toz vs. gibi nedenlerden dolayı ) ve bizde herşeyin bir kuralı vardır. Bunları daha sonra okursunuz bu da ayrı bir konu. Neyse efenim, yıkanmanında kuralı vardır bizde. Önce saç baş üç kere şampuanlanacak, sonra keselenilecek ve sabunlanılacak (istanbul lehçesi ile liflenilecek). Bu ritüel bizim beynimize güççüçük veletken itina ile kazılmaya başlandı. Hatta daha etkili olabilmesi için anneannem bize şöyle derdi; "iyi keselenin ha yoksa kir kuyusuna gidersiniz" ve su giderini gösterirdi. Ben uzun yıllar kendimi kıpkırmızı edinceye kadar keselenip durdum her banyoda. Bunu yaparkende gözüm hep kir kuyusuna giden yolda yani su giderindeydi. Her an ordan çıkacak kara bir zebanini "olmadı! iyi keselenemedin, yallah kir kuyusuna" diyeceğini düşündüm durdum. Daha sonra yıllar geçti ben eşşek kadar oldum, banyolar hergün sabah akşam ve olabildiğince çabuk oldu, ben kir kuyusunu felan unuttum. Yalandan keselerle durumu idare ettim. Bu arada millet hamam sefaları yapmakta, şöle güzel böle güzel diye anlatıp durmaktaydılar. Ama ben hijyen takıntılı olduğum, öle herkesin oturduğu yere oturabilen basabilen biri olmadığımdan dolayı bu hamam sefaları benim bünyeye hep ters geldi.

Sevgili de çalıştığı yerdeki hamam ve kese olaylarını anlata anlata bitiremez ve beni de bunlara katılmam konusunda ikna etmeye çalıştı durdu, uzun bir süre ( bu ara sevgili bi tellak falan değil, onu açık seçik belirteyim). Ancak ben bu konuyu usta manevralarla,"aaa bak kuş geçiyor" gibi yöntemlerle savuşturdum, en azından bugüne kadar.

Bugün emrivaki yapıp bana bir hamam ve kese keyfi ısmarladı. Aman ne güzel şeymiş bu. Sıcacık suyun altında kabardı bütün kirlerim, keseci teyzede hamur gibi yoğurdu beni. Bir de şampuanla saçlarımı bir güzel yıkamaz mı! Eridim bittim. En son ne zaman biri beni yıkamıştım hatırlamıyorum bile. Pek iyi geldi, çok şımardım.

Bütün işlemler bitince de zencefil çayı ikram ettiler. Onu da içince "eee ben nerde uyucam şimdi?" dememek için zor tuttum kendimi ama bir kenara kıvrılıp horul horul sabaha kadar uyuyabilecek kıvama gelmiştim.

Şimdi eve geldiğimden beri habire koluma bacağıma dokunup duruyorum, gerçekten bir değişik oldu tenim. Hani beyaz dizilerde yazar ya, "kadife gibi teni vardı" diye, galiba bu tanımın nasıl birşey olduğunu buldum.

Evet şimdilik kir kuyusundan kurtuldum gibi.

Çoook güzel bir gündü çoookkkk




Valla değmeyin keyfime....Bugün süper geçti. Sabahtan şööle bir karşıya kadar gittim, 8:30'da Taksim keyfi yaptım; işe gidenleri, kahvaltı ettiğim yerin balkonundan kuşbakışı dikizledim, Yunan konsolosuna bir selam çakıp, geldim (Sabahları Taksim ayrı güzel hatta gecesinden daha güzel ).



Bugün bitmek bilmedi benim için. Niye? 1. izne çıktım (taaaa 31 ağustos'a kadar iş neyn yok, sadece tatil, resetleme modu) 2. öğleden sonraki çay partisi.
İzne çıktığım bugün, sndrfknella ve ben, sevgili komşum ve blog arkadaşım ekmekçikıza çaya davetliydik. Bütün gün ağzım kulaklarımda sırıtık sırıtık dolaştım durdum. İş çıkışı sndrfknella'yı attım arabaya, bana geldik. Duş al, hazırlan vs. saat beşi biraz geçe komşu kapısını tıklattık veee karşımızda ekmekçikız.
Yedik içtik güldük konuştuk, konuştuk güldük yedik içtik. Çaydı kahveydi mahlepli likördü derken saatin nasıl geçtiğini anlamadık. Saatler nerdeyse dokuzu gösteriyordu biz ekmekçikız'ın evinden ayrıldığımızda. Daha otururduk oturmasına ama hem ekmekçikızı daha fazla yormayalım dedik hem de benim sevgili dostum E. aradı "birşeyler yapalım mı " dedi, onu kıramadım, görmek istedim.
Bugünkü keyifli, güzel akşamüstü/akşam için çok çok teşekkürler ekmekçikız. Dönüşte sıra bende, Yunanistan anıları ve resimleri eşliğinde sakızlı likör attırırız inşallah.


Ekmekçi kız'dan sonra E.'ciğimi görmeye gittim. Atladık Moda'ya gittik. Ali usta'dan birer dondurmayı mideye gönderip, Kemal'in Yerinde de denize nazır çaylarımızı yudumladık, ondan bundan şundan konuştuk, kaynattık. Onu da uzun zamandır görmüyordum, iyi oldu.
Valla mide fesatı geçireceğim ama değdi doğrusu.
Süper bir gündü bugün, emeği geçenlere binlerce teşekkür.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

karşıyım kardeşim var mı bir diyeceğiniz?


NO! NO SMOKING!!!!! YESSS SMOKING!!!!!

Ben sigara içilen bir evde büyüdüm. Babam bizim yaşlar kemale, kendine de bir ölüm korkusu gelinceye kadar evde fosur fosur sigara içti. Annem için ise sabah ve öğlen içtiği türk kahvelerinin yanında keyif elemanıydı sigara. Kardeşim arada sırada muhabbet iyiyse sigara tellendirir. Paket taşıyıcılardan değildir. Bana gelince ben sigara içemeyenlerdenim. Hayır, öyle sigaraya karşı falan değilim ama benim sigara içebilme kabiliyetim yok. Yani sigarayı yakıp hüüüp diye içime çekip sonra da dumanları puffff diye burnumdan çıkaramıyorum. Zira hüüüüp diye içime çektiğim bütün dumanlar içerilerde bir yerlere takılıyor ve dışarıya köh köh köh diye öksürük olarak çıkıyor. "Dene! dene! öğrenirsin" dediler ama bu kadar tatsız, tutsuz birşeyi içime çekmeye çalışmaktan yapacak daha önemli işlerim olduğundan, hiiiççç uğraşmadım. Ama ne zaman kafa bir arkadaş grubu ile bol rakılı bir muhabbet olsa bir tane mutlaka yakar ama hüüp püf diye ( yani çek bırak, acemi içici pozisyonu) içime çek(e)meden duramam. Ha bu zamanlarda da öyle herhangi bir sigara olmaz içime çek(e)mediğim. İlllede DJARUM BLACK başka yolu yok.

Bir kere paketin rengine, sigaranın siyahına hastayım. Sonra da filtresindeki şeker ve karanfil tadına ama en çok sigarayı yakıp bir nefes çekince filtreden çıkan o çıtırtının sesine hayranım. Günün birinde gazeteye çıkacak ve benimle röportaj yapılacak olursa kafamda bir resim karesi var; siyah beyaz fotoğraf, siyah dik yakalı kazak giymiş ben ve elimde dumanı tüten bir djarum.

Neyse laf nerden nerelere geldi. Bu yazının asıl konusu benim bu dumansız hava sahası meselesine bütün kalbimle karşı olmam. Evet, haklısınız! sigara içilen otobüslerle yolculuk yapmak gerçekten felaket birşeydi. İnsan bir süre sonra nefes alamayıp, boğulacağını düşünürdü. Otobüsleri yasakladılar çok iyi oldu. Evet, bende oturduğum bir yerde rüzgarın azizliği sonucu üzerime üzerime sigara dumanı gelsin, üstüm başım, saçım vs. sigara koksun hiiiç haz etmiyorum ama böyle fanatikçe yok saçak altı, yok şemsiye altı gibi akla zarar yerlere de yasak gelmesini hiiiççç tasvip etmiyorum. Eskiden olduğu gibi yapın sigara içenlere bir yer orada boğsunlarla dumanla birbirlerini.

Sigara içmek ya da içmemek bir tercih meselesidir. Kişiler kendilerini zehirlemek isterlerse buyursunlar zehirlesinler, buna karışmaya hakkımız yok. Bu bana aynen dinlenilen müziğe ya da giyim kuşama karışmak gibi geliyor. Sana ne karrrdeşşşşiim, isteyen içsin istemeyen içmesin. Ha sen çok rahatsız oluyosan oturma yanında, seni sigara içenin yanına oturtan müessese ile kes ilişiğini, git canlarını oku.

Bunca yıl şimdi yirmilerinde, otuzlarında ve daha ileriki yaşlarda olanlar sigaralı ortamlarda büyüdü var mı birinde arıza? Yok, varsa da nedeni sigara değil, geçici kalp pili takılan amca (bugünlerde yayınlanan gazetelere bakınız bir zahmet).

Ülke genelinde bir sürü aç çoluk çocuk, insan, hayvan varken, ülkenin her karışı ona buna satılırken, Uzungöl, Hasankeyf, Fırtına vadisi ve daha pek çok yerde tarih ve çevre katliamı yapılırken, ülkemizde bulunan birçok nadir bitki ve hayvan cahillikten ve ilgisizlikten yok olmuşken ya da olmak üzereyken, akılsız planlamalardan ve tedbirsizlikten dolayı bütçe açığı değil hazar denizi gibi pasifik okyanusu gibi olmuş ve bunu kapatmak için zaten üç kuruş olan maaşla iyice geçinemeyelim diye zam üstüne zam yağdırılmışken, bir dumansız hava sahası seferberliğidir gidiyor. Daha önce hiçbir şeyde buluşamayan kişiler bu kampanyayı pek bir tuttu. Aman sormayın, ülke çapında bir bütünleşme dalgası yayıldı gidiyor.

Bu kampanyayı destekleyenler; yazıktır yapmayın, zamanınızı böyle fanfini fon şeylerle harcamayın. Gelin daha faideli şeylerle uğraşalım.

Siz sigara içenler de;için!!!!karrrrdeşşşiiimmm için!!!!! şöyle deniz kıyısına doğru gidin, adalara bakarak yakın sigaranızı çekin şööle derin bir fırt, salın dumanı rüzgara doğru. Ama martılarda bu dumansız hava sahası kampanyasına katılmışlarsa, tepenize ederler mi bilemem.

4 Ağustos 2009 Salı

adaletin bu mu....?

Resimde görülen bu magnet, benim magnet koleksiyonumun en değerli ve en anlamlı parçası. Nedeni basit değil mi?

Bu sıcak yaz günlerinde resimde okuduğunuz yazı sık sık aklıma düşmekte. Zira yaz sıcağında işten çıkıp nerdeyse hergün spor salonuna giderek selülitler ile karnımın üstünde ve çevresinde birikip bana şambrel takmışım havası veren yağ birikintilerinden kurtulmak için bir saat kardiyo ve yarım saat ağırlık çalışmaktayım. Sonuç mu ? Hala oturunca bacaklarımın üst kısmında meşhur "portakal kabuğu" görünümü var ve şambrel yüzünden geçen sene giydiğim pantalonları giyemiyorum.

Hey Allahım! Kusura bakma ama neden bütün zor ve uğraştırıcı şeyleri bize verdin?

Çocuk doğurmak başlı başına bir olay. Tamam çok harika bir duyguymuş (bilenler biliyor) ama acısı, sıkıntısı çok. Sezaryan olsan kat kat kesiliyorsun sonra bağırsaklar eskisi gibi konulamadığından hayatın boyunca kalacak bir göbeğin oluyo(muş). Zaten ayağa kalkman bir hafta. Normal doğum yapsan saatlerce sancı çek, bar bar bağır, milletin asabını boz. Hadi bütün bunlara eyvallah; e ne diye bize kıl tüy meselesini verdin? Kışın uzun kollu kazak, pantalon ve kalın çoraplarla kendimizi bir süre kamufle edebilsek de yazın her hafta her hafta fışkırıyorlar. Alıyosun ama sanki sulanmış çiçekler gibi üç gün sonra hemen boy veriyorlar. İşin yoksa sabah akşam elde braun silk epil dolaş dur, vır vır vır...Diyeceksiniz ki yap lazer epilasyon ne duruyosun? Öncelikle çok para, sonra belli bir uzunlukta olacak ki kılların lazer görsün. E şimdi bu sıcakta posta bürünmenin alemi yok. Kış ola hayrola.

Oldu olacak bu kıl işine de he diyelim Allahım, ama neden biz yedikçe kilo alıyoruz. Bari yaratırken yedikçe kilo almayan modeller olarak biraz bize kıyak geçseydin. İşten eve gelip ayaklarımı uzatıp bir kutu cardor meyve şölenini mideye indirseydim, arkasından toblerondan şöle iki boğumu da cila niyetine bünyeye dahil etsem ve bunlar bana selülit, kilo, şeker hastalığı, göbek, kalça yağı vs. vs. olarak geri dönmeseydi, ne olurdu? "Ben göbeksiz kadına kadın demem" diyen erkeklerle dolu olsaydı dünya ya da kadınların kilolu ve selülitli olması istenilen özellikler olsaydı ne iyi olurdu di mi? Ama erkeklere herşey mubah. Ne kadar kıllıysan o kadar itibarın var. Hele göbeğin karizmasını hiç anlatmayayım. Eğer vücut geliştirme merakı yoksa bir erkeğin yaşla birlikte ilerleyen göbek genişliği genelde pek rahatsız edici bir durum değil. Yani hiçbir erkeği yaz ya da kış selülitten ya da göbeğinin ne kadar büyüdüğünden şikayet ettiğini duymadım, görmedim.

Sonuçta, magnette yazılana bütün kalbimle katılıyorum ve soruyorum adaletin bu mu Allahım?



P.S: Bu yazıdan sonra çarpılmazsam eğer yazılarımın arkası gelecek.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Sokitler,soketler,somenler ve daha niceleri.....


Gecenin onu.... Bir dükkan önü, üstünde havanın sıcağına rağmen kalın bir gömlek ve yelek.... Yaşı belki altmışın üstünde, bir sandalyeye dayanıyor, sandalyenin üstünde gazete kağıdına sarılı birşeyler, satacak mı yoksa sahip olduğu bir iki parça eşya mı bilinmez. Ayakta zor duruyor ama ağzında yakmadığı sigarası.... Uzun zamandır yıkanmadığı belli belki uzun zamandır da aç.... Amaçsızca sokaktan gelip geçene bakıyor....

Sabahın altısı..... Çöpe atılmış, hareketli bir geceden arta kalan hamburger vs. artıklarını yemeğe çalışmakta ve tam doymadığından olsa gerek artıkların kağıtlarını yalamakta, belli ki aç ve bakımsız...

Bir ara sokakta üç kardeş... Küçük bir pet şişeden kesilen minik kabın içine konulmuş, yarısı dökülmüş, sütü içmeye çalışıyorlar... Miniminnacık dişleri ile önlerine konulan iri mama tanelerini büyük bir iştahla yemeye çalışıyorlar.

Bunlar somenler, sokitler ve soketler...Onlar özgür ruhlu, kolay kolay insana yaklaşmayan ama yardıma, bakıma ve ilgiye muhtaç sokakta yaşayan adamlar (somenler), köpekler (sokitler) ve kediler (soketler).

Artık sokakta içim acımadan yürüyemez oldum, arabamın ve çantamın içinde daima köpekler ve kediler için kuru mama taşıyorum. Nerde bir kedi, köpek görsem onlara biraz mama koyuyorum belki o günkü açlığını biraz geçirir diye ama biliyorum benim ki sadece bir günlük belki bir saatlik bir yardım. Onların sürekli mamaya ve bakıma ihtiyaçları var. Annesiz ve bakıma muhtaç olanlarını evimin karşısındaki veterinere götürüyorum ama orada da kafes içinde ve karanlık bir odada, eğer şansları varsa onları gerçekten sevecek birilerini bekliyorlar. Ama insanlar o kadar garip ki onların vereceği karşılıksız sevgiyi umursamadan "yok sarı olsun, yok burnu sivri olmasın, e ben bu büyüyünce ne yapacağım gibi" inanılmaz bahaneler sıralayarak, köle pazarından köle seçer gibi kendilerine evcil hayvan seçmeye geliyorlar.

Kendimi sokakta yaşayan bütün bu çaresiz adamlar, kediler ve köpekler için o kadar çaresiz hissediyorum ki bazen nefesim kesiliyor, uykum kaçıyor, onları düşünmekten beynim zonkluyor. Belediyelerin bakım evleri bir çözüm değil çünkü onlarda bir süre sonra toplu katliamlar yapıyor, salgın hastalık bahanesi ile birçok köpekciği topluca öldürüyorlar. Akşam nasıl yataklarında huzur içinde uyuyorlar bilemiyorum. Ama benim de elimden fazlaca birşey gelmiyor. Elime geçen üç beş kuruşla veterinerdeki kediciklerime bakabiliyorum ve de hercumartesi ve perşembe bilumum şans oyunu oynayarak para çıkmasını dilemek ve kocaman bir çiftlik ve 365 gün 24 saat açık otel ve aş evi açarak sokakta yaşayan ne kadar kedi, köpek ve insan varsa onlara karşılıksız bakım ve yemek sağlamayı hayal etmekten başka bir şey elimden gelmiyor.

Bence sigaraya fanatikçe savaş açacağımıza (ben bu yasağa karşıyım ki bu da ayrı bir yazı konusu ) sokakta yaşayanlar için birşeyler yapmamız lazım. Sokaktakilerin durumu sigara içenlerden daha acil.

Ufff bu pazartesi canım çalışmak istemiyor ya! ondan çok kasvetli bir yazı oldu bu. Belki de cumartesi gecesi karayolda gecenin karanlığında, yolu süratle geçen ve büyük bir şans eseri hiçbir aracın çarpmadığı o küçük köpeği ve pazar sabahı bisikletli çocuğun çuval içersinde duvar kenarına bıraktığı (çocuğun ne yaptığını fark edinceye kadar gözden kayboldu ) minik kara kediciğin, nerde olduğunu bilmemenin verdiği panikle önce o uzun duvarı tırmanmaya çalışıp sonra inatla bitiş noktasını bulup, çalıların içine dalarak evine ulaşma çabasını bir türlü unutamamdan kaynaklandı bu yazı herhalde. İşte böyle zamanlarda insan olmanın acizliği içimi çok acıtıyor. Keşke süper güçlerim olsaydı da onları koruyup kollayabilseydim.
P.S: Resimdekiler şu anda bakmakta olduğum veterinerdeki kediciklerim, onlara acil yuva arıyoruz.

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Hey gidi patlıcanlı börek sen nelere kadirsin!!!

Efenim herşey baharı anımsatan bir kış günü bizim işyerindeki kızları "house-warming" partisine çağırmamla başladı. Zaten kapı gıcırdasa toplanıp, kendilerini keke ve böreğe gömme sevdalısı olan bizim kızlar ( yanlış anlamayın hiçç şikayetim yok, bana hep misafir gelsin, ben yedireyim içereyim razıyım. Seviyorum ben böyle şeyleri. Ama hizmet ederken ağır dedikoduları kaçırıyorum o başka), cumburlop atladılar bu çağrıya. Neyse herkes birer birer gelmeye başladı, salon doldu; sonunda Sndrfknella'cım da geldi. Kapıyı açtım ama asansörden inen arkadaşımın yüzü bir garip, kıs kıs gülüyor, bir türlü içeriye girmiyor. "Ne oldu dedim?",
"Sen nereye taşınmışsın biliyor musun?" dedi. Benim aklımdan bilumum felaket senaryoları geçerken o bombayı patlattı; "Ekmekçikız'ın komşusu olmuşsun!!!" ve kapının önünde Ekmekçikız'ın kapısına bakarak bir yarım saat "bak sen şu Allahın işine, vay be ne tesadüf" konulu kısa bir seminer düzenledik; içeridekiler çatladı.

O günden beri, Ekmekçikız'ın önüne atlayıp "Ben kimim biliyor musunuz?" dememek için kendimi zor tuttum çünkü ne bileyim belki hoşlanmayacaktı onu tanımamdan, rahatsız olacaktı. Belki blogdaki yazılarını istediği gibi yazamayacaktı, kendini kısıtlayacaktı vs. vs. bilumum düşünce geçti kafamdan ve onu tanıyıp da tanımamazlıktan geldim. İstedim ki Ekmekçikız bir şekilde keşfetsin beni ve eğer o isterse söylesin beni tanıdığını vs. vs.

Geçen gün onlara börekten tadımlık birkaç parça verirken aklımda birkaç fikir vardı işin açıkçası; 1-bakalım ekmekçikız, onun tarifini biraz değiştirerek yaptığım patlıcanlı böreği beğenecek mi? 2- bakalım bu börek Ekmekçikız'a benim kim olduğum hakkında bir fikir verecek ve ben de en sonunda "ben sizi tanıyoruuuummm!!!" diyebilecek miyim? 3- valla ben yaptığım bu böreği pek beğendim, boğazımdan geçmedi, komşumda tatsın!!!

Zaten daha sonra herşey Ekmekçikız'ın anlattığı gibi gelişti. (Bakınız !!!!). Bir börek bütün herşeyi açığa kavuşturdu. Sarma ve Ekmekçikız içeri girerken, çok uzun zamandır tanıdığım dostlar evime gelmiş gibi oldum, acayip sevindim. ( Çok da utandım aslında çünkü ev hiç olmadığı kadar dandiniydi, üstümde bir pijama altı ve aydeş bir t-shirt, saç baş dağınık. Perdelerin biri bir yerde biri bir yerde. Hollywood filmlerinde gördüğümüz depresyondaki, işsiz ev kadınları gibi karşıladım sevgili komşumu. İlk görüşmede dandini bir ev. Annem görse kesin sıkı bir azar işitirdim. Bir de üstüme benim oğlan Sarma'ya bir tısla bir tısla, kulakları yatırdı arkaya, iki senelik hayatında o kadar çok sesi çıkmamıştı. Cıyak cıyak mavladı. Çok konukseverdi. Utandım, rezil oldum valla. Dağdan gelip bağdakini kovdu resmen. Edepsiz Misket). Ekmekçikız Sarma'yı tanıştırırken, "biliyorum biliyorum ben sizi de onu da tanıyorum diyecektim" ama tuttum kendimi.

İşte birbirimizi keşfetme hikayemiz budur. Valla ben böyle bir komşum olduğu için çok mutlu ve keyifliyim. Daha nice kahve,çay, soda, meyva suyu ve çeşitli börek, pasta, salata keyfine diyorum.

Bazen şanslı bir insan olduğumu düşünürüm ama artık gerçkten eminim. Ben çoook şanslı biriyim.



P.s: Ekmekçikız, kabaklı salatan müthiş olmuş. Ertesi gün gelen misafirlerime yaptım, bayıldılar. Tekrar teşekkürler ve eline sağlık.